Bir zamanlar Elazığ 3 No'lu Özel Askeri Bölüm'de… Zor zamanlardan öğrenmek!

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Cezaevi, insan düşüncesinin yoğunlaştığı bir mekân.

Cezaevinde zaman durmuş gibidir.

Yerin üç metre altında morgdan bozma daracık bir mekanda, zihnin, bilincin, psikolojin ve elbette gelmiş hücre kapılarına takılmış anılarınla baş başasındır.

Cezaevinde dış dünya ile bağın, onu yaşamadan kurulur.

Yaşamadığın dış dünyada olup bitenlerin tarihsel sıralamasını karıştırman rastlantı değildir.

Yeryüzünde olup bitenleri kendi ülkenin bir kentinden, bir ilçesinden izlemişsindir. Basından ya da elde ettiğin bir enformasyon o gün bulunduğun mahaldeki bir özgün yaşantıyla, bir etkinlikle aynı ana rastlar, karıştırmazsın.

"Özgür" insan ise her gün başka bir günü yaşar. Bir günü öteki güne benzemez. O nedenle "yaşamadığı" her olay, yaşadığı başka bir olayla yan yanadır.

Yaşadığını kolay kolay unutmuyor insan.

Yaşamadığını da o yaşadığı o olay sayesinde çağrışımla hatırlıyor.

Cezaevindeki yeknesak yaşantı, böyle bir çağrışım olanağı her zaman vermez.


...

12 Eylül 1980 denilince insanilikten başka her şeyin bol olduğu, yaptırımlı, yasaklı, işkenceli darbe yıllarını anımsıyorum.

Elâzığ 3 No'lu Özel Askeri Bölüm'de, bir avuç arkadaş, uzun yıllar yerin üç metre altında morgdan bozma daracık hücrelerde birbirimizden tecrit halde yalnız başımıza kalmıştık.

Yine de yaşam yeknesak değildi.

Çünkü insanlık ve hukuk bilmez darbeci iktidarın başımıza diktiği seçilmiş zalim goriller, bizleri yeraltına hapsetmekle zaten cezalandırıldığımızı anlama yetisinden uzaktı.

Eline geçirdiği devrimciyi her gün, her saat cezalandırmak için akla hayale gelmedik yöntemlerle zulmetmek cezaevlerinin günlük gerçeğiydi.

O nedenle dış dünya ile kurduğumuz bağla elde ettiğimiz enformasyonu, cezaevlerindeki unutulması asla mümkün olmayan ve her gün yenisi yaşanan "operasyonlar", baskınlar, işkenceler, ölümler, ölüm oruçları gibi yaşantı parçacıklarımızın çağrıştırmasıyla, sanki dışarıda yaşıyormuş gibi sıralama hatası yapmaksızın hatırlardık.

Bilincimizi boşaltmak için elinden geleni yapanlar, bu suretle dış dünya ile bağ kurmamızın koşullarını yok etmek isteyenler, yaptıkları zulümlerle, cezaevi hayatımızı öylesine canlı hale getirdiler ki, o daracık koğuşlar, tecritler, yeraltı hücreleri devrimci tutsak için kocaman bir dünyaya dönüştü.  

Zihinsel uyanıklık, belleksel canlılık, devrimci direngenlik o nedenle ayakta kaldı.

En çok ortadan kaldırmak istedikleri şey; iletişimdi.

Tek tip elbise, ziyaret yasakları, tecrit koğuşları, hatta yeraltı hücreleri bunun içindi.

Ancak bir noktayı unutuyorlardı;

Hiçbir tecrit, hiçbir hücre, hiçbir yalnızlaştırma politikası, bir sosyal varlık olan insanın sosyal varlık olma özelliğini yok edemezdi.

Sosyal olmanın özü iletişimse, yerin değil üç, yedi katına gömülen insan, bir yolunu bulur ve sosyal olmanın gereğini yerine getirir, ister kuşkanadıyla, ister kuş diliyle olsun egemenlerin akıl sır erdiremeyeceği en geniş iletişim ağlarını kurardı.

İletişim olunca dayanışma, deneyim paylaşımı, "gizli" komün yaşamı, zulme karşı toplumsal nitelikli direniş de olurdu.

Zihinler uyanıklığını, bellekler canlılığını, devrimci irade direngenliğini en zorlu koşullara uydurur, insanlık onurunu korurdu.

Böyle olmasaydı, yıllar ve yıllar boyu cezaevlerinde "çürütülmeye" çalışılan insanların çürümüş olması, toplumsal değerlerin yok edilmesine tepki göstermemesi gerekirdi.


...

Genellemeler gerçeğin tümünün üstünü örtmemeli. İnsani zaafların ve zayıflıkların üstesinden gelememe gibi anlaşılabilir halleri de vardı.

Hele de ne zaman ve nasıl yapılacağı belirsiz "şok" operasyonlarla, işkencelerle, ölümlerle, yasaklarla, kuşatıcı ve çaresizleştirici koşullar…

Son ana kadar ölümüne direnen bir arkadaşımızın bir anda zulme teslim olduğuna, bir başkasının intihara teşebbüs ettiğine tanıklığın kahredici koşulları…

Teslim olan arkadaşımızın peşini bırakmıyorduk.

Bu duruma düşen arkadaşlarımızı elimizden alan zulme, değil arkadaşlarımızı, çöpümüzü bile kaptırmama gibi bir yüksek ruh hali içindeydik.

Fırsat yaratıp konuştuğumuzda, bu arkadaşlarımıza yoğun işkence ve baskı altında zulmün hiç bitmeyecekmiş gibi göründüğünü, o an için tarihsel-toplumsal hafızadan koptuklarını hemen fark ediyorduk.

İşkence cenderesinden kurtulamayacakları duygusuna kapılıyor ya direnişi bırakıp teslim oluyor ya da teslimiyet koşulları altında yaşayamayacakları duygusuyla intihara teşebbüs ediyorlardı.


Tarihin o döneminde kuşağımız, darbe cezaevlerinde zulme ve zorbalığa karşı "ezilme", "yok edilme" pahasına insanlık onurunu ayakta tutarken, dışarıda "yitik" ilan edildi; ama içeride her şeye karşın varlık koşulu değerlerinden kopmadı ve çürütülemedi.

Kuşağımız; 78 kuşağı, anlık düşünmemeyi, her şeyin geçeceğini, karanlık gecelerin aydınlık bir sabahı da olduğunu zor zamanlardan öğrenecekti.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU