Alman hocam Josef Van Ess'in geçen ay ölmesinin ardından "Van Ess ve oryantalizmin sonu" başlıklı makalemi yazdım.
Yayımlanması için gönderdikten sonra ise korkuya kapıldım. Çünkü oryantalizm hakkındaki çokça yazmış olsam da başlığın bana ait olmadığını fark ettim.
Zira yaklaşık 20 yıl önce, üstadımız Semir Ataullah'ın böyle bir başlığa sahip bir yazı dizisini okumuştum. Söz konusu başlık; "Doğu'nun sonu" şeklindeydi.
Yine üstat Gassan Tueni'nin bir Fransız düşünürle birlikte yazdığı (ve Araplara atıfta bulunan) "Hiçbir şey için bir yüzyıl" başlıklı bir kitapçığını okuduğumu ve orada "son bulma" ifadesinin çokça kullanıldığını hatırladım.
Oryantalizm akademik bir disiplindir ve sona ermiş olsa da, başlıklar, terminoloji ve müfredat değişse de Doğu, Araplar ve İslam'a yönelik küresel ilgi sona ermedi.
Semir Ataullah'a göre "son bulmanın" anlamına gelince; gerçekten de korkunç ve ürpertici. Çünkü dünyanın sonuna yönelik bir uyarıdır.
Ataullah kozmopolit, ötekine açık, insana neşe ve kalkınma sunan Doğu'nun sona erdiğinden bahsetmektedir.
Bir hafta önce Ataullah ile yapılan bir röportajı izlediğimde, geçmişte bir bütün olarak Doğu hakkında söylediklerinin neredeyse aynısını Lübnan hakkında da söylediğini gördüm.
Kaldı ki ben de Şarku'l Avsat gazetesinde yayımlanan bir yazımda sadece Lübnan'da değil, Suriye, Irak, Libya ve tekrar etmeye ve saymamıza gerek olmayan diğer ülkelerde de yeniyi öngörememekten şikayet etmiştim.
Arap kederi ve umutsuzluğu olgusu sadece günlük gazetelerin makalelerinde yer almıyor.
Buna ilaveten roman, şiir, akademisyenlerin ekonomi, sosyal ve siyasal bilimlerdeki sunumlarında da yer buluyor.
Bunlar, tüm dünyanın örneklerine tanık olduğu krizler mi, yoksa gerçekten olumlu ve olumsuz özellikleriyle sona ermiş bir "çağ" mıdır?
Daha doğrusu milyonlarca insanın ve onların inşa ettikleri medeniyetin -ya da şehirleşmenin- tezahürlerinin kaybolduğu bir çağ mıdır?!.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Aydınlar ve gazeteciler Lübnan'ın yasını tuttuklarında, Lübnan'da medeniyetin ve modernliğin harap eserlerinden, yani okullar, üniversiteler, hastaneler, bankalar, uluslararası liman, havaalanı, Ortadoğu Havayolları, elektrik ve su, halkın çoğunun ilaca, yiyeceğe ve yakıta erişememesi ve göç düşüncesinin tüm genç erkeklere egemen olmasından bahsediyorlar.
Tüm bunları ya da bu korkunç kaybı, yerinden kımıldamayan, değişmeyen ve hiçbiri tövbe ya da vicdan azabının sonucu olarak istifa etmeyen yönetici siyasi sınıfa atfediyorlar.
Lübnan ve içindekiler hakkında okuduklarımızı ve izlediklerimizi Libya, Yemen, Suriye, Irak ve daha kim bilir nereler hakkında da okuyor ve takip ediyoruz.
Lübnan'ın avantajı -ki yalnızca Lübnanlıların gözünde Lübnan'ın her zaman avantajları vardır- henüz çatışmanın ya da tam bir kaosun patlak vermemiş olmasıdır.
Ancak diğerleri bunu bir avantaj olarak görmüyor. Diğer Arap ülkelerinde herkes silah sahibiyken ve onu durmadan kullanıyorken, Lübnan'da silahın sadece bir tarafın elinde olmasını ve bu tarafın silahı seçici bir şekilde kullanmasını, mevcut durgunluğa gerekçe olarak gösteriyorlar.
Ama dönüp aynı soruyu soruyorum;
Bunlar, kamu işlerinin yönetimindeki derin dengesizliklerin neden olduğu büyük siyasi krizler mi yoksa şimdiden kapsamlı bir uygarlık krizine mi dönüştüler?
Bunların ilgili ülkelerdeki büyük ve muazzam siyasi krizler olduğuna ve Arapların uygarlık durumuyla hiçbir ilgisi olmadığı eğilimimdeyim.
Bu sadece iyimserlikten değil. Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Fas gibi önde gelen Arap ülkelerindeki dikkate değer kalkınmaların varlığı bunun kanıtıdır.
Milyonlara ulaşan mülteciler ve umutsuz durumdaki göçmenler söz konusu olduğunda bile bu grupların yeni toplumları içinde hızla örgütlenme yetenekleri, dahası uygarlaşma ve kentleşme hissinden yoksun olmadıklarını gösteren gelişmeler de bunun delili.
Bu durumda ilgili sorunlu ülkelerdeki sonu gelmez gibi görünen bu büyük krizler neden ortaya çıktı?
Ordu tarafından yönetilmeleri, ordunun kurumların belini kırması ve kentsel sosyal uyumu bozması nedeniyle mi?
Ancak Mısır ordu tarafından yönetildi ve herhangi bir aksama yaşanmadı. Aynı şekilde Lübnan'da da hiçbir zaman askeri bir yönetim olmadı.
Profesör Nezih el-Eyyubi 1994 yılında sıkça başvurduğum "Arap devletini şişirmek" başlıklı bir kitap yayımlamıştı.
Yazar, Arap siyasi sistemlerdeki tıkanıklıkları ele alıyor ve bir değişim veya kurtuluş bekliyordu. Ne var ki 2011'de başlayan değişim hareketi, arzu edilen barışçıl değişimi gerçekleştirmedi.
Bu nedenle Lübnan da dahil olmak üzere değişimin güçlüklerle karşılaştığı ülkelerde çatışmalar ve çöküşler meydana geldi. Yine 2011'de Hizbullah (ve müttefiki General Avn) seçilmiş hükümeti devirdi.
O zamandan beri de Lübnan'da gerçek bir seçim yapılmadı ve bu nedenle Lübnan siyasi sınıfı ölümsüz hale geldi.
Lübnan'da son zamanlarda meydana gelenler, on yıllardır olduğu gibi Suriye ve Libya'da da yaşanıyor.
Irak'ta Saddam Hüseyin yönetiminin devrilmesinden sonra bazı gruplar yönetimi ele geçirdi. Nitekim bu egemen sınıf, görece özgür bir şekilde düzenlenen son seçimlerin sonuçlarını reddediyor.
Irak ve Lübnan'daki halk devrimi bile değişim getiremedi. Lübnan'da olduğu gibi Libya'daki parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri de nihayetinde barışçıl bir değişiklik getirebilecek gibi görünmüyor.
Bu durumda gözlemcilerin ulaşabileceği çıkarım; sorunun gerçekten de sadece dış müdahale yoluyla üstün ve hakim olmaya devam edebilen egemen siyasi sınıfta olduğudur.
Bu, kitlesel devrimini engellemek için İranlılar ile milislerinin, Rusların ve IŞİD'in ölümsüz rejimle iş birliği yaptıkları ve yapmaya devam ettikleri Suriye'de en iyi şekilde kendisini gösteriyor.
Suriye için geçerli olan Irak ve Libya için de geçerli.
Lübnan hakkında mafya ve milislerin, halkına ve sistemine karşı ittifak kurduklarını söylüyoruz. Mafya, politikacılar ve iş insanlarıdır.
Milislere gelince; siyasiler ve iş insanlarından oluşan, milislerle dayanışma içinde ve ortak bir şekilde yaşayan bu iki sınıf ile çıkar alışverişinde bulunan İran'a bağlı silahlı taraftır.
Büyük bir değişime ve reforma ihtiyacı var ki Suudi Arabistan, Mısır ve BAE'de olan da budur.
Sağgörülü ve bilge bir yönetim, sürdürülebilir kalkınmaya yönelik hızlı bir ilerleme vardır. Kargaşa içindeki ülkelere gelince; egemenler insan lehine değişimi reddediyorlar ve mevzilerini ilelebet korumak için dış askeri müdahalelerden medet umuyorlar.
Sona eren Doğu, Arap ülkeleri, Libya ve Irak'ta dahi ilk bağımsızlık hükümetleri üzerinde olumlu etkiler bırakan sömürgeci Doğu'dur.
Bu, on yıllar ve yıllar boyunca yaşananlarla karşılaştırıldığında, hatırlanmaya ve yası tutulmaya değer bir dönemdir.
Dolayısıyla bu bir uygarlık krizi değil, yönetişim, yönetim ve dış müdahaleler krizidir.
Bu bir teselli mi?
Elbette hayır. Çünkü değişim, gelişmekte olan Arap ülkelerinde olduğu gibi mutlaka gerçekleşmelidir.
Zira tabii ki yaklaşık 100 milyon Arap vatandaşının tamamının sıkıntıda olduğu için göç etmesi söz konusu olamaz.
Hasımlarının ve yöneticilerinin her zaman onlara karşı kendisinden cesaret aldıkları silah yerine, her şeye rağmen barış yoluyla değişimi gerçekleştirmek için çalışmayı sürdüreceklerdir.
Allah şüphesiz istediğini yapmaya güç yetirendir. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu