Prof. Dr. İbrahim Ortaş: Tarım meselesi, milli güvenlik sorunu haline geldi, deprem sonrası tarım alanında yapılması gerekenler acilen ele alınmalı

Faik Bulut Independent Türkçe için Prof. Dr. İbrahim Ortaş ile konuştu

Sayın İbrahim Ortaş, "Türkiye'nin Gıda Güvencesi Güvende mi" isimli bir kitap yazdınız. Biz de soralım: Tarım güvencesi nedir? 

Bütün canlılar için tarım; İhtiyaçlar Listesi'nde fizyolojik temeldeki en başta gelen gereksinimdir. İnsanlık için de tarım insanların ihtiyaç duyduğu temel gıdaların yeterli, sağlıklı ve her zaman ulaşılabilir olması anlamına gelen bir güvence kavramını ortaya çıkarmaktadır.

Yani tarım tarlada tohumun toprağa düşmesinden, ürünün elde edilmesine, sofraya konmasına, bizim çatalla dokunduğumuz yere kadarki bütün süreçleri kapsar. Hayatın çok geniş bir alanından yani temel bilimlerden, sosyal bilimlere kadar, hayatın her alanını içerisine alan geniş bir kavramdır. 
 

 

Bugün "Tarım Güvencesi" konusunun önem kazanmasının sebepleri nelerdir?

Bu kitabın yazılma nedeni de budur. Şimdilik sekiz milyara gelmiş olan bir dünya nüfusuyla karşı karşıyayız. 1930'lu yıllarda dünyada iki milyar insan varken Birleşmiş Milletler (BM) örgütünün açıklamasına göre 2022 yılında sekiz milyarı bulmuşuz. Aradan geçen 90 yılda biz altı milyar fazla insanı bu dünyaya sığdırmışız.

Tabii, bu kadar insanın bir yerleşim yerine ihtiyacı var. Tarım üzerine, toprak üzerine bir baskısı var. İlaveten, her insanın günlük birkaç kilogramlık bir tüketim gereksinimi var. Yani insanlığın sekiz milyara varmış olan bu nüfusu beraberinde ek bir gıda talebini getiriyor. 

Yer yüzeyi, bize sunmuş olduğu çok önemli nimet olan toprağın gıda üretimini şu ana kadar getirdi. Fakat bir gerçekle karşılaştık. Kovid-19 sürecinde ilk defa bütün dünyanın  her yerinde aynı anda farklı bir durum yaşandı.

Geçmişte kuş gribi falan olduğu zaman köylüler tavuklarını içeriye kapatırlardı ki süreci atlatalım diye. Pandemi salgınının yaygınlaşmasıyla Dünya Sağlık Örgütü de dedi ki: "İnsanları içeriye kapatalım!" 

10, 15 günlük içeriye kapanma sürecinde hiç fark etmediğimiz reflekslerden ilki şu oldu: Herkes marketlere akın etti ve gıda toplamaya başladı. Birçok ülkede insanlar birbirini ezdiler. O zaman anladık ki insanlar büyük araçlar, cep telefonları, Mercedes gibi şeyleri aramıyor. Gıda arıyorlar. 

Yani o 15 gün içerisinde insanlar "Ben ne yapabilirim?" diye düşünmeye başladılar. Çünkü insanlığın büyük çoğunluğu buna hazırlıklı değildi.

Bu sürecin arkasından bir de bizim önümüze çıkan Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşta şunu da gördük: Gıdası olmayan toplumlar yani dışa bağımlı halde olanlar çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldılar. 
 

Prof. Dr. İbrahim Ortaş.jpg
Prof. Dr. İbrahim Ortaş

 

Ukrayna savaşında ben Avrupa'daydım, orada şunu gördüm: Panikleyen insanlar hemen her yerde marketlere üşüştüler ve stok yapmaya başladılar. 

Bu ve benzeri olgular yani nüfus artışı, gıda talebi, Kovid-19 ve olası riskler ve muhtemel savaş dönemlerinde gıda talebinin ne kadar kırılgan, ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Ben de bu konuyu ele aldım. 

Şu soruyu sorarak işe koyuldum: Biz her ne kadar "Bir tarım ülkesiyiz" diyerek çok da kendimizle övünmekle birlikte şöyle bir sorunla karşı karşıyayız:

Ne kadar tarlamız var, ne kadar toprağımız var, ne kadar su varlığımız var, ne kadar hayvan varlığımız var, ne kadarı bize yetiyor, biz hangi durumda yeterliyiz, hangi durumda yetersiziz? Belli ve kesin değildir bu soruların cevabı. 

Plan ve programa dönerken çok ciddi bir eksikliği uzun zamandır hissediyordum. Bu konularda yazdığım yazılar da oluyordu. Bunları bütünleştirerek esas soruyu sormalıyız: Türkiye'nin toprak varlığı ve gıda üretiminin durumu nedir?

Aslında ülkemizde çok yaygın bir konu var: Yanlış bilinen doğrular, doğru bilinen yanlışlardır mesele. Birçok şeyi ülkemiz insanı ezbere konuşmaktadır.

Türkiye'nin 76 milyon hektarlık bir alanı var ama büyük çoğunluğu tarım alanı değil. Türkiye toprağı çok olan bir ülke değil. Her tarafta depremler olduğu için bütün araziler engebelidir. yüzde 75 oranında erozyona yatkın toprakları olan bir ülkeyiz. 

Mesela nehirlerin getirmiş olduğu alüvyonların olduğu Çukurova gibi, Dicle ile Fırat arasındaki Harran Ovası gibi, Samsun'daki Kızılırmak sularının getirdiği vadi gibi, Antalya ve Ege'de suların toplandığı alüvyonların oluşturduğu geniş tarım alanlarımız var. Sularımız da kısmen var. 

Gelgelelim Türkiye'mizde büyük bir yanlış oldu. O da şuydu: Osmanlı, ülkemizin sanayi toplumu haline getirmesini zaten becerememişti. Biz çok geç başladık bu işe. Ama 1950'li yıllarla birlikte ülkemize Batı'dan gelen traktörle ve Marshall yardımlarıyla birlikte tarıma uygun olmayan çok geniş alanları, biz tarım alanı olarak yarattık.

Burada yaklaşık olarak 40 milyon hektarlık bir alan oluştu. Aslında bizim 15-16 milyon hektarlık bir tarım toprağımız var.

Bu süreç içerisinde Türkiye göç olgusuyla yüz yüze geldi; yani sanayileşme, makineleşmeyle birlikte doğudan sürekli İstanbul'a ve batıdaki metropollere uzanan bu göç olayıyla beraber bir taraftan kırsal kesim boşaltıldı.

Diğer taraftan da batı bölgelerindeki bu büyük kentlerin etrafındaki düz ve düze yakın tarım alanlarında biz şu ana kadar 4 milyon hektar alanımızı yani Türkiye'nin tarım varlığının onda birini tarımın dışına çıkardık. 

Bu çok ciddi bir hata, çok ciddi bir risk gelecek açısından. Türkiye'nin bu anlamda tarım toprakları çok kötü bir şekilde yönetildi. Buna rağmen halen Türkiye'nin şu anda 85 milyon nüfusu, yaklaşık 10 milyona yakın yabancısı (turist, ziyaretçi, göçmen vs) da var. Toplamda 100 küsur milyona yakın insan her gün beslenebiliyor. Birkaç yıl öncesine kadar çok büyük problemler olmadan durum böyleydi.


Şimdiyse sorun başka yerde. Bir defa tarımda gıda güvenliğini etkileyen çok ciddi meseleler var. İklim değişikliğidir, farklı tarım politikalarıdır. Mesela CHP milletvekili İlhan Kesici, "Türkiye'de mevcut iktidar tarım kanununu kanun olmaktan çıkardı" demişti. Gerçekten de iktidar tarım kanununun genetiğiyle, altyapısı, üstyapısıyla oynayarak neredeyse geçersiz kıldı. Ayrıca dünyanın her yerinde savaş var, çatışmalar oluyor. Orta Doğu'yu da dâhil ederseniz bölgemizdeki problemler nelerdir? 

Özellikle bizim bölgemizde durum çok riskli gözüküyor. Bölgemizde su varlığında da sorunlar var. Sınırı aşan nehirler sorunu var ki, bunu da ayrıca konuşmak lazım.

Çünkü uluslararası boyutu olmakla beraber iklim değişiklikleriyle birlikte gıda güvencesinin en önemli ayağını su oluşturuyor. Yani her olay aslında politik bir konudur. Her olayın siyasal bir boyutu var. Bu siyasal boyut uluslararası boyutlarla da birleşince komplike bir yapıya dönüşüyor, fakat bu konuyu başlı başına incelemek lazım. 


Dünyada ve dolayısıyla Türkiye'de mevcut gıda güvencesi sağlanabilir mi?

Dünyada 8 milyarlık bir nüfusumuz var. Şöyle bir baktığımız zaman dünyanın 4,76 milyar hektarlık bir tarım alanı var. Bunun da önemli bir kısmı, tarıma uygun olmayan alanları açarak, ormanlardaki ağaç ve bitkileri kesmek suretiyle tarım arazisi haline getirerek elde edilmiştir. 

Örneğin Brezilya'da Amazonlar, Avustralya'da, Asya'nın güneyindeki Malezya'da, Endonezya'da falan geniş alanlar açıldı, ormanlar yok edildi. İnsanlık epeyce bir tarım toprağıyla buluşturulmuş oldu. Fakat dünya nüfusundaki artış ile bizim toprak üretme kapasitemiz buna denk gelmiyor. 

Dünya ekseninde bakacak olursak bugün Türkiye yaklaşık olarak 100 milyon ton kadar gıda üretiyor. Ama dünyaya baktığımızda yaklaşık olarak 2 milyar ton üzerinde bir gıda üretiliyor. Şu ana kadar birçok ülkede, Batı ülkeleri hariç Asya ve Afrika gibi dünya nüfusunun yüzde 70'inden fazlasını oluşturanlarda çok ciddi bir sorun var.

Şu anda dünya ölçeğinde 150 milyon insan doğrudan açlık sınırında. Son otuz yıldır FAO (BM Dünya Gıda ve Tarım Örgütü) bu işi çözeceğini söylüyordu, yazık ki çözemediler.

Pandemiyle birlikte bir tık daha yukarı çıktı. Dünyada 800 milyona yakın insan Afrika başta olmak üzere, Asya'da, Afrika Sahra altı ülkelerde yoksulluk sınırında ve gıdaya erişimde sorunlar yaşıyor. Açlık sınırına yakın yerde duruyor bu insanlar.

Pandemiyle birlikte yoksulluk ve açlık çeken insan sayısı 1 milyara vurdu. Yani sekiz milyarın bir milyarı şu anda çok kritik düzeyde, kötü durumda. 

Bu ülkelerin tümü hem az gelişmişler, hem savaşlarla karşı karşıyalar. Hem eğitim düzeyleri düşük, sosyal farkındalık düzeyleri düşük ve birçok yerde yetersiz olan toplumlar. 

Bir de tabii dünyada mevcut gıdaların dağıtımında çok ciddi bir sorun bulunmakta. Dünyanın böyle bir problemi var. Ne yazık ki bu sorunun çözümü iyi yönetilemedi. 

lkemize gelecek olursak, son yıllara kadar şu veya bu şekilde, biraz da toplumsal dayanışmayla, daha önceki ekonomik krizlerde, 2001'li yıllara kadar toplum, kendi içerisinde dayanışmayla durumu idare edebiliyordu. 

Eskiden kırsalda çok insanımız vardı. Yanlış politikalarla, Avrupa Birliği'ne gireceğiz diye önümüzü, arkamızı, her tarafımızı boşalttık. Büyük kentlerin etrafına yığıldık, yığıldık, yığıldık. Şimdi oralarda yönetilemeyen çok ciddi sorunlar var. 

Son yıllarda nüfusun büyük bir bölümünün eğitim düzeyi ve kalitesi epeyce düştü. Pandemiyle birlikte gerek artan enerji maliyetlerinin, gerekse döviz kurlarının yüksekliği sonucu toplumda çok ciddi bir şekilde gıdaya erişim sorunu da yaşanmaya başladı. 

Tabii, bu sorunların yanı sıra bir şey daha var: Tarım politikalarımızı da yönetemedik. Türkiye aslında bütün dünyayla paralel olarak tarıma destek vermek suretiyle çiftçiyi korumak isteyen bir yasa çıkarmıştı ve milli gelirin yüzde 1 kadarını çiftçilere vereceğini söylemişti ama maalesef bugüne kadar gerçekleştirmedi. Milli gelirin yüzde 0,5'ini bile çiftçiye veremedi. 


Eskiden tarım ürünleri ihracatçısı ülke sayılan Türkiye daha önce Kanada'ya ihraç ettiği mercimeği şimdi oradan ithal ediyor. Bulgaristan'dan saman, Yunanistan'dan pamuk alıyoruz vs. Türkiye'nin küresel yani dünya ölçeğindeki rekabetteki şansı da çok az görünüyor. 

Hatta hemen hemen hiç görünmüyor. Şöyle söyleyelim: Tarihsel süreçlere geri gelecek olursak, Cumhuriyet kurulduğunda biliyorsunuz ki hiçbir şeyi olmayan bir ülkeydi. Ama 1929 dünyadaki büyük ekonomi buhranından sonra Cumhuriyet yöneticileri, tarımsal üretimi artırmak suretiyle çok kısa bir süre içerisinde buğdayla, arpayla, incirle, kayısıyla sanayisi olmayan bir ülkenin sanayileşmesini başlattılar.

1930'ların başında yaşanan olayların (atılımların) sayesinde bütün Türkiye'deki tarımsal kamu stratejilerinin hepsi o dönemde başladı. Türkiye tarım ürünleriyle kendi kendine yeten bir ülke haline geldi. Bu ürünleri yabancı ülkelere satarak hem Osmanlı'nın borçlarını ödedi, hem de kendi sanayisini gerçekleştirme şansına sahip oldu. Tabii, o zamanlar bağımsız bir ülke konumundaydı. 

İkinci Dünya Savaşı sonrası batılılardan gelen Marshall yardımlarıyla koyunu keçisi olan, ineği olan, süt üreten topluma Amerikalıların süttozunu getirdik. Köy çocuklarına Amerikan sütünü içirdik. Ondan sonra biz tarımda da dışa bağımlı hale geldik.

Şimdi geldiğimiz yer itibariyle 130 kalem ürün üretiyoruz. Bunlar ağırlıklı olarak bazı meyvelerdir. Türkiye üretiminin fazlası şu ürünlerde söz konusudur: Narenciye, kayısı, fındık vesaire. Onun dışında ağırlıklı olarak toplumumuzun yarısı, enerjisinin ve gıdasının yüzde ellisini buğdaydan temin ediyor. Biz buğday tabanlı beslenen bir toplumuz. 

Kitabımda da çok güzel bir harita çizdim. Dünyada hangi toplumlar hangi gıdaları üretiyor? Dört yüz bin bitki var yeryüzünde. Aslında biz bu 400 bin bitkinin 300 kadarından yararlanıyoruz, 150 veya 160 tanesini de üretiyoruz. 7 ya da 8 adedi ise toplam üretilen gıdaların yüzde 70'inden fazlasını oluşturuyor: Buğday, mısır vesaire.

Türkiye toplumu buğdayla beslenen bir toplum; enerjisinin yüzde 50'sini buğdaydan alabiliyor. Son 20 yıldır Türkiye buğday üretimini artıramadığı gibi sürekli dışarıdan ithal ediyor. Yağ ihtiyacını da dışarıdan ithal ederek tamamlıyor.

Uygulanan yanlış politikaların, et balık kurumlarının, TİGEM'lerin özelleştirilmesi ve benzerlerinin sonucudur bu eksiklik. 
Özelleştirmeye yönelik olarak devletin, cumhuriyetin, Atatürk'ün o TİGEM'lerinde örnek çiftlikler olarak kullandığı ve kendi parasıyla satın aldığı bizim kamu şirketlerimizi, bizim teşebbüslerimizi, tarım alanlarımızı özel şirketlere verdik. 

Şu anda hayvancılığını geliştiremediği gibi bizim vatandaşımızın yemi de kıttır. En ciddi sorun yemdir. O da dışarıdan getirtiliyor. 


Muhalefetteki partiler diyor ki: "Biz tarım politikasını değiştireceğiz, tarımı yeniden ihya edeceğiz, canlandıracağız!" Peki, muhalefetin bir tarım politikası var mı? Siz ne önerirsiniz?

Tabii, bu partiler iktidarda değiller. Fazla bir şey yapamazlar. Gördüğüm kadarıyla muhalefet, tarım konusundaki olumsuz gidişatı ve genel tabloyu okuyabiliyor. Mesela: Türkiye'de bir üretim sorunu var. Hayat pahalılığı çok var. Bir plansızlık var, diyorlar.

Diğer taraftan Türkiye'deki siyasi partilerin, muhalefet partilerinin kimisi kamucu, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) gibi. CHP halen cumhuriyetin değerleri ekseninde politika üreten bir parti. Diğerleri ise dünya görüşleri itibariyle daha çok liberalizmi ve liberal ekonomiyi benimseyen partiler.

Evet, çok güzel şeyler yapıyorlar. Ürünlerin ürün fiyatlarını indireceğiz vesaire falan ama bunlar yeterli değil. Bir ikincisi çözümü getirecek şeyler de değil. Çünkü son 70-80 yılda bizim geldiğimiz, sürüklendiğimiz yer itibariyle uygulanan bu neoliberal politikaların sonucunda toplum bugün gıdaya erişim sorunu yaşıyor.

Belki çok küçük bir kısım insan gıdasını bulabiliyor. Çok daha iyi beslenebiliyor. Bu yüzde ondur, on beştir, yirmidir nihayetinde. Ama yüzde 60 veya 80'i çok zor koşullarda yaşıyor. Çarşı pazara gittiği zaman ucuza ürün alamıyor.

Adana gibi bir yerde turpun kilosu 10 TL olur mu? Akdeniz yöresi, narenciyede Türkiye'nin üretim ve tüketiminin 5 katını üretiyor. Dış ülkelere de satıyor. Narenciyenin anavatanı olan Çukurova'da mandalina veya portakalın kilosu 10 TL olur mu? Yani burada bir tezatlık var.

İktidara geldiği zaman bu sorunları bir kez daha yaşamak istemiyorsa muhalefetin yapması gereken çok şey var. Cumhuriyet Halk Partisi'nde biraz kamucu bir yaklaşım halen var. Devlet üretme çiftliklerine sahip çıkıyorlar. Onların da özelleştirilmesine karşı çıkıyorlar.

Şöyle de bir gerçek var: Türkiye'nin en ciddi sorunu olan tarım meselesi, artık bir "milli güvenlik sorunu" haline gelmiştir. Çünkü bu gıda konusudur, şaka değil. Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında Avrupa'da ve pandemi sırasında bizde de görülen halkın marketlere giderek oralarda gıda talebini hemen karşılama isteği ciddi bir sorundur. 

Önümüzdeki dönemlerde nüfus artışı devam edecektir. Oysa dünyanın toprak varlığı aynı kalacaktır. Hatta dünya, her yıl yüzde 0,1 oranında toprak da kaybediyor. Biraz önce söylediğim gibi Türkiye kendi topraklarının onda birini kaybetmiştir. 

Onun için diyorum ki: Gıda güvencesi ve gıda arzına erişim konusu bir milli güvenlik sorunudur. Burada sizin aracılığınızla bunu söyleyeyim ben. Bir: Türkiye mutlaka ve mutlaka kamucu politikalara yönelmek zorundadır. İki: Osmanlı'da topraklar biliyorsunuz ki kamunun malı sayılırdı yani bütün herkesindi. Biz bunu yanlış yönettik. 

Bugün birçok insanın elinde topraklar var. Türkiye'deki miras yasası çok kötü bir sonuç doğurmuştur. Tarla toprakları küçük parçalara bölünmüştür. Bizim toplumumuzda şeffaflık olmadığı için, paylaşım anlayışı olmadığı için kardeş kardeşle kavga ediyor. Beş dönüm tarlası var. İkiye bölününce sayı birer dekara düşüyor. Ne o kullanabiliyor ne de diğeri.

Bu bir mülkiyet meselesidir. Bunun sonucunda çok fazla miktarda tarım alanımız işlevsiz kalmıştır. İnsanlarımız köylerini terk edip şehirlere gelmişlerdir. Köylerdeki topraklar boş kalmıştır. Meselenin mutlaka bütünlüklü olarak planlanması lazım...

Peki, nasıl olacak?

Şimdi burada yapılması gerekenleri anlatacağım. Eğer dinliyorlarsa, mutlaka şunları dikkate almaları lazım: 

Bir: Türkiye'nin tarım politikası bütünlüklü olarak ve siyaset üstü bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Tarım politikası, gerçekte siyasi bir konudur. Siyaset üstü bir yaklaşımla Türkiye'nin bunu önüne koyması lazım. 

İki: Türkiye'nin ne kadar toprağı olduğunu halen tam bilmiyoruz. Açık konuşalım. Çok da üzücü bir şeydir. Dolayısıyla Türkiye'nin tarım topraklarının haritası çıkarılmalıdır. Ne kadar toprağımız var? Ne kadarını işleyebiliriz? Bunu bilmeliyiz. 

Üç: Havza bazlı çalışma, plan ve programlar yapılmalıdır. Çünkü Türkiye büyük bir coğrafyadır. Batısından doğusuna birkaç iklimi aynı anda yaşayan bir ülkedir. Her iklimde, her bölgenin kendine özgü bitki türleri vardır. Bunlara uygun olarak havza eksenli olarak hangi bitki, hangi bölgede yetişebilir, bunun belirlenmesi gerekir.

Dört: Türkiye'nin hangi bitkilere ihtiyacı var? Bunlar tespit edilmelidir. Güzel bir örnek olarak söyleyeyim: Türkiye'nin çay politikası vardı, tütün politikası vardı. Kamu vatandaşına üretim için planlama yapardı, gübre verirdi, destek çıkardı. Vatandaştan o ürünü alır, değerini kıymetini verirdi ve çok da sağlıklı gidiyordu. 

Aslında Türkiye kamusal anlamda tarım üretimini, tarım yönetimini doğru yönetiyordu. Ne zaman ki işin içerisine siyaset girdi, Kamu iktisadi teşebbüsleri/kurumları (KİT), siyasiler tarafından arpalık olarak kullanıldı. Bir kişinin çalışacağı yere on kişi girdi. Şeffaflık ve denetim ortadan kalktı. Ve insanlar kamudan korktu.

Şimdi de diyorlar ki: Her şeyi özelleştirelim. Bir siyasi partinin programına bakıyordum. Tarım politikası nedir diye. İlla da götürüp özelleştirmeye vereceğiz konusunda gayet ısrarlılar. Oysa tarım, şirketlerin eline verildiği andan itibaren çöker. Nitekim çöktü de. 

Bizim bugün tekrar gıda güvencesini sağlayacak şekilde mutlaka bütünlüklü bir kamusal politika izlememiz lazım. Bunun için de tarım politikamız milli olmalı, bir milli tarım bakanlığı kurulmalıdır.

Türkiye toprakları insanlarının karnını doyuracak kapasitededir. İyi bir planlamayla, iyi bir yönetimle, şeffaf, insani değerleri öne alan, birlikte üreten, birlikte tüketen, birlikte paylaşan bir konuma getirebiliriz. İnsani değerleri unutmamak kaydıyla biz bu işi halledebiliriz.


Depremin tarım üzerindeki etkileri ve yapılması gerekenler

Depremden birkaç hafta önce Prof. Dr. İbrahim Ortaş ile gerçekleştirdiğimiz röportajdan sonra, kendisi deprem ile tarım üzerine bir makale yazdı.

Her iki meselenin güncelliği bakımından Yeni Adana gazetesinin 16 Şubat 2023 tarihli nüshasından yayınlanan makalesinden alıntı yaptık. 

Depremin Etkilediği Alanlar Genelde Tarım Bölgeleridir Deprem Türkiye'nin tarım potansiyeli yüksek (Mersin'den-Elâzığ'a kadar) 12 İlini etkiledi veya etkisini hissettirdi. 

Depremin doğrudan etkilediği Adana'dan Diyarbakır'a kadar toplam 10 il 3.7 milyon hektar verimli tarım arazilerine sahip önemli üretim potansiyeline sahip illerdir. Antakya ve Adana Türkiye'nin önemli miktarda yaş sebze ve meyve üretimini sağlamaktadır. Osmaniye'de yerfıstığı üretimi Kahramanmaraş'ta biber, pamuk ve mısır üretimi, Adıyaman'da üzüm, tütün ve Malatya'da ise kayısı üretimi yapılan başlıca illerimiz. 

TÜİK verilerine göre deprem bölgesi aynı zamanda bir hayvancılık bölgesi olup Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman bölgesinde son yıllarda önemli miktarda keçi ve süt inekçiliği yapan çok sayıda hayvan çiftlikleri bulunmaktadır. Deprem öncesi bölgede toplamda 2 milyondan fazla büyükbaş ve 9 milyondan fazla küçükbaş hayvan bulunduğu belirtilmektedir. Bölgede resmi kayıtlı çiftçi sayısının 300 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. 

Deprem yalnız evlerin yıkılması ve on binlerce canımızın ölmesine yol açmadı aynı zamanda, evcil ve yabani hayat hayvanların ölmesine ve yaşam alanlarının yok olmasına yol açtı. Başta köyler ve kentlerin etrafındaki alanlarda tarım ve hayvancılık yapan yüz binlerce çiftçinin varlıkları ve iş imkânları da ciddi düzeyde zarar gördü.

Özellikle kırsalda depremin şiddetli derecede etkilediği alanlardaki çiftçilerin bir kısmı yaşamını yitirdi. Kalanların da bitkisel ve hayvansal üretim olanakları ve ekipmanları kullanılamaz oldu. Kış günü olması nedeniyle başta traktörler ve iş makineleri evlerin alt katlarında ve/veya ambarlarda olduğu için ciddi hasarlar görerek iş göremez haldedirler. 

Benzer şekilde kırsalda haneler ile yan yana olan ihtiyaçlık küçük büyük baş hayvan ve kümes hayvanları telef oldu. Ayrıca kırsalda ticari işletmeler olarak ağıllardaki küçükbaş, büyükbaş ve kümes hayvanları binaların yıkılması sonucu telef olmuşlardır.

Ne kadar hayvan barınağı, kümes ve evin yıkıldığı bunların içinde hayvanın zarar gördüğü ancak incelemeler ile belirlenebilir. Çok fazla hayvan kaybı aynı zamanda önümüzdeki günler için gıda güvenliği ve güvencesi açısından sorun yaşanacağı anlamına gelecektir. 

Bölgede çok sayıda tarım işletmesi ve bayi tarımsal ilaç, gübre, tohum ve tarımsal ekipman ihtiyacı sağlamaktaydı. İşletmelerinde ciddi mal ve hizmet kayıpları olmuştur. Bölgede buğday, mısır, pamuk, yerfıstığı, bakliyat tohumu depoculuğu yapan işletmelerin depolardaki ürünleri yıkılan binaların altında çoğunlukla kullanılamaz duruma gelindi. 

Hayvancılığın yapıldığı bölgelerde yem fabrikaları ve diğer tarıma dayalı fabrika ve işyerleri depremden fazlasıyla etkilendiler. Başta Gaziantep, Kahramanmaraş, Adıyaman, bölgelerinde un, makarna ve sıvı yağ fabrikaları bulunmaktadır. Antakya, Kahramanmaraş, Osmaniye ve Adıyaman'da depremden birçok fabrika ve iş yeri çok ciddi hasar alarak üretim dışında kaldılar.


Deprem, Tarımı Olumsuz Etkileyerek Gıda Güvencesi Sorunu Yaratmıştır. 

Depremde birlikte yıkılan her ev aynı zamanda tarımın da yok olması anlamına gelmektedir. Doğal olarak deprem bölgesinde olan ve deprem olma ihtimali kaygısı ile öncelikle canını kurtarmak için uğraşan insanlar tarım yapmaktan vazgeçebilir.

Son yıllarda kırsalda yaşayan ve tarım yapan nüfusun azalması, deprem sonrasında bu durumun daha da kötüleşeceği ve çoğunluğu yaşlı olan çiftçi nüfusun giderek hızla azalacağı kaygısı doğmuştur.

Depremde can kaybının yanında, ambarlardaki traktörler, iş makineleri ve ekipmanları, tohum, gübre ve diğer girdilerin kaybı yaşanmıştır.  Çiftçiler için önümüzdeki haftalarda başlayacak olan bahar dönemi üretimine başlama olanağı yok gibi görülüyor.

Tarım ve hayvancılığın yapılamaması, gıda güvencesinin olumsuz etkileneceği anlamına gelmektedir. Bu bağlamda deprem bölgesindeki çiftçileri 2023 yılında daha zorlu bir sınav beklemektedir. 


Ne Yapılmalı? 

Kamu olarak öncelikle deprem bölgesinde çok yönlü, organize olunarak durum tespiti yapılmalıdır. 

Bölgenin deprem öncesi ürettiği, tükettiği mal ve hizmetler belirlenerek geleceğe yönelik yaraların nasıl sarılacağı ve yaşamın sürdürülebilirliği sağlanması gerekir. Hangi bölgede ne tür bir yapılanma, tedarik ve imar-onarımın yapılması gerektiği, oluşan zorunlu durum ve ihtiyaçlar acilen belirlenmelidir. İhtiyaca ve duruma uygun olarak yapılacak ilgili iş planları çerçevesinde acil olanlar sırasıyla yapılmaya başlanmalıdır. 


Bölgede gördüğüm-yaptığım tespitlerim ve oluşmuş sorunlar:

Çiftçilerin iş makinesi ve ekipmanları enkaz altında kullanılamaz durumda. Cemrelerin düşmesi ve mart ayı ile birlikte ekim-dikim işlemi başlayacaktır. Mart ayından sonra başlayacak bitkisel üretimin devam edilebilmesi için hükümetin ek bütçe ile olanakları yetersiz olan insanların tarımsal desteklemeleri artırılmalı. 

Bölgedeki yem fabrikalarının da zarar görmesi sonucu hazır yem kullanan üreticiler için yem ihtiyacı doğmuş olabilir. Sağ olan havyalardan sağılacak sütlerin toplaması sorunu var.Varsa yaralı hayvanların kesilmesi ve etlerinin Et-balık ve Süt Kurumu tarafından değerlendirilmesi. Memleketini terk etmek zorunda kalan insanlar veya depremde ölenlerin sahipsiz kalan büyükbaş ve küçükbaş hayvanları, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) tarafından korumaya alınması ve beslenme dâhil her türlü ihtiyaçlarının karşılanması. 

Deprem bölgesindeki üreticilere gerekli maddi destekler verilmeli. Öncelikle bitkisel üretimi güvenceye almak için gübre, mazot, ilaç, tohum ve depolama için somut destek sağlanmalı. KDV sıfırlanmalı veya minimize edilmeli. Üreticilerin, çiftçilerin varsa borçları ertelenmeli. BAĞ-KUR, SSK prim ve sigorta taksit ödemeleri ötelenmelidir. 

Öncelikle tarımsal desteklemelerin kamu eliyle koordineli olarak yapılması gerekiyor. Tarım ve Orman Bakanlığı, bölgedeki çiftçilere gübre, mazot ve hayvancılık desteklerini Şubat ayı sonuna kadar ödeneceğini açıkladı. Ayrıca bakanlık her büyükbaş hayvan için 500, küçükbaş hayvanlar için de (hayvan başına 50 TL) destek sağlanacağını belirtti. Bu desteklemeler önemli ancak daha sistematik ve bütünlüklü bir ihtiyaç ve çözüm desteği gerekiyor.  

Bölgede ivedilikle kamu idaresi başta TİGEM, Tarım İl Müdürlükleri, Tarımsal Araştırma Kurumları ve ilgililer tarıma yönelik olarak yapılması gerekenler tespit etmelidir. Benim bilfiil sahada gördüğüm ve yapılması öncelikli olanlar şöyle sıralanabilir: 

  • Deprem bölgesindeki insanların özellikle kırsal alanda yaşayanların öncelikle barınma, ısınma, beslenme gereksinimlerinin karşılanması elzem görülmektedir.

    Deprem bölgesinde tarımsal ilaç, gübre ve diğer girdileri satan bayilere ve esnafın enkaz altında kalan ya da hasar gören ürün ve malzemeleri için ek destek ve yardımlar yapılmalı. Yıkılan ambarlarda kullanılmaz duruma gelen tohumluk ve damızlık ihtiyacı acilen sağlanmalı Fide-fidan ihtiyacı belirlenmeli ve ivedilikle sağlanmalı. 
     
  • Yıkılan ahır, ağıl ve kümeslerin tespit edilmesi, hayvan kayıpları belirlenmeli. Hayvanların barınabilmesi için uygun nitelikli çadır veya ahır ihtiyacı hızla karşılanmalıdır. Varsa yaralı hayvanların tedavilerine öncelik verilmelidir. 
     
  • Canlı kurtarılan hayvanlar elden çıkarılmamalı. Kamu eliyle güvenceye alınarak üretimde kalması sağlanmalı. 
     
  • Çiftçilerin geride kalan ürünü, hayvanı ve malı fırsatçıların istismarına bırakılmamalı. Süt hayvanlarından sütleri toplanarak soğuk zincir yolu ile bölge dışındaki işletmelere nakledilerek ürünler bayatlamadan değerlendirilmeli. 
     
  • Yıkılan ev ve işyerlerinin yeniden inşasına destek sağlanmalı. Yeni yapılacak yapılanmada kesinlikle tarım alanları üzerinde yeni yapılaşmalara izin verilmemelidir. Hayvan barınakları, kümeslerin yapılmasında depreme dayanıklılık dikkate alınmalı.

(Bütün bunlar) Toplumun beslenmesi için önemlidir…

 

 

Kaynak: https://yeniadana.net/kose yazilari/depremin_tarim_uzerindeki_olumsuz_etkileri_ve_yapilmasi_gerekenler-7867.html

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU