Irak ve bölgenin Papa’ya mesajı: Azınlıkları yalnızca devlet meşruiyeti korur

İyad Ebu Şakra yazdı

Fotoğraf: AFP

Papa Francis’in Irak ziyareti tarihi, ama önemli olan sonuçlardır. Dünyanın en büyük kilisesinin lideri, insanlığın en eski ve köklü uygarlıklarından birinin toprağını, 3 semavi dinin ve peygamberlerin atasının ülkesini, Doğu, Nasturi ve Yakubi Hristiyanlığı medeniyetinin beşiğini, Tevrat’ın yazıldığı, en önemli ve önde gelen Yahudi enstitülerinin kurulduğu iki yerden birini ziyaret ediyor.

Suriye doğumlu Papa 3. Gregorius’tan (8. yüzyıl) sonra Katoliklerin ikinci Avrupalı olmayan papası olan Papa Francis’in dün ulaştığı Irak’ta başkenti Hîre olan Hristiyan bir Arap krallık kurulmuştu. Daha sonra iki önemli İslam şehri Kûfe ve Basra planlanıp inşa edildi. Ardından Necef ve Kerbela’nın seçkin dini statüsü doğdu.

Yine Irak’ta 20 din, mezhep ve dini grup var. Bunlardan bazıları onun topraklarında doğdu, Fırat ve Dicle’nin sularını içti ve günümüze kadar sadece orada bulundu.

Dolayısıyla Papa’nın ziyaretinin tarihi olduğuna şüphe yok. Ama bu noktada duygular ve idealler bir kenara bırakılmalı ki gerçekçi konuşmalar başlasın. Ne ki ülkemizdeki gerçekler çok çirkin.

Ur antik kentini ziyaret eden Papa’nın önünde tüm bileşenlerin temsilcileri toplandı ve yapılan konuşmalar da niyetler gibi güzeldi. Ancak, bu saf ve temiz sahnenin arkasında çirkin gerçekler, kara birikimler ve belirsiz bir gelecek var. Temsilcilerinin konuşma yaptıkları bazı bileşenlerin mensuplarının çoğu, iyi yönetişimin kaybedilmesi, hırsların kesişmesi, aldatma ve yok sayma eğilimleri nedeniyle ağır bir bedel ödedikten sonra dünyanın bütün kıtalarına göç etmiş bulunuyorlar.

Sevgi ve tevazu diliyle gelen Papa, bambaşka bir dilde konuşan silahlı kişi ve kuruluşlarla da görüştü. Hatta halkla ilişkiler “zekası” ile kamufle edilen bazı saçma durumlarda bu silahlı gruplar “Hristiyanların korunmasına katkıda bulunanlar” olarak tanıtıldılar.

Bu saçma durumlar maalesef Irak ile sınırlı değil. Aksine, bölgesel düzeyde genelleştirilmiş ve çerçevesi Arap Yarımadası ile Yemen'in bazı kısımlarına genişletilen bir siyasi durumdur.

Küresel karar alma çevrelerinin, Irak’ta 1979’da olanların ve 2003’ten bu yana tekrarlananların  jeopolitik ve ekonomik boyutlarını anlamaları gerekiyor. Hristiyan dünyasında bir mercii olarak Vatikan'ın, yumuşak ahlaki gücüyle baskı, zulüm ve işgal mekanizmalarının eksikliğini telafi eden bir “meşruiyet”e sahip olduğunu iddia ediyorum.

Öte yandan Batı ile Doğu arasında yeni bir birlikte yaşama sayfası açma imkanı varsa, diplomatik nezaketin aşılması, dini “meşruiyetler” arasındaki diyalogun törenlerin ve dillendirmekte yarışılan iyi niyetlerin ötesine geçip sahada uygulama safhasına intikal etmesi daha evladır.

Bölgemizin kadim tarihi, medeniyetlerin nasıl hüküm sürüp sonra yok olduklarını, birbirini izleyen devletleri, çeşitli işgalcileri, bazı halkların nasıl yerlerinden edilip başka halkların onların yerini aldıklarını, kültürlerin birbirlerine entegre olup dillerin yeniden türetildiğini, kimlik ve aidiyetlerin yaratıldığını öğretti. Bölgemiz, nefretlerinin, savaşlarının ve çılgınlık dalgalarının da kanıtladığı gibi, bugün büyük bir felaketin ağırlığı altında inliyor. En büyük korkumuz, umutsuzluğun umuda, nefretin sevgi ve birlikte yaşama arzusuna baskın gelmesidir.

Allah’ın muazzam doğal ve insani kaynaklar bağışladığı bir ülke olan Irak, şu anda başarısız devletler uçurumunun kenarında duruyor. Elbette Suriye, Lübnan ve Filistin'den geriye kalanların durumu da ondan az değil, hatta daha da kötü olabilir. Papa'nın tüm dünyaya taşıyabileceği umut edilen çözüme gelince, Arap Maşrık (Levant) bölgesini kurtarmak için "devlet" kavramının pekiştirilmesi gerektiğinin altını çizmek.

Bu durum şimdi, temel bir nedenden ötürü imkansız, o da Irak'a egemen, Suriye'ye hakim olan ve Lübnan'ı kontrol eden "fiili" güçlerin kendi "devlet" tanımlarına sahip olmaları. Söz konusu güçler mezhepçi milislerinin eline geçen her yerde bu devlet tanımını kopyalamak için yorulmadan çalıştılar ve çalışmaya da devam ediyorlar.

Bu tanım, İran Devrim Muhafızları deneyimine dayanıyor. Devrim Muhafızları, İslam devrimini savunmada düzenli silahlı kuvvetlere yardımcı bir halk gücü olarak tesis edildi. Gelgelelim çok geçmeden İran’da gerçek bir otoriter yapıya dönüştü. Etkisi askeri alandan politik alana (dış ilişkiler dahil), ardından ekonomi ve imalat alanına doğru genişledi. Bugün, Devrim Muhafızları ülkenin askeri, siyasi ve ekonomik düzeninin temellerinden birini oluşturuyor. İçeride siyasi oyunu yönetmek, dışarıda İran'ın stratejik hedeflerini gerçekleştirmekte önemli bir rol oynuyor.

Böylelikle Devrim Muhafızları deneyimi Lübnan'da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi, Yemen’de Husiler ve son olarak da Suriye'de yaygınlaştırıldı. Devrim Muhafızları hesabına devleti zayıflatmak, nasıl ki devrimi korumak, ardından devrimi ihraç etmek ve Filistin'i kurtarmak gibi parlak sloganlar gerektirdiyse, aynı mantık Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’de de uygulandı. Lübnan’ın İsrail ile sınırı olduğu ve 2000 yılına kadar İsrail Lübnan topraklarının bir bölümünü işgal ettiği için Lübnan’da bunu gerçekleştirmek kolaydı. Bu sayede Hizbullah “direniş” sloganına sahip oldu.

Ancak Irak, Suriye ve Yemen'de devleti hedef almak için daha ciddi bahanelere ihtiyaç vardı ve sonunda aranan bahane bulundu; el Kaide’den IŞİD’a  Sünni İslamcı aşırılık yanlısı gruplar.

Nitekim Şam rejimi, ABD kuvvetlerinin geri çekilmelerini hızlandırmak ve Irak'ı İran'a teslim etmek amacıyla ABD kuvvetleri ile çatışmaları ve onlara saldırılar düzenlemeleri için el Kaide militanlarının Suriye-Irak sınırını geçmelerini kolaylaştırdı. Nuri el-Maliki hükümeti de IŞİD’ın küçük bir güçle başlattığı saldırı karşısında direnmeyerek Musul şehrinin örgütün eline geçmesinin önünü açtı.

Suriye’de rejim, hava kuvvetleri sakinleri ile şehirleri bombalarken, IŞİD’ın hava operasyonlarına açık ve düz bölgeleri – Rakka, Tedmur ve Badiye (Suriye çölü)- yakıp yıkmasına kasıtlı olarak izin verdi. Bu politikayı en güzel açıklayan, Şam hattından Lübnanlı bir politikacının, "Özgür Suriye Ordusu"na yönelik hava saldırılarından önce bir televizyon röportajı sırasında söylediği sözlerdi. Bu politikacıya göre Şam’ın stratejisi, “Özgür Ordu'nun yarattığı acil tehlikeden kurtulmaya, ardından da dünyayı iki seçenekten birini seçmeye zorlamaya dayanıyor; ya rejim ya da IŞİD”. Nitekim dünya katliamları ve kimyasal silahları görmezden geldi ve Suriye’de misyonunu bölgesel ve istihbarat servisleri tarafından üretilen IŞİD tehdidiyle yüzleşmekle sınırladı.

Evet, Papa Francis'in ziyareti önemli, ancak daha önemlisi - iyi niyet mantığıyla - tam tersi bir etki yaratmasına izin vermemek. Arap Maşrık bölgesinin barışa, kardeşliğe, çeşitliliğe ve bir arada yaşamaya ihtiyacı olduğu doğru, ancak azınlıkları milislerin silahları değil, devletin meşruiyeti korur.

Irak ve dışında, Hristiyan ve diğer tüm azınlıkların tek güvencesi, bağımsızlığını, egemenliğini, anayasa ve hukukun üstünlüğünü koruyabilen adil bir devlettir.

Başka herhangi bir alternatif, korkunç bir hata, daha fazla adaletsizlik, zulüm ve trajedi demektir

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU