Bilindik ve bilinmedik, farklı dönemler, farklı sesler ve yıllardan "ordanburdan" şarkılar öyküleriyle birlikte her ayın ilk ve son cumartesi günleri tüm duyu organlarınızın hizmetinde! Karışık kasetin B yüzü için buyursunlar, ister bir ağaç altında okuyup dinleyin ister akşam sofraya oturmadan önce
"Güzel seslerle söyleyin, dinleyeyim; şarkılarınız, duyduğum en güzel en temiz şarkılar."
Divan-ı Kebir, VI, 92, b. 819.
B1: "Dünya" (1997)
Kamyon geri dönüyordu işte!
Sınırları ortadan kaldırmak için…
Ve içinde yıllarca birbirinden ayrı gayrı düşmüş, sürüsüne bereket insan vardı.
Çocukluk arkadaşları, akrabalar, dostlar, aşıklar…
Yer; Hisli Hisar kasabasıydı.
Bir yanda köyüne Gümrük Muhafaza Müdürü olarak dönen Mehdi bir yanda çocukluk arkadaşı Rahim…
Ve sadece çocukluklarının değil hayatlarının tam da orta yerinden geçiveren sınır telleri, o teller ile birlikte parçalanan yaşamlarının gölgesinde devam ettirmeye çalıştıkları rutinleri…
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Geriye bir tek, memur Mahmut kalmıştı.
Sınırı korumakla görevli bir düzine askere emri vermiş, onlar ise "Ayakta nişan al" vaziyetine geçmişti.
Ama asker emri bir türlü uygulamıyordu.
Her bir yanı insan dolu kamyonun sürücü koltuğunda Rahim Amca, hemen köşesinde elinde tuttuğu Türk bayrağıyla endamını gösteren Mehdi Bey vardı.
Asker ateş etmezse kanunen suçlu olacak, Ankara'ya hesap vermek durumunda kalacaktı, memur Mahmut'un gözünde…
Asker "Kendi vatandaşımı vurmam diyordu", memur Mahmut ise "O sınır geçilmez!".
Asker emre itaat etmeyince, memur Mahmut sarıldı bu kez silahına.
Olup bitenin farkına varan asker tereddüt etmeden namlunun ucunu bu kez Mahmut'a çeviriverdi.
"Türk askeri halkına ateş etmez, Ankara'ya söyle o evrakı g*e soksun" diyerek…
Tüm bunların olup bittiği yer Sinan Çetin'in "Propaganda" filmiydi.
Final sahnesiydi.
Fonda ise Yavuz Çetin'in dünyası vardı.
Yavuz Çetin, yaşasaydı kim bilir daha kaç filmin final sahnesinde müziği kullanılacak ama sinema afişlerinde Sezen Aksu ya da bir başka büyüğün ismi yazacaktı.
Yavuz Çetin, her birimize dayatılan şu yaşantının içinde var olabilseydi hala -her ne kadar artık aramızda yaşamak istememiş olduğunu ölümünden önce herkese duyursa da- kim bilir daha kaç eser bırakacaktı şu dünyaya.
Yavuz Çetin tuhaf ve bir o kadar özel bir insandı.
Travmatik bir çocukluk geçirmişti, psikolojik açmaz içindeydi.
Bununla birlikte müzikle yoğrulmuş bir karakterdi, bastığı notanın hakkını verenlerdendi.
Eğitimini de müzik üzerine almıştı.
Neşesini de hayal kırıklığını da onda bulmuştu.
Son zamanlarında hayatına yoksunluk, anksiyete, güvensizlik hakimdi.
Müzik yazarı Murat Beşer'in deyişiyle çok yönlü bir müzisyendi, yaptıklarından memnun olmayan, yapacaklarını ise tamamlayamadığı için huzursuz olan, nihayetinde "suyu arayan" bir genç adam olarak, efsane olarak tarif edilmeyi herkesten çok hak etmişti.
Ama belki de onu tanımlayacak en doğru söz yine Beşer'in deyişiyle "Ölümünden sonra etrafı kalabalıklaşan gizli kahramandı..." cümlesinde saklı.
25 Eylül 1970'de Samsun'da gelmişti dünyaya Yavuz Çetin.
Yaşasaydı bugün 51 yaşına basacaktı.
Kısa yaşamı boyunca rock ve blues müzikten ilham aldı.
Ama ilk çalgıları cura ile bağlamaydı.
Dünyası ele avuca sığmazdı.
Boy gösterdiği yıllar Türkiye'de gençlerin pek de anlaşılmadığı zamanlardı.
15'inde eline geçirdiği elektro gitar vücudunun bir uzvu haline geldi zaman içinde.
Esin kaynağı Jim Hendrix'ti.
İstanbul ve memleketin güneyini mesken tuttu.
1990'ın İstanbul'unda Batu Mutlugil, Zafer Şanlı ve daha sonra gruba katılacak Kerim Çaplı ile, "Blue Blues Band" ile birlikte çıktı sahneye.
1970'li yılların rock ve blues parçaları repertuarlarındaydı grubun.
Evet, Türkiye yine geriden geliyordu.
Ama bu geriden gelişin ortaya koydukları iyiydi, kaliteliydi, keyifliydi, dertleri yok ediciydi, felsefiydi, e biraz da rock ile blues'un abecesiydi.
Ya da şöyle demek daha doğru, o dönemin şartlarında İstanbullu rock ve blues severlere altın tepside servis edilen müzikal bir ansiklopedi niteliğindeydi.
Almanların siyah-beyaz TV'lerini yıllar geçtikten sonra Türkiye'ye kakalaması gibi bir şey değildi yani.
Grubun çaldıkları şarkılar arasında Jim Hendrix'in Foxey Lady'si ya da Cocaine'i de vardı, ZZ Top'un Fool for Your Stockings'i de…
Blue Blues Band, 5 yıl boyunca hiç prova yapmadan çıktı sahneye.
Onları dünya gözüyle canlı dinleyenler "Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya" diyor.
Kuşkusuz geçen yıllar içinde dünyanın değişime uğradığı doğruydu.
Dünya değişirken Yavuz Çetin'in içindeki gezegen ise daha karmaşık hale geliyordu.
Öyle ki, bu karmaşa onu 15 Ağustos 2001'de bir akşam vakti Boğaziçi Köprüsü'nden atlamaya doğru götüren bir ruh haliydi.
Yoğun depresyon teşhisi nedeniyle bir haftadır hastanede tedavi görüyordu, hafta başında iyileştiği gerekçesiyle taburcu edilmişti.
Erkan Oğur'un perdesiz gitar performansının da yer aldığı "Dünya" isimli enstrümantal şarkısının da aralarında olduğu ilk albümü "İlk" 1997'de çıkmıştı piyasaya.
Sınırları aşan bir dünyayı tarif etmişti Yavuz Çetin!
31 yıllık yaşamından geriye iki albüm, onlarca şarkı, yüzlerce müthiş eserin eşsiz yorumu, nesilden nesile taşınan anılar, Kadıköy-Beyoğlu trafiği ve bir evlat bıraktı.
Kendisine duyulan saygıyı pek göremedi.
Sanatçıydı.
Tıpkı yakın dostlarından Hakan Özer'in "Blue Blues Band" belgeselinde dediği gibi:
Newton bir gün bir ağacın altında uyuyormuş. Birdenbire kafasına bir elma düşmüş ve Newton yer çekimini keşfetmiş. Bize böyle öğrettiler. Zaten Newton kafayı bununla yormuş olmasaydı, kafasına düşen elmaya küfrederdi. Gökten üç elma düştü. Benim kafama düşmüyor, hak edenin kafasına düşüyor. Yavuz, zaten karıncalanmış içeriden bir yerden. Bir damarlarında zehir gezmiş. Sanatçılık böyle bir şeydir ağabey.
Hayattayken basının pek de ilgi göstermediği sanatçı, trajik ölümünün ardından cennetin kazandığı virtüöz olmuştu işte.
B2: "Kahır Mektubu" (1980)
"Kahır Mektubu" plağı çıktıktan sonra yolda yürüyordu.
Bir genç onu çevirip "Biz bir buçuk kilo rakıyı bitirdik ağabey" diye laf attı.
Zeki Müren'in dinleyeni uzaklara daldıran, hatta pek de içinden çıkarmayan o hüzünlü eserin yarattığı tahribat için verdiği yanıt şakayla karışıktı: "Ben Tekel İdaresi'yle ortak çalışıyorum kardeşim!"
Ne Tekel İdaresi kaldı ne Zeki Müren…
Ama Türk Sanat Müziği'nin güneşi Müren'in -Murat Belge'nin "mektepli arabesk" diye nitelediği- "Kahır Mektubu" eseri bugün hala içki sofralarının, derdin, tasanın, ayrılık acısının, hayatı sorgulamanın tam da köşesinde masadan hiç eksilmeyen bir meze gibi duruyor.
Zaten Zeki Müren de san'at yaşamında muhtemelen ilk ve son kez tarzının dışına çıkıp arabesk esintili bu şarkıyı seslendirmesini "Ben Türk Sanat Müziği sanatçısıyım, o ise benim soframda bir mezedir" diye tarif ediyordu.
En azından Aziz Üstel'in sorusuna bu yanıtı vermişti.
Onun meze olarak tarif ettiği bu şarkı, hem de arabesk müzik sanatçısı olmamasına rağmen "arabeskin oratoryosu" olarak tanımlanacaktı.
Tam 29 dakika 29 saniyelik bir oratoryoydu.
Şarkı 33'lük plağın bir yüzünü tamamen doldurmuştu.
En uzun süreli Türkçe şarkıydı.
Müziği Muzaffer Özpınar'a aitti.
Yaklaşık 100 satır tutan sözleri Ahmet Selçuk İlkan ile İlhan Behlül Pektaş'ın kaleminden çıkmıştı:
Ne zaman iki satır yazmaya kalksam
Hep sana hep seni hep bizi yazıyorum
Ne zaman bir kadeh alsam elime
Hep sana hep seni hep bizi içiyorum
Her gece keder vardı, durmadan içiliyordu, kalbe ekilmiş sevdalara yalnızlık biçiliyordu.
Yazar Murat Belge, "Tarihten Güncelliğe" kitabında arabesk modasının tüm memleket gibi Zeki Müren'i de sardığından söz ediyor, bir nevi ulusal kahraman kimliğine bürünen bu müziğin yıldızları arasına sanat güneşinin de kendini konumlandırdığından bahsediyordu:
Zeki Müren de kendini bu yeni alanda ispatlama gereği duymuş olmalı. Dakikalarca süren Kahır Mektubu'nda arabeskin söze ve müziğe ilişkin öğelerini, kendi üslubundan da bir şeyler katarak, sonuna kadar kullanıyor. İddiasını gerçekleştiremediği söylenemez; değme arabeskçiye gıpta ettirecek bir arabesk çıkarıyor ortaya: arabeskin oratoryosu gibi bir şey. Hacimli bir parça olduğu için arabesk öğelerinin kapsamlı bir dökümünü içeriyor. Bu bakımdan kahır mektubu üstüne bir metin analizi, bu türün hem statikliğinin hem de olduğu kadar değişkenliğinin yapısını gerektiriyor.
12 Eylül darbesinin hemen öncesinde yayınlanmıştı dertli, efkârlı, gönlü tasada olup kendini masada unutmak isteyenlerin şarkısı.
Şarkının söz yazarı mimar Ahmet Selçuk İlkan ise eser ve darbe öncesinde yaşananlar arasında bir bağlantı kuruyordu:
Yıl 1980'di ve ben o dönemde üniversitede öğrenciydim ve henüz ihtilal olmadığı için öğrenci olayları en kanlı haliyle devam ediyordu. Her gün arkadaşlarımız ölüyordu ve ben "Kahır mektubu" şarkısının sözleriyle ilgili yaptığım çalışmalar sırasında Zeki Müren'e hayran olan hocalarımın bana izin vermesiyle rahat bir nefes almıştım. Zeki bey, şarkıyı bitmiş haliyle alınca, çok duygulanmış, gözyaşlarını tutamamıştı. Müren şarkıyı bitmiş haliyle aldığı anı anlatırken "O sırada bambu koltuğunda oturuyordum ve koltuğun demir çıkıntısı bacağımı delmesine rağmen, acıyı ancak şarkı bitince hissettim" demişti.
1980'in ocak ayında "Hey" dergisine konuşan Zeki Müren, 1955'ten beri sanat dünyasında ilklerin öncülüğüne soyunduğundan bahsedecek, Mısırlı Ümmü Gülsüm'e olan hayranlığını itiraf edecek ancak Arap arabeskindeki o roman kalınlığındaki şarkılara has monotonluğun bu eserde olmadığını söyleyecekti.
Müren'e göre birçok ayrı usul ve makamın olduğu "Kahır Mektubu" eserini kendisinin yorumlaması isabetliydi.
Asıl adı "Mektup" olan şarkının ismini "Kahır Mektubu" olarak kendisinin değiştirdiğini ifade eden Müren, "Gelecekte bu dev eseri sahnelerde özel bir tablo olarak da sergilemek arzusundayım" diyecekti.
Dergiye verdiği röportajda böyle diyordu.
Ama Aziz Üstel kendisine genel olarak arabeske bakış açısının ne olduğunu sorduğunda "O bir modadır" yanıtını verip düşüncesini şöyle dillendiriyordu:
Nasıl blucin modaydı, bunun gibi efendim. İnsan blucin giyiyor ama baloya giderken kendine çeki düzen veriyor. Modadır arabesk. Arasında güzel olanlar vardır. Ben de öyle bir denemeye giriştim. Kahır Mektubu'nu yaptım. Arabeskçiler buna cesaret edemediler. O eserimden pişmanlık yerine zevk duyuyorum. Çünkü halkın nabzına göre şerbet vermeye mecburuz.
Belki de Murat Belge'nin dediği gibi, önde şiir arkada şarkı okuyan şizofrenik konumda bir Zeki Müren'i karşımıza çıkaran eserdi "Kahır Mektubu".
Atmosfer koyuydu, içki koyuydu.
Bu durumda yapacak tek şey vardı.
Kasetin arka yüzüne de Kahır Mektubu'nu çekmeli, bir tarafını bitirince öbür tarafını koymalıydı…
Ve galiba hep öyle yapıyorduk zaten…
Fonunda koca bir sanat güneşi vardı.
Sayısız eseri, muhteşem Türkçesi, eşsiz yorumuyla…
Demokrat Parti ile flört ederken bir anda 27 Mayıs darbesiyle cuntaya göz kırpan, Gazi Osman Paşa kostümüyle sahne alıp Plevne Marşı bile söyleyebilen, günahı ve sevabıyla manşetlerden inmeyen bir insan…
TRT İzmir'in kendisi için düzenlediği tören esnasında geçirdiği kalp krizi yüzünden hayatını yitiren ve ölümünden tam çeyrek asır geçtikten sonra, şarkılarıyla, şarkılarıyla iç içe geçtiği karakteriyle hala kendisinden bahsettirebilen bir kişilik…
Yaşamı aslında biraz da o kahır dolu mektubu andıran bir isim…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editoryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish