İsrail'i ne yapacağız?

İbrani devlet, kendisini dünya ülkelerinin tabi olduğu tüm kurallardan muaf saymayı bıraktığı zaman, müzakereler yararlı olacak, çünkü o zaman müzakereler karşılıklı değiş tokuş ve mübadelenin mümkün olduğu bir çıkar sentezi olacak

Fotoğraf: Reuters

Düşünülmesi gerekeni düşünmek için zaman uygun mu, yoksa -alıştığımız gibi- acil ve tehlikeli olanla başa çıkmak için meseleyi karmaşık, birçok hassasiyet ve sıkıntıyla kaplı bırakmak mı daha iyi bilmiyorum?

Ancak meseleyi ve arkasındaki büyük olayı acil kılan bir şey var, o da İsrail ve Filistin meselesinin Amerikan-Arap Cidde Zirvesi'nde gündeme gelecek olması.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Tabii ki, zirveye katılanların ve ilgili tüm tarafların ulusal güvenliğini tehdit eden konu ve meselelerin dolup taştığı bu koşullarda, meseleyi genel olarak mutabık kalınan noktada bırakmak her zaman mümkün.

Herkes "iki devletli bir çözüm" istiyor ve her iki tarafın da eski pozisyonlarını tekrarlamasına ve Gazze'de ateşkesin devam etmesine izin verecek bir tür kısmi müzakereler çağrısında bulunuyor.

Çağrılar ve arzular listesi bu şekilde uzayıp kısalabilir ama her halükarda sonunda sadece konunun zirvede ele alınmış olduğu kayıt altına alınacak ve daha sonra herkes kendi gündemine dönecek.

Çağrılar, temenniler ve pozisyon kaydetmeler zirvede faydalı olabilir, ancak asla şu soruyu ısrarla sormamızı engellemez:

"İsrail'i ne yapacağız?"

Filistin davası için ne istediğimizi çok iyi bilsek de; "Filistinlilerin Haziran 1967 sınırları içinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir devlete sahip olma haklarının vurgulanması", bu bizi söz konusu soruyu sormaktan ve cevaplamaya çalışmaktan kurtarmaz.

Uzun bir süreden sonra bölgenin en önemli zirvesi olabilecek bir ziyarette gündeme getirilmesi için alışılmışın ötesinde düşünmekten alıkoymaz.

Bizi buna sevk eden ilk gerçek, ABD tarafının zirvede İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye yönelik bir davette bulunacak olması.

İkincisi, 5 Arap ülkesi ile İsrail arasında gerçekten de değişen derece ve derinlikte bir barış ve normalleşme ilişkisinin bulunması. Elbette, diğer katılımcı Arap ülkeleri de kendilerini İbrani devlet ile savaş halinde görmüyorlar.

Üçüncüsü, İsrail, İran ile çatışma ve tüm bölgede enerji, teknoloji ve farklı güvenlik sorunlarının bir parçası haline geldi.

Dördüncüsü, İsrail ile ilişkiler ne olursa olsun, gelişmiş bir nükleer devlet ve tepeden tırnağa silahlı olduğu, Arap topraklarını işgal ettiği, işgal altındaki topraklara yerleştiği ve egemenliği altındaki Filistinlilerle çeşitli şekillerde ırk ayrımcılığı yaptığı için şu anda istisnai bir durumu temsil ediyor.

Beşincisi, İsrail'in Batı ile özel ilişkilerinin olması. Zirveye katılan tüm katılımcıların, Batı ve ABD’nin zirvesi ile yakın ilişkilerinin olduğu doğru, ancak yoğun çıkarları ifade eden yakın ilişkilerle, çıkarların derin duygularla karıştığı ilişkiler arasında büyük bir fark var.

Bu beş gerçek ve kendisine eklenebilecekler, homojen veya tutarlı değil ve konuyu bir bütün olarak bir kenara bırakmalarına yetecek kadar karar vericilerin başını ağrıtıyorlar.

Bu, "merkezi" veya bir zamanlar öyle olan davaya bir ömür veren akademisyenler dahil olmak üzere konuyla ilgilenenler için yeni bir olgu değil.

Eski kağıtlarım arasında 20 Temmuz 2004'te tanık olduğum ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nin bir oturumu sırasında aldığım önemli bir not buldum.

(Bu ilginç oturum hakkında daha fazla ayrıntı isteyenler kendisini şu adreste bulabilirler: Detours and Disengagements : Hearing Before the Committee on Foreign Relations, United States Senate, One Hundred Eighth Congress, Second Session-July 2004-20)


Bu oturumda komitenin başkanı Cumhuriyetçi Richard Lugar'dı. Komitedeki azınlığın lideri ise Demokrat Joseph Biden'dı.

Katılımcılar, çoğu daha sonra Amerikan dış politikasının önde gelen isimleri haline gelen her iki partinin öne çıkan seçkinleriydi.

Tanıklar ise 4 kişiydi: David Miller, Dennis Ross, David Satterfield ve o zamanlar ünlü Brookings Enstitüsü'ndeki Saban Merkezi'nde bir misafir araştırmacı olan bu satırların yazarı.

Zaman, şimdi olduğundan daha az kritik değildi. ABD bir yıl önce Irak'ı işgal etmişti ve bu, neo-muhafazakarların Amerikan siyasetinin üzerindeki kontrolünü kelimenin tam anlamıyla ifade ediyordu.

Bölgesel ve uluslararası sistemler üzerindeki sonuçlarından biri, uygulanması ABD, Rusya Federasyonu, AB ve BM'den oluşan "Quartet" (Dörtlü) tarafından yönetilecek bir "yol haritası" aracılığıyla barışı sağlamaya çabalamaktı.


Bu oturumda, bu satırların yazarı dışında tanıklardan, soru soranlara ve şimdi başkan olan senatöre kadar tüm konuşmacıların tezleri taktikseldi.

Bazıları barışa yönelik iyi niyetleri ifade ediyordu, ancak pratikte ve özellikle de Biden açısından, suçun Filistinlilerde olduğu açıktı.

Çünkü Filistinlileri kimin temsil ettiğinden ve Devlet Başkanı Yaser Arafat'ın samimi olup olmadığından kimse emin değildi. Onlara göre, Filistinlileri, belirsiz bir şeyi nasıl elde edecekleri konusunda eğitmek gerekliydi.
 


Gerçek şu ki, oturumdaki birçok kişi için ABD’nin Irak'ı işgali konuşulabilirdi, ancak İsrail'in Filistin veya Suriye'deki işgali konuşulamazdı.

Bu konuyla ilgili söylenenleri duymuyorlardı. Benim açımdan bu konuda üç stratejik nokta vardı; birincisi, Filistin-İsrail çatışmasının, Avrupa'yı iki yüzyıl boyunca yoran "Alman sorunu" gibi stratejik olduğu.

Filistin-Yahudi sorunu, küresel çatışmaların yaklaşık yüzde 25'ini tekelinde tutan bir bölgenin parçası. Filistin-Yahudi meselesinin üzerinden tam bir asır geçti ve bir asır daha bizimle yaşamasından korkuluyor.

Tüm stratejik çatışmalarda olduğu gibi, mesele terörizm, kitle imha silahları, İran, yaygın iç savaşlar, reform vb. tüm diğer meselelerle iç içe. Bu tür çatışmalarda ağrı kesiciler pek işe yaramaz, bunlar bir kenara bırakılırsa, geri gelir ve herkesin peşine düşerler hem de aşırı maliyetlerle.


İkinci stratejik nokta ise, konuya yaklaşmak ancak İsrail'in dünyadaki diğer ülkelerin ve şüphesiz bölge ülkelerinin hakkı olmayan şeylere hakkı olan istisnai bir ülke olarak davranmayı bırakmasıyla mümkün.

Aslında, bölgedeki birçok ülke, halklarının bölgedeki tarihsel derinlikleri bir yana, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında uluslararası bir figür olarak ortaya çıktılar.

İbrani devlet, kendisini dünya ülkelerinin tabi olduğu tüm kurallardan muaf saymayı bıraktığı zaman, müzakereler yararlı olacak, çünkü o zaman müzakereler karşılıklı değiş tokuş ve mübadelenin mümkün olduğu bir çıkar sentezi olacak.

Burada bizi Tel Aviv Üniversitesi'nde sorulan bir soruya götüren üçüncü stratejik noktaya geliyoruz. O soru şu;

Araplar, İsrail'den nefret etmekten ne zaman vazgeçecekler?

Cevabı da, bölgenin İsrail'in varlığının yokluğundan daha iyi olacağını öğrendiği zaman bunun mümkün olacağı. Bunun en eski tarihi örneği Singapur devleti.

Singapur, ataları Çin'den gelerek Malezya'nın bir parçası olan bir bölgeye yerleşen Çinli yerleşimciler tarafından kuruldu.

Bu bölge daha sonra Malezya’dan ayrılarak Malezya ve Endonezya arasında uzanan Malay alanı içinde yaşayan bağımsız bir ülkeye dönüştü.

Singapur, yenilikçiliği ve ekonomik dinamizmi sayesinde yıllar içinde Güneydoğu Asya'da birçok iyi yönde öncü bir ülkeye dönüştü.

Bu stratejik durumun İsrail meselesini de böyle düşünmeyi mümkün kılan pratik detayları var mı?

Cevap; evet ve de çok.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU