Geldikleri gibi gitmediler: İtilaf Devletleri'nin İstanbul işgali

Düşman kuvvetleri 5 yıllık işgal döneminde geldikleri gibi gitmedi. İstanbul halkının izzet-i nefsini çiğnemiş ve tüm manevi iklimi yıkarak gitmişlerdi. 5 sene boyunca kent kimliksizleşmiş ve Osmanlı Devleti'nin namusu olmaktan çıkmıştı

Fotoğraf: Twitter

13 Kasım 1918 tarihinden itibaren fiili işgal altında bulunan İstanbul'da düşmanın asker sayısı Mart 1920 yılında 100 bine yaklaşmıştı; ama şehir henüz resmen işgal edilmemişti. 

Son aylarda ise şehirde politik hareketlilik artmış, Anadolu'da cereyan etmeye başlayan vatanperver hareketlilik rahatsızlık oluşturmaya başlamıştı.

Yurtdışında da özellikle Hindistan (Pakistan) Müslümanlarının İngiliz yönetimini İstanbul işgali sebebiyle boykot etmeyi tartışması İngiliz Hükümetini artık harekete geçmeye zorluyordu.

16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'da sabah ezanı henüz okunmuşken Şehzadebaşı civarında silah sesleri dalga dalga tüm kentte yayılacaktı. 

Onuncu Kafkas Fırkası'nda nöbet tutan Türk askeri, 60 kadar İngiliz askeri ve başlarında onlara arabayla refakat eden bir subayın kendilerine doğru geldiğini görmüş; ancak olağan bir durum olduğunu düşünerek karşılık vermemişti.  

İngiliz subayının saldırı emri ile Türk karargâhına hücum eden işgal kuvvetleri kapıdaki nöbetçiyi ağır yaraladıktan sonra doğruca yatakhane bölümüne geçtiler.

Uykuda olan Türk askerleri daha yatağından kalkamadan İngiliz askerlerinin yaylım ateşine maruz kalmış, bu düşmanca operasyonda 4 Mehmetçik şehit olmuştu. 

Hayatını kaybeden askerlerin isimleri şöyleydi; Onbaşı Velioğlu Mehmed, Çavuş İbişoğlu Abdullah, Kadiroğlu Ömer Osman ve Ahmedoğlu Nasuh. 

Sabahın ilk ışıkları ile İstanbul ıssız bir kentti artık. Sessizliği yırtan ise Darülfünun talebeleriydi, gençler şehitlerinin cenazesini istiyordu.

Oysa Mehmetçikler operasyon sonrası kimsenin bilmediği bir yere gömülmüştü bile.

Kafkas Fırkası'nın hedef alınmasının en önemli nedeni özellikle komutanlarının Karakol Cemiyeti isimli direnişçi bir örgütle iltisaklı olduğu düşünülmesiydi.

Karakol Cemiyeti ise İttihat ve Terakki'nin İstanbul'da meydana getirdiği bir yeraltı örgütüydü. 


Harbiye Nezareti kuşatıldı, Fevzi Paşa'nın göğsüne namlu doğrultuldu

Kuşatma Şehzadebaşı civarında başlamış; ama asıl hareketlilik Harbiye Nezareti civarına yayılmıştı. Sırtlarında mitralyöz, onlarca katır ve 200 kadar İngiliz askeri Harbiye Nezareti etrafını sarmıştı ve Harbiye Nazırı Fevzi Paşa o sırada makamında bulunuyordu.

Sabah saat 10.00 civarında Fevzi Paşa direnişin anlamsız olacağına karar vererek Osmanlı Devleti Harbiye Nazırlığı'nı İngiliz kuvvetlerine teslim etmeyi kabul etti. 

Harbiye Nazırlığı'nın kapısı açıldı ve İngiliz askerleri Rumlarla Ermenilerden oluşan geniş bir kalabalığın tezahüratları arasında binaya girdi.

Fevzi Paşa'nın makam odasına kadar giren İngiliz askerleri namlularını Fevzi Paşa'ya doğrultmaktan çekinmedi.

İşgal askerleri Fevzi Paşa'ya General Wilson'un şu talimatnamesini yüksek bir sesle okudu:

Yüksek Konsey'in emri altında vazife gören İtilaf Devletleri fevkalade komiserinden aldığım bildiriye uyarak İstanbul'un işgali konusunda askeri tedbirleri almakta olduğumu ekselanslarınıza arz ederim. Harbiye ve Bahriye Nezaretlerinin işgali, Telgraf ve Telefon Umum Müdüriyeti kontrolü ve genel asayişin temini de bu tedbirlere dâhildir. Bu durum karşısında emriniz altında bulunan birliklerin kendi yerlerine çekilmelerini ve görev gereği dışarı çıkacak herhangi bir askerin silahsız olmasını sağlamanızı rica ederim.

(Hülya Toker, Mütareke Döneminde İstanbul Rumları)


Artık bir makamı dahi olmayan Fevzi Paşa, Bab-ı Ali'ye gitmek üzere Harbiye Nezaretinden ayrıldı. Fevzi Paşa İngiliz askerlerinin refakatinde binadan çıkarken dışarıdaki kalabalığın hakaretleri arasında geçerek binadan çıkabildi.

Harbiye Nezareti kontrol altına alındıktan sonra sırasıyla Beşiktaş, Beyoğlu, Kasımpaşa ve Üsküdar gibi önemli belediyeler işgal edildi.

Ardından Beyoğlu'nda bulunan Telgrafhane gibi stratejik iletişim noktaları kontrol altına alındı. 

Son olarak Ayasofya etrafı ağır silahlı müfrezelerle kuşatma altına alınarak şehir tamamen düşürülmüş oldu.
 

Lord Curzon.jpg
Lord Curzon / Fotoğraf: Wikipedia


Lord Curzon'a Amiral Robeck'den gönderilen bir telgrafta, İstanbul halkının işgal karşısında takındığı kayıtsız tavrını; "Türk halkı şimdilik iyi hareket ediyor" şeklinde bildiriyordu. 

İstanbul işgalinin şehirde bir kargaşa çıkartacağını düşünerek harekâtın bir hayli gecikmesine neden olan İtalyanlar da Türklerin payitahtlarına yönelik bu tecavüze karşı sessiz tavrını büyük bir şaşkınlıkla izliyordu.
 

işgal askerleri.jpg
Fotoğraf: Pinterest


İtalyan askeri ateşe Albay Vitale işgali şu sözlerle üstlerine bildiriyordu:

Gece boyunca kırk kadar milliyetçi tutuklandı. Türkler işgale karşı direniş göstermediler ve önemli bir olay meydana gelmedi.


Taşnak Sütyun Ermenileri İstanbul sokaklarında mebus (milletvekili) avında

Askeri harekât başarıya ulaştıktan sonra sıra mebusların yakalanarak tutuklanmasına gelmişti. İngilizler; dar ve sapa İstanbul sokaklarında tutuklamaya gittiği birçok ismi yakalayamıyordu.

Arananlar şehri tanımayan İngiliz askerlerden kolayca sıyrılarak izini kaybettirmeyi başarıyordu. Bunun önüne geçmek için sivil giyimli yüzlerce Taşnak Sütyun Ermeni, İngiliz ordusuna çalışmaya başladı. 

Sivil operasyonlar kısa sürede meyvesini verdi ve birçok önemli isim peşi sıra ele geçirildi. Ermenilerin yakaladığı isimler arasında İttihat ve Terakki döneminde önemli mevkilerde bulunan isimlerde vardı.

Erkan-ı Harbiye Reisi Cevat Paşa ve Doktor Esat gibi isimler bunların başında geliyordu. Üstelik ele geçirilen isimler İngilizlere teslim edilmeden önce ağır hakaret ve işkencelere de maruz kalıyordu.

Operasyonların sonunda 85 mebus ve 70 kadar aydın tutuklanarak Malta Adasına gönderildi. 


Sadrazam Salih Paşa bu kadarına dayanamadı

İstanbul işgal edildikten sonra Salih Paşa Hükümeti bu durumu en üst perdeden protesto etti. İngilizler Salih Paşa'ya durumu bildirdikten sonra kendileriyle beraber hareket etmesini beklerken Paşa bu durumu çok sert bir nota ile protesto etti.

Salih Paşa, İngilizlere yazdığı notada Anadolu'daki direnişin açıkça yanında olduğunu bildiriyordu:

İstanbul'un vaziyetinde müttefik devletlerin emniyetlerinin tehdit edecek mahiyette büyük bir değişiklik yoktur, şimdiye kadar şehrimizde fitne ve fesat çıkabilmesi ihtimallerini akla getirebilecek hiçbir karışıklık olmamıştır. Bu yüzden böyle bir ağır tedbirin alınma sebebini hükümetimiz anlamamaktadır ve en esaslı hukukumuza indirilen bu darbeden dolayı protestoya da mecburdur.

Küçük Asya'da baş gösteren harekete gelince, bunun sebebi, haksız yere Aydın vilayetinin Yunanlılar tarafından işgali ve yerli Rumlarla işgal askerleri tarafından halka yapılan zulümdür. Sonra büyük Ermenistan kurulacağı ve Karadeniz sahilinde bir Rum Devleti kurulacağı hakkındaki haberler, kamuoyunu ürkütmüş ve galeyana getirmiştir.

Mütareke devresi çok uzadığından ve hükümetimizin kudreti azaldığından bu harekete uzak kalmamız ve bir tesir veya kontrol yapamamamız normaldir. Mütarekeden beri Küçük Asya'nın hiçbir yerinde katliam meydana gelmediğini tekrar ederiz. Maraş olaylarına gelince, bu olaylara bizzat silahlı Ermeni kıtaları sebep olduğu tecavüzler üzerine Müslüman ve Hıristiyan halk arasında çıkan çatışmadan ibarettir…


İstanbul basını işgale sessiz, bir kişi hariç

İstanbul işgal edildikten sonra İstanbul basını da bu işgal karşısında yeterince tepki gösterememişti. Yunus Nadi gibi isimlerin kısık sesle 'bu işgal geçici olmayabilir' eleştirileri bir kenara bırakıldığında İstanbul basına tamamen susmuş durumdaydı. 

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un yakın dostu Süleyman Nazif ise başına gelebilecek tüm felaketleri göze alarak Hadisat gazetesinde 'Kara Bir Gün' isimli tarihe geçecek yazısını neşretti.
 

s. nazif-kara gun1.jpg
Süleyman Nazif'in 'Kara Bir Gün' isimli yazısı


Nazif bu işgali Türk toplumunun sinesinde açılmış bir ceriha (yara) olduğunu belirterek şu cümleleri yazacaktı:

Fransız cenaralinin (generalinin) dün şehrimize vürûdu (gelişi) münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız (azınlıklar) tarafından icra olunan nümayiş Türk'ün ve İslam'ın kalbinde müebbeden kanayacak bir cerihâ (yara) açtı. 

Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız (talihsizliğimiz) şevk ve ikbâle münkalib olsa (yerini neşeye ve talihsizliğe bıraksa) yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlâd ve ahfâdımıza (torunlarımıza) nesilden nesile ağlayacak bir miras ter edeceğiz. 

Almanya orduları 1871 senesinde Paris'e dâhil olarak –Büyük Napolyon'un Neşide-i mütehaccire-i muzafferiyâtı olan (Napolyon'un kazandığı zaferlerin taşlaşmış bir şiiri olan)- Tâk-ı Zafer altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğiz ye's ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) namını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hıristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezâyirli Müslümanlar o matem-i millî karşısında aynı telehhüf ve hicâb (üzüntü ve utanç) ile ağlamış ve kızarmışlardı. 

Biz ise mevcûdiyet-i millîye ve lisâniyyelerini bizim ulûv-ı cenâbımıza (gönlümüzün yüceliğine) medyûn (borçlu) olan bir kısım halkın (azınlıkların) hây ü hûy-ı şemâteti (şamata çığlıkları) ile matem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. Buna müstehâk değil idik diyemeyiz. Müstehak olmasaydık bu felakete dûçâr olmazdık (uğramazdık). 

Her kavmin sehâif-i hayatında (hayat sayfalarında) birçok ikbâl ve idbâr sahifeleri vardır. Fransa kralı birinci Fransua'yı (Şarl Ken)in mahbesinden kurtarmış ve koca viyana şehrini kerrât ile (birçok kere) sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm (çok acı bir satır) de mestûr imiş (yazılıymış). Her hâl, mütehavvildir (değişir). Arapların güzel bir sözü var: 'Isbır feinne'd-dehre lá yesbır'(Sen Sabret. Çünkü nasıl olsa zaman sabretmez), derler.

(Süleyman Nazif – Kara Bir Gün, 17 Mart 1920, Hadisat) 


İstanbul işgalinin sona ermesi

İstanbul'un işgal edilmesinin üzerinden yaklaşık 5 yıl geçmişti. Osmanlı Devleti'nin payitahtı yaklaşık 60 aydır; İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılardan oluşan yaklaşık 200 bin kişilik bir ordu tarafından zapt ediliyordu.

Lozan Konferansından gelen olumlu haberler neticesinde İstanbul işgal orduları komutanı Harington bir tahliye planı yapmaya başladı. 
 

General harington.jpg
General Harington ile İsmet İnönü / Fotoğraf: Twitter


Tüm ülkenin beklediği müjdeli haber de 31 Ağustos 1923 senesinde bizzat Harington tarafından üstelik yabancı basına değil, Türk gazetecilerin davet edildiği bir toplantıda verildi.

Harington karşısına aldığı Türk gazetecilere şu açıklamayı yaparak tahliyenin en kısa sürede gerçekleşeceği müjdesini paylaşıyordu:

İstanbul'un işgali sırasında müttefikler değişik güçlüklere maruz kaldılar. Eminim ki bu süreçte herkes barış arzusunda bulunmuştur. Dünya artık yeni bir karışıklık istemiyor. Hepimiz geçen dokuz seneye ait hoş olmayan hatıralara sahibiz. Görevimin burada bitmiş olmasından ve İstanbul hakkında mutlu hatıralar taşıyacağımdan dolayı pek memnunum.

(İkdam, 1 Eylül 1923)


İngilizlerle yapılan sıkı pazarlıkların sonucunda tahliye süreci hızlandırılmış ve nihayet Türk ordusunun şehre girmesine karar verilmişti. Bu görev 3. Kolordu Karargâhına bağlı Şükrü Naili Paşa'ya tevdi edilmişti.

6 Ekim 1923 gün Türk askeri, Üsküdar ve Haydarpaşa Garını zapt ederek şehre resmen girmişti. 
 

şükrü nail.jpg
Şükrü Naili (Gökberk​​​​​​​) / Fotoğraf: Wikipedia


Geldikleri gibi mi gittiler?

Yaver Cevat Abbas ve Mustafa Kemal arasında geçtiği rivayet edilen diyaloğa göre; Çanakkale Savaşlarının muzaffer kumandalarından Mustafa Kemal Paşa, Yaver Abbas'ın Yunan zırhlısını gördükten sonra 'Geliyorlar' ifadelerine cevaben 'Geldikleri gibi giderler!' sözlerini dile getirir.

İşgal güçleri İstanbul'u işgal altında tuttukları 5 sene tarihimizin en karanlık sayfalarından birisini teşkil eder.

İstanbul halkının önemli bir bölümü bu felaketin en önemli sebebi olarak Sultan Abdülhamid'e yapılan darbenin bir sonucu olarak değerlendirmesi İstanbul halkında büyük bir ataletin meydana gelmesine neden oldu.

Bu 5 yıllık süre zarfında şehir büyük bir ekonomik buhrana girmiş ve İstanbul'daki Türk toplumu tarihinde görülmemiş bir yozlaşma örneği ortaya koymuştu.

Kimsesiz kalan bazı şehit eşlerinin fuhuşa zorlandığı ve kimi gazilerin dahi İngiliz kuvvetlerine muhbirlik yapabildiği bu devre utanç vesikalarıyla doluydu.

İstanbul sokakları Türk halkının daha önce ismini dahi duymadığı milletlerin askerleriyle doluydu. Ahmet Hamdi Tanpınar, bu durumu Sahnenin Dışındakiler romanında şöyle dile getirecekti:

Senegalli nefer, Cezayirli çavuş, siyah sakalı çenesinin altına bağlanmış Hintli gönüllü, İskoçyalı, Kanadalı fedai, Avustralyalı zabit, siyah pelerinli Karabineri, Ermeni tercüman, Rum papazından bozma halk hatibi arasında işte İstanbul'un böyle karışık, derbeder bir hayatı vardı.
 

Kemal tahir 1.jpg
Kemal Tahir 


İstanbul ahalisinin içine düştüğü perişanlığı ve umutsuzluğu ise belki de en iyi anlatan Kemal Tahir'di. 'Esir Şehrin İnsanları' isimli eserinde Tahir, İstanbul halkının işgale yaklaşımını tüm çıplaklığıyla ele alıyordu:

Yenilen haddini bilmeli, kuyruğunu apış arasına alıp yenilginin sonucuna katlanmalı. Memleketi bu duruma ittihatçılar getirdi. Koca Almanla beraberken yenildik! Şimdi bir başımıza, çoban sopasıyla yedi düvelin karşısına çıkmak ne demektir?


İşgal İstanbul'unun en önemli problemlerinden birisi de düşman askerlerine tek söz söylemeyen kişilerin bağımsızlık fikrine amansızca savaş açmalarıydı.

Peyam-Sabah'ta Ali Kemal ve Refik Halit gibi isimler Anadolu'daki hürriyet mücadelesine savaş açarken; halk İttihatçı olarak yaftaladığı her vatanperveri düşman askerini beklemeden yakalayarak İngilizlere teslim eder bir hale gelmişti. 

Kemal Tahir, İstanbul halkının içerisine düştüğü bedbaht durumu şu sözlerle anlatacaktı:

... Çöküntü devrinde iki çeşit insan tipi ortaya çıkıyor: Namussuzlarla namuslular... Hele, önce 'vatandaş' sonra 'insan' olunması gereken dehşetli sıralarda felaketle alçaklığın boğuşması kadar korkunç muharebe yok. Muharebede düşman karşıdadır, üniformalıdır.

Az da olsa, çok da olsa da bir zaman sonra önemi kalmaz. Kaçarsın kovalarsın... Anında ölenler yaralananlar olur. Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim, düşman kim bilinmez!

(Esir Şehrin İnsanları)


Düşman kuvvetleri 5 yıllık işgal döneminde geldikleri gibi gitmedi. İstanbul halkının izzet-i nefsini çiğnemiş ve tüm manevi iklimi yıkarak gitmişlerdi. 5 sene boyunca kent kimliksizleşmiş ve Osmanlı Devleti'nin namusu olmaktan çıkmıştı.

6 Ekim 1923 tarihinde Türk ordusu İstanbul'a girmişti; ama İstanbul artık kendisi olmaktan çok uzaktı…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU