Sezen Aksu ve yüzlerce yıllık 'şathiye' geleneğimiz

Mehmed Mazlum Çelik Independent Türkçe için yazdı

Sezen Aksu'nun "Şahane Bir Şey Yaşamak" isimli bir şarkısında geçen 'cahil' ifadesi kıyametler kopardı.  

Evvela şunu belirtmek gerekir ki Sezen Aksu eleştirilmez, tenkit edilemez birisi değil. Tenkit de etimolojik olarak mükemmel bir kelimedir. Akit, nakit gibi değer ve zaman anlamı taşıyan kavramlarla aynı kökü paylaşır. Oysa linç, anlamsal kavramda da pratikte de hiç hoş bir ifade değildir.

Öte taraftan şu soruyu da sormak Müslüman camianın en doğal hakkıdır;

Bilhassa popüler sanatçılar resmi ideoloji, askeri vesayet ve dine düşman cenah için de ifadeleri bu denli kolay kurabiliyor mu? 

Dolayısıyla Sezen Aksu'nun Hazreti Adem ve Havva konusunda bu denli rahat ifadeler kullanması elbette muhafazakarları öfkelendirecekti.

Dolayısıyla maksudumuz Sezen Aksu Hanımefendi'yi aklamaktan çok, muhafazakâr camianın öfkeyle hareket edip kendisi ile çelişmemesi adına birkaç hatırlatma yapmak olacaktır.
 

Sezen Aksu.jpg
Sezen Aksu

 

Öncelikle Sezen Aksu'nun kötü niyetli olduğu ön kabulünden hareket edelim. Usta sanatçı, Hazreti Âdem ve Havva'ya hakaret etmek istedi ve şu sözleri yazdı: 

Binmişiz bir alamete 
Gidiyoruz kıyamete 
Selam söyleyin o cahil
Havva ile Âdeme


Eğer ki Sezen Aksu hakaret etmiş ve bir peygamberi aşağılamak istemişse, onu linç etmek Müslümanca bir tavır değildir. En güzel protesto Süleyman Çelebi'nin 1640'ta Vesîletü'n Necât'la yaptığı usuldür.  

Ol hikâye şudur, Acem elinden bir vaiz Bursa Ulu Camisi'ne gelir ve vaaz verir. 'Âmene'r-Rasûlü' diye bilinen ve "Biz, O'nun peygamberleri arasında bir fark gözetmeyiz" ayetini yorumlarken, Hz. Peygamberin meziyetlerini hor görür.  

Süleyman Çelebi, caminin de imamlarındandı ve isteseydi Acem vaizi linç ettirebilecekken ona verilebilecek en güzel cevabın Hazreti Peygamberin meziyetlerini öven daha yüce sözler söylemek olduğuna karar verdi.

Daha oracıkta ilk beyit kalbine nakşedilir;

Ölmeyüp İsâ göğe bulduğı yol, 
Ümmetinden olmagıçün idi ol

(İsa ölmeyip de göğe gidecek yolu bulduysa
Senin ümmetinden -Hz. Muhammed- olmamasındandı)


Elbette Süleyman Çelebi burada Hazreti İsa'yı aşağılamıyor; dümdüz okunursa ne yazık ki bu anlamı çıkarmak da mümkün.

Çelebi, burada Hazreti İsa'nın yüceliğini kabul ediyor ve sınır olarak verip Hazreti Muhammed'i o çizginin ötesine taşıyarak yüceliğine yücelik katıyor.

Yani iki peygamber yücelikte yarıştırılıyor. Özetle birinin yüceliğini daha fazla övünce, öteki aşağılanmış olmuyor. 

Ve Çelebi devamında şu veciz ifadeleri kullanıyor:

Hem dahi Mûsâ elindeki âsâ 
Oldu onun izzetine ejdehâ 
Çok temennâ kıldılar Hak'tan bular 
Ki Muhammed ümmetinden olalar 
Gerçi kim onlar dahi mürsel durur 
Lâkin Ahmed efdal ü ekmel durur 
Zira efdallığa ol elyak durur 
Onu öyle bilmeyen ahmak durur

 

 

Nitekim Süleyman Çelebi, eserinin ön sözünde meramını şu sözlerle anlatır:

Rahmân ve Rahîm olan Allahu Teâlâ'nın ismiyle başlarım. Muhammed aleyhisselâmı bütün yaratılmışların sebebi, en şereflisi ve en azîzi yapan, makâm-ı Mahmûd ile sefâat hakkını vererek O'nu bütün Peygamberlerden üstün kılan, ismini O'nun ismiyle yan yana yazarak hasedçi şeytanın burnunu sürtüp, O'nun şânını yücelten Allahu Teâlâ'ya hamd-u-senâlar olsun.

Muhammed aleyhisselâm, Allahu Teâlâ'nın indinde çok makbûldür. Allahu Teâlâ'nın melekleri O'nun yardımcılarıdır. Ağaçlar, toprak ve taşlar, O'nunla konuştular. O'nu sevenler dünyâda ve âhirette sevilip kurtulurlar. O'na düşman olanlar kovulup Cehennem'e atılırlar. Bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahu Teâlâ'ya hamdederim.

Şerîki ve benzeri olmayan, mekândan münezzeh bulunan Allahu Teâlâ'nın bir olduğuna şehâdet ederim. O, herkesin kendisine muhtâç olduğu, ibâdet ettiği ve yöneldiği Allahu Teâlâ'dır. O, şânı yüce, kullarını merhametle bağışlayandır.

Güzel ahlâk ve cömertlik gibi pek çok meziyetleri ortaya çıkaran, vâdedilen kıyâmet gününde, her tarafta şefâati kabûl edilir bir şefâatçi olan Muhammed aleyhisselâmın, Allahu Teâla'nın kulu, resûlü ve habîbi olduğuna şehâdet ederim. Allahu Teâlâ, O'na seçilmişlerin en üstünleri olan temiz âline ve Ashâb-ı Kirâm'ına sonsuz rahmet etsin.


Süleyman Çelebi, o gün Acem vaizi linç edip kovabilirdi de. Bunun yerine bugün dahi yüzbinlerce insan tarafından mütemadiyen okunan mükemmel bir eserin meydana gelmesini sağladı.

Dolayısıyla Sezen Hanım'ın hakaret ettiğini kabul ettikten sonra gösterilecek en güzel protesto ve tepki Hazreti Adem peygamberin övülmesidir.
 

Adem ve havva miyatürü.jpg
Adem ve Havva miyatürü

 

Yüzlerce yıllık 'şathiye' geleneğimizi ne yapacağız?

Sezen Aksu'nun şarkısında Hz. Adem ve Havva'ya hakaret ettiği ve art niyet taşıdığı çıkarsaması belki zorlama bir yorumdur. 

Olayı politikleştirmeden şarkıyı dinlediğimizde, Sezen Hanım'ın aşırıya kaçan bir ironi yaptığını anlıyoruz. Yani Hazreti Adem ve Havva'ya bir düşmanlık söz konusu değil. 

Eğer aşırıya kaçan ironi günah ve hakaret ise 800 yıllık 'şathiye' geleneğimizi ne yapacağız?

Dolayısıyla Sezen Aksu eleştirilecekse Müslüman camianın öfke ile hareket edip, kendi değerlerine zarar vermemesi son derece önemlidir. Aksi halde karşı cenah dindarları kendi sermayesi ile vurabilir.

Şathiye tasavvufi edebiyatın önemli bir türüdür. Dudaklarda bir tebessüm uyandırmak maksadıyla söylenen manzumeler hakkında kullanılan bu tabirin manası, üzerinde benlik ve dava kokusu bulunan sözler anlamını ihtiva eder.

Genellikle inancın zahiri hükümlerine aldırış etmeyen ya da bu hükümleri ciddiye almayan özellikler barındırır. Mansur'un 'Enel Hak' vecizesi bu türün ruhunu oluşturur.

Bu şiirler isyan ve teslimiyet arasında çok ince bir çizgide yürür. 

Eğer bu şiirleri hakaret penceresinden göreceksek Yunus Emre, şu şiirde Hazreti Adem'e açıkça hakaret etmiş olur:

Gelmeden dedin hakkıma kem diye 
Dogmadan dedin asi Adem diye
..
Ben mi düzdüm beni sen düzdün beni
Pür ayıp nüçün yarattın ya gani
..
Kıl gibi sırattan Adem mi geçer 
Ya üzülür ya dayanır ya uçar

 

Yunus emre temsili.jpg
Yunus Emre temsili

 

Şimdi bu dizelerden hareketle koskoca Yunus Emre, Hazreti Adem'e "isyankar" ve "tüm günahların müsebbibi" mi demiş oluyor?

Bir başka şathiyede Kaygusuz Abdal, şu ifadeleri kullanır:

Yeri göğü ins ü cinni yarattın 
Sen ey mimar başı eyvancı mısın 
Ayı burcu günü çarhı var ettin 
Ey mekan sahibi rahşancı mısın? 
Denizleri yarattın sen kapaksız 
Suları yürüttün elsiz ayaksız 
Yerleri temelsiz göğü direksiz 
Durdurursun acep iskancı mısın? 
Kullanırsın kanatsızca rüzgarı 
Kürekle mi yaptın sen bu dağları 
Ne yapıp da öldürürsün sağları 
Can verub can alırsın sen cancı mısın? 
Sekiz cennet yaptın sen Adem içün 
Adın büyük bağışla anın suçun 
Adem'i çıkardın cennetten niçün 
Buğday nene lazım harmancı mısın?

 

Kaygusuz Abdal temsili.jpg
Kaygusuz Abdal temsili

 

Önceki şiirde Yunus Emre tüm günahların kaynağı olarak Hazreti Adem'i gösterirken; Kaygusuz Abdal, Adem babamızı cennetten kovduğu için asıl suçlunun Allah olduğunu ima ediyor.

Elbette bu dümdüz bir okumanın sonucudur, bunu zahire saplanıp kalan gözlere ve gönüllere izah etmek mümkün değildir.


Nitekim Hallacı Mansur'un Hallaç sıfatı da buradan gelir, yani sırrı avama izah etmeye çalışmasından gelir.

Mansur, sıradan akılların anlamayacağı ve hakaret olarak algılayacağı o yüce sırrı; bir hallaç pamuğu gibi ifşa etmeye çalışmasından dolayı bu unvanı alır ve bedeli elbette ki canı olur.

Divan-ı Hikmet'te bu hikâye şöyle anlatılır:

Mansûr der 'ene'l-Hak' erenlerin işi doğru; 
Mollalar der: 'Doğru değil' gönlüne kötü gelip 
Söyleme 'ene'l-Hak', 'kâfir oldun Mansûr' deyip 
Kur'ân içinde budur' deyip, öldürdüler taş atıp. 
Bilmediler mollalar 'ene'l-Hakk'ın manasını 
Zahir ehline hâl ilmini Hak görmedi münasip

 

Ahmet Yesevi - Divanı hikmet.jpg
Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet

 

Ahmet Yesevi, sözlerini bir adım ileri taşır ve Mansur'un Allah'a hakaret ettiğini düşünenlere şöyle hücum eder:

Aşk yolunda âşık olup Mansûr geçti 
Belini bağlayıp Hak işini sıkı tuttu 
Melâmetler ihanetler çok işitti 
Ey müminler hem Mansûr oldum ben işte


Meseleyi çok gerilere götürmeye gerek yok yoktur. Ziya Paşa da şathiye geleneğine fazlasıyla yaslanır. Eğer ki mananın künhüne bakılmayacaksa Ziya Paşa şu dizelerle dinden çıkmış olur;

Gerdûn bir âsiyâb-ı felâket-medârdır
Güya içinde âdem-i âvâre dânedir 
Yâ Rab! Nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyaç?
İnsanın ihtiyâcı ki bir lokma nânedir 
Bir fâilin meâsiridir cümle hâdisât
Ne iktizâ-yı çerh ü ne hükm-i zamânedir


Ziya Paşa bir kenara şimdi Mehmet Akif Ersoy şu dizeleri kullandı diye Allah'a karşı asi mi oldu diyeceğiz;

Sendense eğer çektiğimiz bunca devâhî 
Kimden kime feryâd edelim söyle İlahî?
Kimden kime şekvâ edelim biz de şaşırdık!


Daha da yakın geçmişe geldiğimizde Bedri Rahmi Eyüpoğlu'nun da 'şathiye' geleneği uyarınca Hazreti Adem meselesinde ironiyi fazlasıyla zorladığını görüyoruz;

Hep aynı hikaye 
Yine aynı Adem 
Yine aynı Havva
Yine aynı armut
Kalanlara Yasin 
Gidenlere mevlit


Konu daha çok su götürür. Konfüçyüs der ki; "Ben parmağımla ayı gösteririm, ahmaklar parmağıma bakar."

Meseleyi yalnızca hakaret kisvesine indirgeyenler ve bu topraklarda yaşayan insanların peygamber sevgisi üzerinden kitleleri galeyana getirenler, acaba Ahmet Yesevi'yi, Yunus Emre'yi Hallac-ı Mansur'u, Nesimi'yi ve dahi Mevlana'yı hakkıyla okusalar neler yaparlar?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU