Suyun tarih boyunca medeniyetlerin doğuşuna, yükselişine ve hatta çöküşüne yön veren asli bir kaynak olduğu tartışmasızdır. Mezopotamya’nın bereketli topraklarından Nil’in kıyılarına, İndus Vadisi’nden Çin’in Sarı Nehri’ne dek su, yalnızca yaşamı mümkün kılan bir unsur değil; aynı zamanda siyasetin, kültürün ve güvenliğin de şekillendiricisidir. Ancak özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, hızla artan nüfus, sanayileşme, çevresel tahribat ve iklim değişikliği gibi etkenler suyu yalnızca bir kalkınma aracı değil, aynı zamanda bir stratejik mesele, hatta zaman zaman bir tehdit unsuru hâline getirmiştir.
Sınır aşan su kaynakları, bu bağlamda, modern güvenlik çalışmalarının en dinamik ve en tartışmalı alanlarından birini teşkil eder. Farklı egemen devletlerin paylaştığı nehir havzaları, göller ve yeraltı suları; coğrafi bir zorunlulukla tarafları sürekli etkileşim hâlinde tutarken, çoğu zaman bu etkileşimin niteliği güç asimetrileri, ulusal çıkarlar, teknik altyapı yetersizlikleri ve hukuki belirsizlikler tarafından belirlenmektedir. Bu noktada suyun bir "çatışma" mı yoksa "iş birliği" mi ürettiği, sadece teknik bir mühendislik meselesi olmaktan çıkmakta, doğrudan doğruya uluslararası ilişkiler kuramları, jeopolitik analizler ve güvenlik çalışmalarıyla kesişen karmaşık bir zemine oturmaktadır.
Kavramsal ve teorik çerçeve
Suyun uluslararası ilişkilerde bir güvenlik meselesi olarak ele alınması, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde çevresel faktörlerin güvenlik tanımı içerisine dahil edilmesiyle ivme kazanmıştır. Bu bölümde, sınır aşan suların güvenlikleştirilmesini açıklayan temel kavramlar, kuramsal yaklaşımlar ve analitik çerçeveler ele alınacaktır.
Sınır aşan su kaynakları, iki veya daha fazla ülkenin sınırlarını aşan ya da sınır boyunca akan nehir, göl ve yeraltı su sistemlerini ifade eder. Bu kaynaklar, hidrolojik bir bütünlük arz etmelerine karşın, siyasi sınırlarla bölünmüş olmaları nedeniyle egemenlik iddialarının ve çıkar çatışmalarının kesişim noktasında yer alırlar. Bu bağlamda "hidropolitika" kavramı öne çıkar; suyun paylaşımı, yönetimi ve kontrolü üzerinden şekillenen uluslararası ilişkiler yapısını ifade eder. Hidropolitika, sadece teknik değil aynı zamanda derin bir jeopolitik boyut taşır.
Soğuk Savaş döneminin hâkim güvenlik anlayışı, devlet merkezli ve askerî tehditlere odaklanan bir yapı sergilemiştir. Bu çerçevede su gibi doğal kaynaklar, doğrudan ulusal güvenlik söylemi içinde yer bulamamıştır. Ancak 1990'lı yıllarla birlikte özellikle Thomas F. Homer-Dixon’un çevresel kıtlık ile çatışma arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmaları, suyun yalnızca bir çevresel mesele değil, aynı zamanda güvenlik tehdidi potansiyeli taşıyan bir unsur olduğunu göstermiştir. Bu yaklaşım, çevresel kıtlıkların zayıf devletlerde iç karışıklıklara, zorunlu göçe ve hatta sınır aşan çatışmalara neden olabileceğini savunur. Bu çerçevede “kaynak temelli çatışma” (resource-based conflict) literatürü doğmuş ve suyun bu bağlamda bir güvenlik değişkeni olarak incelenmesi mümkün hâle gelmiştir.
1994 yılında UNDP’nin sunduğu İnsani Güvenlik Raporu ile birlikte güvenlik kavramı, yalnızca devleti değil bireyi de kapsayan bir yapıya dönüşmüştür. Bu dönüşümle birlikte su, sadece stratejik bir kaynak değil, aynı zamanda yaşam hakkı, sağlık, gıda ve geçim güvenliğiyle doğrudan ilişkili bir insanî güvenlik unsuruna dönüşmüştür. Bu genişletilmiş güvenlik yaklaşımı, su krizlerinin yalnızca siyasi ve askerî değil; sosyo-ekonomik krizlere de yol açabileceğini, dolayısıyla çok boyutlu güvenlik politikaları gerektirdiğini vurgular.
Kopenhag Okulu’nun geliştirdiği “güvenlikleştirme” (securitization) teorisi, herhangi bir konunun – bu bağlamda suyun – nasıl olağan bir politika alanı olmaktan çıkarılıp bir güvenlik tehdidi olarak inşa edildiğini açıklamaya yarar. Su, kimi zaman teknik bir kalkınma meselesi olarak, kimi zamansa ulusal güvenliğe doğrudan tehdit oluşturan bir unsur olarak “güvenlikleştirilir.” Bu süreçte, siyasi aktörlerin söylemleri, medyanın rolü ve kamuoyunun algısı belirleyici olur. Sözgelimi, Fırat-Dicle havzasındaki su kullanımıyla ilgili Türkiye-Suriye-Irak arasında ortaya çıkan gerilimlerin, teknik altyapı yetersizliklerinden ziyade, suyun bir “güvenlik sorunu” hâline getirilişiyle şekillendiği savunulabilir. Böylelikle su, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda söylemsel bir mücadele alanına dönüşür.
Akademik literatürde uzun süredir süregelen bir tartışma, suyun bir çatışma kaynağı mı yoksa iş birliği zemini mi olduğudur. Her ne kadar bazı çevreler su savaşlarının kaçınılmaz olduğunu öne sürse de, diğerleri suyun tarih boyunca büyük ölçüde iş birliğini teşvik ettiğini savunur. Örneğin, Birleşmiş Milletler’in verilerine göre son 50 yılda 200’den fazla sınır aşan su anlaşması yapılırken, su nedeniyle yaşanan silahlı çatışma sayısı son derece sınırlıdır. Bu çelişkili tablo, suyun güvenlikleştirilme biçiminin, jeopolitik bağlamdan ayrı düşünülemeyeceğini ortaya koyar.
Tarihsel arka plan ve uluslararası hukuk
Sınır aşan su kaynaklarının paylaşımı, insanlık tarihi kadar eski bir mesele olmakla birlikte, bu paylaşımın kurumsallaşması ve hukukî çerçeveye kavuşturulması görece yenidir. Nehirlerin doğal akışıyla şekillenen yaşamlar, yerleşim biçimleri ve hatta imparatorluk sınırları, suyun tarih boyunca sadece bir doğal kaynak değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel bir belirleyici olduğunu ortaya koymuştur. Bu tarihsel süreç, sınır aşan suların gerek çatışmalara gerekse iş birliğine zemin hazırladığını gösteren önemli örneklerle doludur.
Eski Mezopotamya’dan Roma hukukuna, Osmanlı’nın vakıf sisteminden İngiliz sömürge hukukuna kadar birçok uygarlık, suyun kullanım ve paylaşımına dair düzenlemeler geliştirmiştir. Ancak modern anlamda devletlerarası su rejimlerinin oluşumu, 19. yüzyılda başlamış ve özellikle 20. yüzyılın ortasından itibaren yoğunluk kazanmıştır. 1815 Viyana Kongresi’nde Tuna Nehri’nin uluslararası statüsünün tanınması bu anlamda bir dönüm noktasıdır. Ardından gelen 1921 Cenevre Konvansiyonu ve 1966 Helsinki Kuralları gibi belgeler, su hukukunun gelişiminde önemli kilometre taşları olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde su, çoğu zaman ikincil bir mesele olarak görülmüş, ancak 1990’lardan sonra çevresel faktörlerin güvenlik tartışmalarına dahil edilmesiyle birlikte daha belirgin bir şekilde uluslararası gündeme taşınmıştır. Bu gelişmeler, sınır aşan su yönetiminin yalnızca bir kalkınma sorunu değil, aynı zamanda bir dış politika ve güvenlik meselesi olarak algılanmasına yol açmıştır.
Uluslararası hukukta sınır aşan suların paylaşımı ve yönetimi, büyük ölçüde egemenlik ilkesi ile ortak kullanım ilkesi arasındaki gerilim üzerinde şekillenmiştir. Bu bağlamda iki temel yaklaşım öne çıkar:
Mutlak Egemenlik Yaklaşımı (Absolute Territorial Sovereignty): Bir devlet, kendi topraklarından geçen sular üzerinde mutlak bir tasarruf hakkına sahiptir. Bu yaklaşım, yukarı kıyıdaş ülkelerin lehine olup, genellikle güçlü taraflarca savunulmaktadır.
Toprak Ötesi Zarar Vermeme (No-Harm Rule) ve Makul ve Eşit Kullanım (Equitable and Reasonable Utilization): Bu anlayışa göre, her devlet kendi topraklarından geçen suları kullanma hakkına sahip olsa da, bu kullanım diğer kıyıdaş devletlere zarar vermemelidir. Bu yaklaşım, 1997 tarihli Birleşmiş Milletler Uluslararası Su Yollarının Kullanımı Sözleşmesi ile sistematize edilmiştir.
1997 BM Sözleşmesi, uluslararası hukukun en kapsamlı ve güncel metinlerinden biri olmasına karşın, bağlayıcılığı sınırlı ve taraf devlet sayısı görece azdır. Bu da pratikte uygulama sorunlarını beraberinde getirmektedir. Öte yandan Berlin Kuralları (2004) gibi metinler, suya insan hakkı perspektifiyle yaklaşarak hem çevresel hem de insanî boyutları içermeye çalışmıştır. Fakat bu belgelerin çoğu ya tavsiye niteliğindedir ya da bölgesel uygulama sınırlarına sahiptir.
Sınır aşan su kaynakları konusunda uluslararası hukukun en belirgin zafiyeti, bağlayıcı ve evrensel bir mekanizma eksikliğidir. Her havzanın kendi dinamikleri, taraf devletlerin siyasi iradesi ve güç dengesi, su rejimlerinin işleyişini doğrudan etkilemektedir. Bu durum, “su hakkı mı önceliklidir, yoksa devletin egemenlik hakkı mı?” sorusunu gündeme getirir. Bu çelişki, özellikle suyun stratejik, ekonomik veya güvenlik açısından kritik öneme sahip olduğu bölgelerde belirginleşir. Nitekim birçok havza özelinde yapılan ikili veya çok taraflı anlaşmaların, çatışma dönemlerinde ya işlevsiz kaldığı ya da askıya alındığı görülmektedir.
Güvenlik boyutu: Çok katmanlı bir değerlendirme
Sınır aşan su kaynakları, yalnızca bir doğal kaynak paylaşımı meselesi değil; aynı zamanda devletlerin güvenlik stratejilerinin, toplumsal direncin ve hatta bölgesel istikrarın şekillendiği kritik bir alandır. Suyun güvenlikleştirilmesi süreci, yalnızca fiziksel tehdit algılamalarından değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve hatta kültürel korkulardan da beslenir. Bu nedenle güvenlik boyutu, yalnızca askerî ve stratejik düzeyde değil, çok katmanlı ve çok aktörlü bir perspektifle değerlendirilmelidir.
Devletler, sınır aşan su kaynaklarını genellikle egemenlik alanlarının doğal bir uzantısı olarak görür. Yukarı kıyıdaş ülkeler suyu kontrol etmenin, aşağı kıyıdaşlar ise suya erişimin güvenliklerini doğrudan etkilediğini düşünür. Bu bağlamda, suyun akış yönü çoğu zaman güç dengesini belirleyen jeopolitik bir unsur hâline gelir. Sözgelimi Nil Havzası’nda Etiyopya’nın Grand Ethiopian Renaissance Dam (GERD) projesi, Mısır tarafından varoluşsal bir tehdit olarak değerlendirilmiş; bu da suyun yalnızca bir kalkınma aracı değil, doğrudan ulusal güvenliğe yönelen bir risk olarak algılandığını göstermiştir.
Benzer şekilde, Fırat-Dicle havzasında Türkiye’nin su tutma projeleri ve enerji yatırımları, Suriye ve Irak tarafından tehdit olarak algılanmakta; bu durum güvenlik politikalarının yalnızca sınıra dayalı değil, aynı zamanda akarsu bazlı şekillendiğini ortaya koymaktadır.
Geleneksel güvenlik anlayışı, devletin bekasına odaklanırken; çağdaş güvenlik paradigması, toplulukların ve bireylerin kırılganlıklarını ön plana çıkarmaktadır. Sınır aşan suların kuraklık, sel, kirlenme ya da yön değiştirme gibi nedenlerle toplumları doğrudan etkilediği bilinmektedir. Bu etkiler, özellikle kırsal kesimlerde tarımsal üretimi azaltarak gıda güvenliğini tehlikeye atmakta, toplumsal huzursuzluklara ve zorunlu göç hareketlerine yol açmaktadır. Bu noktada suya erişim yalnızca bir altyapı meselesi değil, aynı zamanda yaşam hakkı ve insan onuru ile doğrudan bağlantılıdır.
Suyun adaletsiz paylaşımı, sadece devletler arası değil, aynı zamanda toplum içindeki sınıflar, ya da etnik gruplar arasında da eşitsizlikler doğurmaktadır. Kadınların ve çocukların suya erişim için harcadığı zaman ve emek, sosyal güvenlik meselelerinin de bu çerçevede ele alınmasını gerekli kılar.
21.yüzyılın güvenlik ortamı, artık yalnızca orduların değil, çok sayıda ulusötesi ve hibrit tehdidin varlığıyla tanımlanmaktadır. Su altyapılarının hedef alınması, kritik tesislerin siber saldırılara maruz kalması veya terör örgütlerinin su kaynaklarını kontrol etme çabaları, modern güvenlik ajandasını genişletmektedir. Örneğin DEAŞ’ın Suriye ve Irak’ta barajlar üzerindeki kontrol girişimleri, suyun terörle mücadele kapsamında da değerlendirilmesi gerektiğini göstermiştir. Bu tür durumlar, sadece fiziksel değil, aynı zamanda bilgi güvenliği, enerji şebekeleri ve toplumsal istikrar açısından da büyük riskler barındırmaktadır.
Ayrıca iklim değişikliği ile birlikte su rejimlerinin öngörülemez hâle gelmesi, kuraklık dönemlerinin artması ve sel felaketlerinin yoğunlaşması, ekolojik krizlerin güvenlik sonuçlarını da derinleştirmektedir. Dolayısıyla su, yalnızca bir bugünün değil, giderek artan oranda bir geleceğin güvenlik problemi hâline gelmektedir.
Sınır aşan su kaynakları üzerinde oluşan güvenlik riskleri, çoğu zaman güç asimetrileri üzerinden şekillenir. Yukarı kıyıdaş devletlerin teknik ve ekonomik üstünlükleri, aşağı kıyıdaşların ise bağımlılıkları, güvenlik politikalarının çatışma ya da iş birliği yönünde evrilmesini etkiler. Güçlü aktörlerin suyu bir dış politika aracı olarak kullanması, “hidro-hegemonya” kavramını doğurmuştur. Bu kavram, yalnızca fiziki üstünlüğü değil, söylemsel ve hukuki üstünlükleri de içerir. Güçlü devletler, suyu yalnızca barajlarla değil, diplomasiyle, hukukla ve algı yönetimiyle de kontrol eder.
Bu güç ilişkileri, sadece devletler arasında değil; bölgesel ve uluslararası örgütlerin müdahil olmasıyla çok katmanlı hâle gelir. Örneğin Arap Birliği, Afrika Birliği veya Avrupa Birliği gibi yapılar, zaman zaman su anlaşmazlıklarında arabulucu ya da düzenleyici roller üstlenerek güvenlik mimarisine dâhil olurlar.
Vaka analizi: Su üzerinden yeni güvenlik haritaları
Ortadoğu’nun kalbinde yer alan Fırat-Dicle havzası, tarih boyunca suyun medeniyetle, dinle ve güçle iç içe geçtiği ender coğrafyalardan biridir. Türkiye, Suriye ve Irak’ı birbirine bağlayan bu su sistemi, yalnızca doğal kaynak değil; aynı zamanda jeopolitik bir kaldıraç, bir enerji arteri ve stratejik bir güvenlik unsuru olarak işlev görmektedir.
Türkiye’nin 1970’li yıllarda başlattığı Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), bölgenin kalkınmasını hedefleyen büyük ölçekli bir altyapı hamlesi olmasının yanı sıra, Suriye ve Irak tarafından potansiyel bir su tehdidi olarak algılanmıştır. GAP kapsamında inşa edilen Atatürk Barajı ve diğer hidroelektrik santraller, Türkiye’ye suyu düzenleme ve yönlendirme kapasitesi kazandırmış; bu durum aşağı kıyıdaş ülkelerde özellikle kurak dönemlerde ciddi güvenlik kaygılarına yol açmıştır.
Fırat ve Dicle üzerinde bugüne dek imzalanan ikili protokoller ve mutabakat zaptları, kapsamlı ve bağlayıcı bir anlaşmaya evrilememiştir. 1987 tarihli Türkiye-Suriye protokolü, Fırat’tan saniyede 500 m³ su bırakılmasını öngörse de, Suriye’nin teröre verdiği destek ve bölgesel istikrarsızlıklar, bu mekanizmanın sürdürülebilirliğini zayıflatmıştır. Irak ise hem Suriye’nin arada konumlanması nedeniyle hem de iç politik karmaşa nedeniyle su diplomasisinde etkisiz kalmıştır.
Bu çerçevede, Fırat-Dicle havzası yalnızca bir hidrolojik denklem değil, aynı zamanda bir güvenlik pazarlığına dönüşmüştür. Su, Türkiye için iç güvenlik (özellikle PKK ile mücadele bağlamında), enerji üretimi ve bölgesel prestij aracıyken; Suriye ve Irak için tarımsal üretim, toplumsal huzur ve ulusal egemenlik meselesi hâline gelmiştir. Havzada ortak havza yönetimi yerine egemenlik temelli yaklaşımlar hâkim olduğundan, su paylaşımı teknik bir mesele olmaktan çıkmış; stratejik hesaplarla örülü bir güvenlik sorununa dönüşmüştür.
Hindistan ile Pakistan arasındaki Indus Nehri sistemi, Asya’nın en kritik sınır aşan su rejimlerinden biridir. 1960 yılında Dünya Bankası arabuluculuğunda imzalanan Indus Waters Treaty (IWT), altı nehirden oluşan sistemin paylaşımını düzenleyerek barışçıl bir çerçeve sunmuştur. Bu anlaşmaya göre üç doğu kolu (Sutlej, Beas, Ravi) Hindistan’a, üç batı kolu (Indus, Jhelum, Chenab) ise Pakistan’a tahsis edilmiştir. IWT, bugüne kadar iki ülke arasında çıkan savaşlara rağmen yürürlükte kalabilmiş ender uluslararası anlaşmalardan biriydi.
Ancak bu dayanıklılık, su güvenliğinin temin edildiği anlamına gelmemektedir. Hindistan’ın Keşmir bölgesinde inşa ettiği baraj ve su tutma projeleri, Pakistan tarafından suyun silah olarak kullanılması şeklinde yorumlanmakta; bu durum suyu, nükleer silahların gölgesinde potansiyel bir savaş nedeni hâline getirmektedir. Pakistan’daki karar alıcılar için su, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda varoluşsal bir meseledir. İklim değişikliğinin etkileriyle birlikte Indus rejiminde yaşanan belirsizlikler, bu hassasiyeti daha da artırmaktadır.
Son yıllarda Hindistan’ın “su diplomasi” yerine “su kartı” yaklaşımını benimsediği yönündeki söylemler, suyun artık sadece kaynak değil, jeopolitik bir baskı aracı olarak da değerlendirildiğini göstermektedir. Pakistan tarafında bu durumun karşılığı, güvenlik doktrininde su tehdidine yer açmak ve Hindistan'ın su projelerini istihbarat-güvenlik meselesi olarak kodlamaktır.
Dolayısıyla Indus rejimi, iki nükleer gücün suya dair karşılıklı güvensizlikleri, tarihsel rekabetleri ve kırılgan diplomatik ilişkileri bağlamında güvenliğin kırılgan zeminlerinden birini teşkil etmektedir. Bu havza, bizlere su güvenliğinin yalnızca altyapı değil, aynı zamanda söylem ve algı üzerinden de kurulduğunu açıkça göstermektedir.
Politika önerileri ve geleceğe dair perspektifler
Sınır aşan su kaynakları, 21. yüzyılda sadece bir çevresel ya da ekonomik konu değil; diplomasi, güvenlik, teknoloji ve insan haklarıyla iç içe geçmiş çok katmanlı bir stratejik mesele olarak yeniden tanımlanmalıdır. Bu karmaşık yapının yönetilebilmesi, yalnızca hukuki normların varlığıyla değil, aynı zamanda siyasi irade, teknik kapasite, toplumsal farkındalık ve karşılıklı güvenin kurumsallaşmasıyla mümkündür.
Aşağıda, bu çok boyutlu denklemin daha sürdürülebilir ve barışçıl bir zemine oturtulabilmesi için bazı temel öneriler sunulmaktadır:
Uluslararası su hukukunun en temel zaafı, bağlayıcılık eksikliğidir. Bu nedenle geleceğin su rejimlerinin daha etkili olabilmesi için, esnek ama denetlenebilir bir yapı kurulmalıdır. Bölgesel bağlayıcı anlaşmaların teşvik edilmesi, mevcut protokollerin güncellenmesi ve teknik veri paylaşımını zorunlu kılan mekanizmaların kurulması öncelikli adımlar arasında yer almalıdır.
Türkiye gibi güçlü ve yukarı kıyıdaş ülkelerin, su diplomasisini sadece egemenlik temelli değil; adalet ve iş birliği temelli yürütmesi, diplomatik alanda itibar artırıcı bir unsur olacaktır.
Suyun güvenlik bağlamında değerlendirilmesi, yalnızca sınırların ötesinde değil; sınırların içinde de gerçekleşmelidir. Bu kapsamda:
Kritik su altyapılarının korunması için siber güvenlik önlemleri alınmalı,
Suya dair kriz senaryoları için ulusal güvenlik planlarına özel başlıklar eklenmeli,
Suya dayalı krizlerin çatışmaya dönüşmemesi adına erken uyarı sistemleri kurulmalıdır.
Ayrıca, güvenlik tanımına sadece askerî ve stratejik tehditleri değil, iklim değişikliği, zorunlu göç, kuraklık ve salgınlar gibi genişleyen tehdit repertuarını da dahil etmek, daha kapsayıcı bir yaklaşımı mümkün kılacaktır.
Günümüzün en büyük eksikliği, havza bazlı kurumsal yapılardaki boşluktur. Indus gibi kritik havzalarda şeffaf, kapsayıcı ve teknik bilgiye dayalı yönetişim mekanizmaları kurulmalı; bu yapılarda sadece devletler değil, yerel yönetimler, üniversiteler, sivil toplum örgütleri gibi aktörler de yer almalıdır. Bu sayede su, bir çatışma aracı değil, ortak gelecek inşasının zemini olabilir.
Bu bağlamda Türkiye’nin, teknik kapasitesini ve baraj mühendisliğindeki gücünü diplomatik bir araç hâline getirerek, bölgesel iş birliği modellerine öncülük etmesi mümkündür.
Suyun yalnızca jeopolitik bir rekabet aracı olarak değil, medeniyet inşasının temeli olarak görülmesi, su politikalarında zihinsel bir dönüşüm yaratacaktır. Tarih boyunca su, şehirleri kuran, toplumları besleyen, dinleri şekillendiren bir unsur olmuştur. Bugün ise aynı su, bölgesel barışın mimarı da olabilir.
İleriye dönük olarak, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmaya yönelik ortak adaptasyon stratejileri, suyun sadece paylaşılmasını değil; birlikte korunmasını da hedeflemelidir. Bu, yalnızca teknik değil; aynı zamanda etik bir meseledir. Suyu korumak, sadece doğayı değil; insanlığın ortak kaderini korumaktır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish