Yerleşimcilerin vaadi: Kasvetli bir geçmiş ve çıkmaz bir gelecek

Kimliklerin galeyana geldiği bir dönemde sorunları çözmek zordur ve bu, kimlik galeyanının en şiddetli biçimlerinden biri. Peki bu galeyan sona erdikten sonra siyaset ve müzakereye bir şey kalacak mı?

Fotoğraf: Reuters

Bugün Batı Şeria'da 130 yerleşim yerine dağılmış 450 binden fazla Yahudi yerleşimci yaşıyor.

Doğu Kudüs'teki 220 bine ek olarak Suriye'nin Golan bölgesindeki 20 bin yerleşimciyi saymıyoruz bile.

Yerleşimciler bize sadece gücün tamamen serbest bırakıldığı, eylemlerini sınırlayan bir yasa ve hareketlerini sınırlayacak bir kontrol olmadan topraklara istediği gibi el koyduğu, sakinlerinden boşalttığı uzun, karanlık ve kasvetli bir geçmişi hatırlatmakla kalmıyorlar.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Yerleşimciler bunun yanı sıra 19'uncu yüzyıldaki yerleşim faaliyetleri sırasında önceki yerleşimcilerin ustalaştığı kandırma çabasında bulunmayı dahi, Filistinli kurbanlarına çok görüyorlar.

19'uncu yüzyıldaki bu faaliyetler, Cecil Rhodes'un Güney Afrika'da desteklediği ve Rudyard Kipling'in ünlü bir şiirinin yaydığı ve popülerleştirdiği "beyaz adamın yükü" teorisinin eşlik ettiği yerleşim faaliyetlerine benziyordu.

Fransızların Cezayir'e yerleşmelerine ise "uygarlaştırma mesajı" teorisi eşlik etmişti.

Yine Hristiyanlık dini Kenyalıların sefaletini süslemek için bir rüşvet olarak kullanılmıştı.

Bu nedenle Kenya'nın eski başkanı Jomo Kenyatta'nın şu ifadesi yaygınlaştı:

Misyonerler Afrika'ya geldiklerinde Afrikalıların elinde toprak, onların elinde İncil vardı. Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler ve gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil, onların ellerinde topraklarımız kalmıştı.


Burada, mevcut yerleşimciler için rüşvete veya kandırmaya başvurmaya bile gerek yok.

Söyledikleri, kendilerinden başkası için bir şey ifade etmeyen, kaba bir güç gösterisi, bu gösteri ve onu uygulamakla tehdit etmenin eşlik ettiği dini bir monologdan başka bir şey değil.

Bu nedenle onları sürü olarak nitelendirmek onlara bir saldırı değildir, çünkü gerçekten de kabul edilmiş çağdaş formatları ile insan toplumu öncesine bir gerileme durumunu temsil ediyorlar.

Onlar her zaman düşük bir seviye olan yerleşimin en düşük seviyesidirler. Filistin topraklarında uluslararası hukukun ve dünya ülkelerinin kınadığı bir savaş suçu böyle işleniyor.

Topraklarına el koyarak, bölerek,  hareketlerini ve bir yerden bir yere gitmelerini engelleyerek Filistinlilerin insan haklarına yönelik bir saldırı böyle yürütülüyor.

Geleceğin ufkunda bugün aralıklı ve nispeten düşük ivmelerde sürdürülen bu iç savaşın genişlemesi dışında bir şey görünmüyor.

Toprağa el koyma ve sakinlerinden boşaltma, esasında herhangi bir barışı ve gelecekte herhangi bir iki devlet fırsatını engelliyor.

Özellikle de İsrail'in toprak işgalini ve onun üzerine inşa edilenleri müzakere edilemez olarak görmeye başladığı göz önünde bulundurulduğunda.

Bu arada, Binyamin Netanyahu'nun yeni hükümeti ve yerleşimci dini partilerin bu hükümetteki dengeli temsili, yerleşim faaliyetlerine daha resmi bir meşruiyet kazandırıyor ve onları önemli bir karar mercii yapıyor.


Bizi bulunduğumuz yere getirmek için birçok faktör bir araya geldi. İşgalin kendisi, Yahudi devleti rolü, İsrail'deki siyaset ve seçim oyununda popülizmin boyutu, Aşkenazların ağırlığının azalmasına, solcu partilerinin ve barış kampının zayıflamasına karşılık, Doğu Yahudilerinin sayısındaki artış, bütün bunlar, Filistin Yönetimi'nin içinde bulunduğu umutsuz duruma ve muzdarip olduğu prestij kaybına, barış görüşmelerinin 2014'ten beri tamamen durmasına eklendi.

Yahudi devletine baskı uygulama konusundaki uluslararası gevşeklikten bahsetmiyoruz bile.

Buna karşılık, yerleşimciler, DEAŞ ve kardeşlerinin yarattığı ortam ile İran'ın genişlemesi karşısında duyulan panik arasında bölgedeki dini ve kimliksel kökleşmeden yararlandı.

Bu panik, var olmasaydı Filistinli kurbanları desteklemeye harcanabilecek enerjileri tüketti.

Buna ek olarak, daha önce çatışan iki tarafın siyasi eylemlerini kontrol eden Holokost ve Nekbe'nin meşruiyeti, Filistinli gençler kadar Yahudi yerleşimciler arasında da geriledi.
 


Ancak teoriden gerçekliğe ulaşan bir analize göre kesin olan şey, meselelerin mutlaka vardıkları sonuca mahkum olmadıklarıdır.

Yerleşimin 1967 savaşından hemen sonra kontrollü yerleşimi teşvik eden "Yigal Allon Planı" uyarınca başladığı doğrudur.

Yine Menahem Begin ve Likud'un 1977'de iktidara gelmesinden sonra nispeten niteliksel bir sıçramanın gerçekleştiği, bu faaliyetlerin, İşçi Partisi hükümetlerinin muhalefetiyle karşılaşmadan sonraki Likud hükümetleri döneminde aktif olarak yeniden başlatıldığı da doğrudur.

Ancak tüm bunlara rağmen Oslo Anlaşmalarının imzalandığı 1993 yılında yerleşimcilerin sayısı 100 bini geçmiyordu ve birçoğu, ideologdan ziyade İsrail'dekinden daha ucuza konut arayan "memurlardı".

İsrail ayrıca 1978 ve 1979'da imzalanan Camp David Anlaşmaları'ndan sonra Sina Yarımadası'nda kurduğu yerleşim yerlerini de dağıtmak zorunda kalmıştı.

2003'te, Başkan George W. Bush "barış yol haritasının" bir parçası olarak bazı "yasadışı" yerleşim yerlerinin kaldırılmasında ısrar ettiğinde bile, Tel Aviv buna boyun eğdi ve tek taraflı çekilmesi sonucunda 2005 yılında Gazze'de kurulan yerleşim birimleri zorla kaldırıldı.

Şimdi, yerleşimcilerin desteklediği ve tanım olarak hiçbir politikaya uymayan, hiçbir müzakereye imkân tanımayan mutlak bir yıkım var. Bu, Filistinlilere ve uzun vadede de İsrail'e apaçık bir zarar.

Kimliklerin galeyana geldiği bir dönemde sorunları çözmek zordur ve bu, kimlik galeyanının en şiddetli biçimlerinden biri. Peki bu galeyan sona erdikten sonra siyaset ve müzakereye bir şey kalacak mı?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Asasmedia

Şarku'l Avsat 

DAHA FAZLA HABER OKU