Yıkım ve terk edilmişliğin arasında bir tarih: Antakya

Independent Türkçe, Kahramanmaraş merkezli depremlerin birinci ayına doğru sarsıntılardan en çok etkilenen kent Hatay'a gitti. Kentin merkezi Antakya neredeyse terk edilmiş, kalanlar eşyalarını kurtarma derdinde, sokaklar yıkıntı atığından geçilmiyor

6 Şubat Depremleri'nin en fazla yıkıma yol açtığı kentlerden biri medeniyetler şehri Hatay. 

Özellikle kent merkezi Antakya en büyük hasar alan yer.

3 bin 79 binadan artık eser yok. 

Bir başka deyişle 10 kentte en büyük yıkım Antakya'da meydana geldi. 
 

yıkıntı.jpg

Onlarca enkazın dışında, "Ha yıkıldı ha yıkılacak" yapılarla dolu Antakya'daki Odabaşı mahallesi / Fotoğraf: Burak Ütücü


Roma İmparatorluğu döneminde Roma ve İskenderiye ile birlikte dünyanın en büyük üç şehrinden biri olarak kabul görüyordu Antakya.

Depremin birinci ayına yaklaşırken ise daha çok yıkımın başkenti gibi.

Roma ve Osmanlı dışında Akat, Hitit, Mısır, Urartu, Asur, Emevi, Abbasi, Memluk, Mısır, Bizans ve Pers uygarlıklarına ev sahipliği yapmış Antakya.

Bugün savaş alanına dönmüş, terk edilmiş bir kent görüntüsü veriyor.

Fay hatları yeni çıkmadı, dün de fark edilmedi. 

115 senesinde, Roma İmparatorluğu döneminde de yıkıldı, bin 908 yıl sonra da öyle... 

Antakya'da yıkıntılar içinde bir mahalle: Odabaşı

Antakya'da 95 mahalle var. 

O mahallerden birine, Odabaşı'na girdik. 
 

dora burak.jpg

Independent Türkçe muhabirleri Dora Mengüç ve Burak Ütücü / Fotoğraf: Burak Ütücü


Ağzımızda korona döneminin yadigarı filtreli maskeler...

Çoğu bina 2013 öncesinden... 

Yani asbestin yasaklandığı yıldan evvel inşa edilmiş.

Dolayısıyla tozdan geçilmiyor.

Havada sadece kuşlar değil kansorejen de uçuşuyor. 

Asbest bugün öldürmüyor ama yarın öldürebilir.

Akciğer ya da mide kanseri, hepsini buyur edebilir.

Bölgede ancak geçirdiğimiz bir haftanın ardından aklımız başımıza geliyor, "Haydi şunları takalım" diyoruz. 

Yıkıntıların orta yerinde bir mahalle: Odabaşı

Aslında yıkıntıların arasında ilerlemeye çalışırken, yanlış bir yola girdiğimizde fark etmiştik Odabaşı mahallesini...

Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Suriyeli göçmenlerin de yaşadığı bir yerdi burası. 

6 Şubat'tan evvel ortalama konut fiyatının 921 bin lira, konut kirasının ise 3 bin 200 lira seviyelerinde olduğu bu mahallede artık konuttan eser yok. 

Çok sayıda enkaz ve ağır hasarlı binanın orta yerinde öylece duruyoruz. 

Haber denilen kavram elbet duygulardan ari. 

Ama bulunduğumuz noktada duyguları saklamak güç.  

O yüzden şaşkınlık ve dehşetin birbirine karıştığını hissedebiliyoruz. 

Olabildiğince dikkatlice atarken adımlarımızı, Yaşar Kemal'in henüz 17'sinde yazdığı "Yalnızlık" şiiri yükseliyor yıkıntı atıklarının, molozların arasından. 

Romantizm filan olsun diye değil.

Burayı olabildiğince sahici bir elem havası kapladığından, o şiir bugünün Antakya'sını bir parça anlattığından: 

Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin
Su olsan kimse içmez,
Ölür de susundan
Yol olsan kimse geçmez,
Bir de bulutları görürsün,
Bir de bulutları görürsün
Köpürmüş gelen bulutları
Başka ne gelir elden?
Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde
şu dünyanın ıssızlığı
Tanrı kimsenin başına vermesin
böyle bir yalnızlığı!  

Yalnızlığa bürünmüş Antakya...

Mesele şu aşamada devlet katından kimlerin gelip kimlerin gittiği değil.

Mesele kentlerini ve anılarını ardında bırakıp boşaltmak zorunda kalan bir halkın olduğu gerçeği... 

Şu aşamada, işte o yüzden yalnız...

Yaşar Kemal, 1956 senesinde Eskişehir Depremi için sokaklara indiğinde kenti "Çadırlı Şehir Eskişehir" diye nitelemişti. 

67 yıl sonra Hatay ve diğer kentler için tastamam bu tarifi yapabilmek ise afetin 1. ayına yaklaşırken çok güç görünüyor.

Yürüyoruz enkazların arasından. 

Maske bile fayda etmiyor etrafa dağılmış o kesif kokuyu bastırmaya.

Zamanımız kısıtlı, adım attığımız her nokta hayli tehlikeli, bir sonraki büyük bir artçı hepsini yere indirecek gibi.

Birazdan Altınözü'nden çiftçi bir arkadaş gelecek, onunla buluşacağız.

Acelemiz ondan...

Herkesin bir diyeceği, herkesin göstermek istediği, hemen herkesin bir derdi var. 

Hızlı ve ürkek adımlarla ilerliyoruz. 

Asi Nehri'ne savrulmuş yol

Bu mahalle tersine akan büyük akarsunun, yani Asi Nehri'nin hemen kıyısında...

Zaten koca Antakya da bu nehrin üzerine kurulmuş.

Sadece evler değil, buradaki yol da kötü durumda.
 

asi nehri yol.jpg
Asi Nehri'ne paralel uzanan yolun, yaya kaldırımının da neredeyse yarısı bugün yok / Fotoğraf: Burak Ütücü


Neredeyse yarısı nehrin köşesine öylece yığılmış; taşların altında boşluk, bastığınız an aşağıya düşmeniz işten bile değil. 

İlk bakışta fay hattının buradan geçtiğini sanıyoruz. 

Civardan bir depremzede yanaşıyor.

Bölgeye gelen birkaç uzmanın "Faydan değil, istinatı adam akıllı yapmamışlar" dediklerini aktarıyor. 

Kafanızı bile kaldırmadan, sadece önünüze bakarak bile yürüdüğünüzde ayağınıza takılan beton parçaları insana "Acaba adam akıllı ne yapılmış ki?" diye sordurtuyor. 

Terk edemeyenler, eşyalarını kurtarmaya çalışanlar

En çok zemin sıvılaşması Antakya'da görülmüş. 

Jeologlar, jeofizikçiler öyle diyor.

Yani zemin taşıma gücünü kaybediyor. 

Böyle olunca da bina zeminin içine göçüyor. 

Antakya'da bu şekilde o kadar çok bina var ki... 

Bir binaya rast geliyoruz, yıkıntılardan tepe oluşmuş, üstünde üç genç... 

Selam ediyoruz, geçmiş olsun diyoruz,  ne yaptıklarını soruyoruz.

"Eşyalarımızı kurtarmaya çalışıyoruz" diye yanıt veriyorlar. 

Hangi eşyalar, nasıl?

"Birkaç parça kıyafet ile kitaplarımız var" cevabını alıyoruz. 

Hemen 100 metre ötesi, ağır yıkıma uğramış sekiz katlı bir bina... 

Hala ve güç bela ayakta... 

En son katına bir asansör vinç uzanmış.

Aşağıda "eski" kat malikleri...

"Eski" çünkü sahip oldukları daire yok hükmünde artık.

Devlet ne yapacak merak ediyorlar. 

Tek merak ettikleri bu değil.

Kurtaracakları birkaç parça eşyaya bakıyorlar tasalı, kaygılı gözlerle, acaba alabilecek miyiz diye.

"Ya yine deprem olursa?" diye soruyorlar. 

Maraş'taki ilk deprem yaralı, ikincisi yarayı ağırlaştırdı, 20 Şubat'taki Hatay depremi ise mahvetti birçok binayı.

Endişe bundan sebepli. 

Vatandaş içeriye girmişken yeni bir sarsıntıyla daha karşılaşmak istemiyor.

Riskin farkındalar, canlarını kurtarmışlar ama gün geliyor mal canın yongası işte...

Yaşamaya devam etmek için paraya ihtiyaçları var. 

Kurtarabildikleri eşyaları satacaklar. 

Öyle uzun vadeli filan değil taş çatlasa birkaç aylığına yeni bir hayat kurmaya girişecekler. 

Afet bölgelerindeki hanelere yapılan 10 bin liralık devlet yardımı yetmiyor demek ki...

Hele binasının hasar tespitini yaptıramayan yoksul aileler için durum iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Çevre illerde ev kiraları almış başını gitmiş, fırsatçılık deseniz gırla...

İç göçün duraklarından bir "dinlenme" tesisinden kasesi 100 liraya satılan çorba misali...

Gazeteler yazıyor, televizyon kanalları aktarıyor "Adalet Bakanlığı ürün ve kirada fahiş fiyat artışı yapanlara 2 yıldan 5 yıla hapis cezası öngören yasa için çalışma başlattı" diye...

Yeni düzenlemenin önümüzdeki günlerde TBMM gündemine gelmesi bekleniyor.

Yürüğümüz yollardaki beklenti ise bambaşka.

Yıkılmaya yüz tutmuş evden eşyaları kurtarmanın bedeli bile yaklaşık 15 bin liradan başlıyor. 

Hatta 20 bin liraya kadar çıktığı oluyor.

Depremzeler öyle diyor. 

Cebinde hiç parası olmayanlar mı? 

Depremde kurtarabildiği canını deprem sonrasında hiçe sayıyorlar. 

Merdiven dayayıyorlar binaya, öyle girmeye çalışıyorlar.

Evleri içindekilerle birlikte tamamen yok olmadan. 

"Yapmayın, çok tehlikeli" demeye hazırlarken kendimizi; belli ki anlıyorlar gelecek uyarıyı. 

"Ne yapalım, nasıl yaşayalım?" diye soruyorlar.

Antakya'nın her yeri asker ve polis

Yağmalama ilk günlere göre azalmış, her yerde polis ve asker...

Beyaz 4x4 aracından inen özel harekatçı polis yanımıza yaklaşıp "İhbar aldım, yağma mı yapıyorsunuz?" diye soruyor. 

Kurum kimliklerimizi gösteriyor, gazeteci olduğumuza ikna ediyor, yolumuza devam ediyoruz. 

Asayiş sağlansa da, halkın endişesi sürüyor.

Depremde sahipsiz kalmış araçlar da hedefte. 

Karşılaştığımız insanlar "Araç çalınamayacak gibiyse akü ve hoparlörleri götürüyorlar" diyor.

Mikrobölgeleme, zemin etüdü, paleosismoloji...

İnsan bir hastalığa tutulduğunda kendisi ve yakın çevresi birden uzman kesilir ya hani... 

Tüm o teknik terimler, terminolji, latince sözcükler, tibbi jargon... 

Artık ne olup bittiğini anlamlandırabilmesi için yaşamının parçası olur ya insanın...

Başına geldiğinde hani... 

Deprem sonrasında benzer aslında... 

Dev bir sarsıntı, onlarca ölüm olana dek hiçbir şey yokmuş gibi akıp giderken hayat, herkes birden yepyeni sözcüklerle tanışıyor, içselleştiriyor. 

Paleosismoloji, mikrobölgeleme çalışması, zemin etüdü, geoteknik...

Vesaire vesaire... 

"Bunlar şöyle yapılsaydı, şunlar böyle olsaydı" türünden hayıflanmalar galebe çalıyor. 

Normal şartlar altında ağır aksak işleyen, kapı kapı (ya da e-devlet üzerinden dakika dakika mı demeli?) dolaştıran bürokrasinin iş bina dikmeye gelince hızlandığını o kadar net anlıyoruz ki; bir sarsıntının aynı hızla yıktığı binaları görünce... 

İmzalar, olur raporları, yapı denetimden gözü kapalı onaylar, üstüne de ruhsat... 

Mevzuat var uygulama neredeyse yok.

Manzara can acıtıcı ama bundan ötesi var. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Enkazın altında kalan sadece insanlar değil sistemin kendisi. 

İnsanlık kendi eliyle inşa edip içine girdiği evlerin altında kalıyor böylece. 

Türkiye deprem memleketi.

Ve her birimiz birer depremzede adayıyız, doğru binalar inşa edilmediği sürece.

Bunun bilinciyle ayrılıyoruz Antakya'daki Odabaşı mahallesinden...

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU