Hamaney'in mağduriyeti ve küresel komplo yalanı

Gerçek şu ki, Tahran rejimi düşmanı olduğunu iddia ettiği taraflarla asla düşmanlık içinde olmadı. Bilakis halkı, komşusu ve dini ile amansız bir düşmanlık içinde

Fotoğraf: SIPA / Düzenleme: Independent Türkçe

İran devriminin dini lideri, Arap ve Arap olmayan sömürgelerinin ilahi yetkilisi Ali Hamaney'in rejimine karşı küresel komplo hakkındaki kitabını okumak herkesin hakkı.

Ancak Hamaney ve rejiminin sorunu, rejimin hakikatini, önermelerinin ikiyüzlülüğünü, iktidar çevresinin yozlaşmışlığını ve uygulamalarının vahşetini keşfeden özgür İran halkıyla.

İran-Kontra anlaşmasının ifşa edilmesinden bu yana sözde güvenilirliğini onlara düşmanlık üzerine inşa ettiği tüm güçlerle şüpheli ilişkilerinden bahsetmiyoruz bile.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Tarih kitapları, ABD liderliğindeki Batılı güçlerin çok önemli iki husustan emin olduktan sonra onayladıkları, Tahran Mollalarını iktidara taşıyan koşulları gelecekte ortaya çıkaracaktır.

Bu iki husustan ilki, Şah Muhammed Rıza Pehlevi rejiminin, kendi gücüyle, Marksist en soldan dini en sağa kadar onu devirmek isteyen bir dizi tarafın meydan okumaları karşısında artık uzun süre dayanamayacağına kesin kanaat getirmekti.

Bu nedenle Şah sonrası döneme yavaş yavaş hazırlanmak ve mevcut alternatifler arasında bir karşılaştırma yapmak gerekiyordu.


İkincisi, Batı kampının en büyük düşmanı olan Sovyetler Birliği de yaşlılık ve gevşeme dönemine girmişti.

Buna dayanarak Batı özellikle de Washington ve yaşlanmış Moskova'yı tüketmek için silahlı siyasal İslam inşa etme stratejisini benimsedi.

Doğuda Pakistan ve Afganistan'dan batıda Kuzey Afrika'ya kadar Ortadoğu'nun tüm bölgelerinde varlığını güçlendirme bahsini oynadı.


Batı, İran'ın kendi içinde ve ayrıca küresel bir stratejik düşünce savaşı çerçevesinde Ortadoğu düzeyinde ideal alternatifi silahlı siyasal İslam'da buldu.

Dahası komünizm düşmanlığı, yalnızca Güneydoğu Asya ve Latin Amerika'da değil, Arap dünyasında da Batı'nın siyasi söyleminin her zaman önemli bir parçası olmuştu.

Komünizmi kuşatma ve askeri ittifaklarla yayılmasını önleme politikası, kırklı yılların sonlarından ellili, altmışlı, yetmişli yıllar boyunca ve "Soğuk Savaş"ın sonuna kadar uluslararası mücadelenin başlığıydı.


Bu bağlamda, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), 1949'da Sovyetlerin Avrupa'daki etkisini sınırlamak için doğdu.

Ardından Küba devriminin zaferinden sonra Latin Amerika'da da yayılması önlendi. 1956'da, Sovyetlerin Yakın ve Orta Doğu'da yayılmasını önlemek için Bağdat Paktı kuruldu.

Irak'ın 1958'de çekilmesinin ardından pakt CENTO (Merkezi Antlaşma) adını aldı.

Güney Doğu Asya Antlaşması Teşkilatı (SEATO) ise, komünizmin Çin, Çinhindi ve Kuzey Kore'deki zaferlerinin ardından Uzak Doğu ve Güney Asya bölgelerinde komünizmin yayılmasıyla mücadele için 1954 yılında kuruldu.


1945'te Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan ve o zamanlar, yeni dünya düzenini, çıtası veya kuralları olmayan herhangi bir açık çatışmada Batı ve Doğu bloklarının birbirini karşılıklı olarak yok etme kabiliyeti konusunda uyaran atom bombası sonrası dönemde askeri ittifaklarla kuşatma politikası bir çare oldu.

Kuşatma, çevreleme ve ardından dizginleme yoluyla, herkes için yıkıcı olacak küresel bir çatışmaya girmek zorunda kalmadan çok sayıda bölgesel yıpratma ve şantaj savaşı yürütmek mümkün hale geldi.

Gerçekten de Çinhindi savaşları (Vietnam, Laos ve Kamboçya) gibi kesintisiz devam eden, genişleyen ve zayıflatan bölgesel çatışmalar veya Arap-İsrail savaşları gibi aralıklı savaşlar ya da dönemin bölgesel dengelerinin yahut büyük oyuncuların önceliklerinin dayattığı bölgesel senaryoların önünü açan savaşlar dahil olmak üzere çok sayıda savaş yaşadık.

Bu son tür savaşların en öne çıkanları, Pakistan'ın bölünme savaşı, Afganistan'daki savaş, ilk Irak-İran savaşı, Angola savaşı, Etiyopya savaşı ve diğerleridir.


Bu noktada, İran-Kontra anlaşmasından önce bile kendisine ışık tutulmayı hak eden bir dönem, ABD-İran ilişkileri tarihini -Dini Lider Ali Hamaney'in izniyle- araştıranların dikkatlerinden kaçmamalı.

Söz konusu dönem, Richard Helms adında çok önemli bir Amerikan diplomatik ve güvenlik figürüyle bağlantılı.

Helms, Soğuk Savaş'ın belirleyici olan son aşamalarında çok hassas iki pozisyonda bulundu: 1966 ile 1973 arasında CIA direktörlüğü, 1973 ile 1976 arasında ABD'nin İran büyükelçiliği.

Böylece Helms Ortadoğu kargaşasının tam ortasında bulundu.

Haziran 1967 savaşına ve 1969'da Sudan ve Libya'daki askeri darbelere, ardından Eylül 1970 yılında Ürdün'de yaşanan olaylara, Cemal Abdunnasır'ın ölümü ve Enver Sedat döneminin başlamasına ek olarak, Suriye ve Irak'taki değişikliklere tanık oldu.


İran'a gelince, Helms'in orada büyükelçi olarak görev yapmasından dolayı İran'ın durumuna dair gözlemleri ve içeriden takipleri pekişti.

Şah ve rejiminin durumu hakkında topladığı ve analiz ettiği veriler, belki de tehlikeli bir stratejik rol oynamaya uygun bir ülke ile ilişkilerin geleceğine dair resmi Amerikan okumasını belirledi.

Gerçekten de aynı anda birkaç amaca hizmet eden bir İran alternatifi üzerine bir bahis oynanmaya başlandı.

Bu amaçların birincisi, Moskova, ikincisi İslam dünyası, üçüncüsü Arap dünyasına yönelikti.
 


İlk amaçla ilgili olarak, Washington'un Tahran Mollalarının Şah'ın yönetiminin mirasçısı olmak konusunda İran solunun önüne geçmelerini sağlama bahsi başarılı oldu.

Bu sadece Sovyetlerin İran'ı etki alanlarına dahil etmesini engellemekle kalmadı, aynı zamanda hem İran'ı hem de Pakistan'ı "silahlı siyasi İslam" için stratejik üsler haline getirdi.

Afganistan'ı Sovyetler Birliği için bir bataklığa çevirdi ve onun sonunu hızlandırdı.


İkincisine gelince, devrimi ihraç etme projesinin bölgenin siyasi, dini ve mezhepsel kimyasını değiştirmesi, gerginlik, düşmanlık, fanatizm, yerinden etme ve terör tohumları ekmesiyle somutlaştı.

Burada Irak'ın işgalinden sonra askeri yöneticisi olan Paul Bremer'in söylediği "Şii çoğunluğu yüzyıllardır süren Sünni egemenliğinden kurtardık (!)" sözünü hatırlıyoruz.

Yine Irak bağlamımda, Hamaney ve onun Arap takipçilerinin Amerikan komplosu ile ilgili söylemlerine rağmen, İran'da sürgünde olan Iraklı Şii liderler, ABD'nin 2003'te Bağdat'ı işgalinden sonra Irak'a ilk dönenler oldu.

Lübnan düzeyinde, İran'a bağlı Lübnan Hizbullah'ı, silahını güney cephesinden çekip önce Lübnan'ın içlerine, ardından Suriye'nin içlerine nakletmeyi ayarladıktan sonra, İsrail ile deniz sınırlarını çizme anlaşması konusunda en hevesli güçtü.


Son olarak, Arap sahasında Tahran rejimi Washington'un çıkarlarına hizmet etti ve etmeye devam ediyor.

Yayılmacı işgal yaklaşımı, birçok Arap ülkesini ya ABD silahları alımlarını artırmaya ya da bir tür caydırıcılık veya stratejik denge yaratma umuduyla İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye zorladı.


Gerçek şu ki, Tahran rejimi düşmanı olduğunu iddia ettiği taraflarla asla düşmanlık içinde olmadı. Bilakis halkı, komşusu ve dini ile amansız bir düşmanlık içinde.

Canlı ve özgürlük özlemi çeken İran halkı bu rejimin ilk kurbanları oldu.

Yüzyıllardır yakın komşusu, kültür ve medeniyet ortağı olan Arap halkı ise ikinci kurbanı, hoşgörülü ve kapsayıcı İslam'ın birliği üçüncü kurbanı oldu.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Asasmedia

Şarku'l Avsat 

DAHA FAZLA HABER OKU