Erbil Konferansı gürültüsünde unutmamamız gerekenler

İsrail ile ilişkileri başlatmak isteyen her Arap hükümetinden tek istenen, bu duruşlardan faydalanması ve başlatılmak istenen ilişkiler dosyasında bir pazarlık aracı olarak kullanmasıdır

Bize görünen o ki bu ayın 24'ünde Irak Kürdistan Bölgesi'nin (IKB) başkenti Erbil'de düzenlenen "Barış ve Yeniden Kazanmak" Konferansı, belirli bir hususta kamuoyunun tepkilerini gözlemlemek için çeşitli vesilelerle fırlatılan bir tür test balonu gibi.


Bu durum, gerek Erbil gerekse Bağdat'ta gözlemlenen tepkiler tamamen resmi olmasına rağmen açık ve net görünüyor.

Şu ana kadar halk düzeyinde tepkiler gözlemlenmedi, ama konunun daha geniş bir dairede boyut kazanması durumunda gelecekte halkın tepkisi de gözlemlenebilir.

Çünkü bu konuda halkların duruşları hükümetlerin duruşlarından genellikle farklı olmayı sürdürüyor.


Konferansın başlığında geçen barış ifadesinden kastedilene gelince, dünyanın bu bölgesinin tamamına barışın hakim olması.

Yeniden kazanmak ifadesiyle ise Irak'ta Yahudilere ait varlıklar kastediliyor.

İş bu noktada dursaydı, neredeyse hiç sorun olmayacaktı. Sorun, konferansın sonuç bildirgesinde İsrail ile normalleşme çağrısı yapan bir paragrafın yer alması ile patlak verdi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Söz konusu paragraf kamuoyuyla paylaşılır paylaşılmaz, Irak'ta yer yerinden oynadı.

Hatta konferansa katılanlar dahi kendisi inkar etmeye başladılar.

Bildirgeyi okuyan kişi bile bu paragrafın bildirgenin paragrafları arasında olmasını beklemediğini belirterek özür diledi.


Dahası bildirge yayımlanır yayınlanmaz, Irak yargısı konferansın çalışmalarına katılan üç kişi hakkında tutuklama kararı aldı hatta bu üç kişi hakkında kovuşturma başlatıldı.

Yargı topunun yuvarlanarak büyümesi ve başkalarını içermesi oldukça muhtemel.


Bildirgenin yayımlanmasına eşlik eden ve hala da devam eden gürültünün ortasında, iki husus dikkatimizi çekiyor; bunlardan ilki, Irak Kürdistan Bölgesi'nin hükümet sözcüsünün yaptığı açıklama;

Diğeri, Irak Ulusal Güvenlik Danışmanı Kasım el-Araci'nin bir konuşmasıyla ilgili.

Hem sözcü hem de danışman, belirli bir noktada üzerinde durulması gereken şeyler söylediler.


İlk olarak IKB Sözcüsü, konferansla uzaktan veya yakından hiçbir ilgileri olmadığını, dış politikanın belirlenme sürecini Bağdat'taki federal devletin münhasır yetkilerinden biri kılan Irak anayasasının hükümlerine bağlı olduklarını açıkladı.

Sözcünün bu sözleri IKB hükümetinin yeterli derecede sorumluluk hissi taşıdığını gösteriyor.

Ayrıca bölgesel hükümetin kendi yetkilerinin sınırlarını ve tam olarak nerede bittiğini, aynı şekilde Bağdat'taki merkezi hükümetin yetkilerinin nerede başladığını bildiğini kanıtlıyor.


İkincisi, Ulusal Güvenlik Danışmanı Araci, Irak'ın kimliklerine bağlı kalan Iraklı Yahudi vatandaşları etiketlemediğini ve peşlerine düşmediğini, onlara tam vatandaşlık haklarına sahip vatandaşlar olarak davranmaya önem verdiğini söyledi.

Bunlar da sorumluluk taşıyan ifadeler, çünkü Irak topraklarında Irak vatandaşlığını her şeyin üstünde tutuyor.

Vatandaşlığı, hiçbir ayrım gözetmeksizin, hak ve görevlerde vatandaşları eşit kılan bir referans haline getiriyor.


Her iki durumda da mesele, Iraklılar pratik uygulamalarını sahada görene, anayasa metni ve vatandaşlık ilkesi Irak'ın çocuklarının hayatında yaşayan bir gerçekliğe dönüşene kadar, gerek hükümet gerekse Ulusal Güvenlik Danışmanı düzeyinde teorik kalmaya devam edecek.

Ancak tüm bunlar, her açıldığında belgeleri tamamlanmayan açık bir dosya olarak kalmaması için konferansın gündeme getirdiği konuya Bağdat'ta daha geniş bir açıdan bakılması, daha kapsamlı bir şekilde ele alınması, açıklığa kavuşturulması gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor.


Irak başkentinin konferansa karşı duruşu güçlüydü ve bu, Bağdat gibi büyük bir başkent tarafından benimsenen siyasi duruşu nitelemek için kullanılabilecek en hafif ifade.

Ancak arka planıyla ilgili soru işaretleri devam ediyor;

Bu duruş kesin bir Irak ulusal doktrinine dayanıp gerçekten onu mu temel alıyor, yoksa Tahran ve Tel Aviv arasında bildiğimiz, bir atıf veya hatırlatma yapmamıza gerek olmayanlarla ilgili görmediğimiz bir ilişkisi mi var?

Elbette bu soru ile Irak'ın milli doktrini sorgulanmıyor, çünkü dayandığı uzun bir geçmişi var.

Ancak Irak'ın kararları üzerinde hegemonya kurmak, siyasi iradesine saygısızlık etmek ve Irak'ın egemen bir devlet olduğu gerçeğini dikkate almamaktan vazgeçmeyen dış girişimler, hepimizi bir beklentiye sokuyor;

Konferansa karşı bu güçlü duruşun duyurusuna başkalarının isteğinin karışmadığı saf bir Irak duruşu olduğu teyidinin eşlik etmesi.


Bu bir yandan, diğer yandan İsrail ile normalleşme meselesi, hem İslami hem de Arap düzeyde tartışılırken, bütünüyle tartışılmalı, bir parçası tartışılırken bir parçası hakkında sessiz kalınmamalı.

Bunları yazarken aklımda Taliban hükümetinin birkaç hafta önce kurulur kurulmaz, bir başkent (Tel Aviv) dışında dünyanın bütün başkentleriyle diplomatik ilişkiler kuracağı açıklaması var.

Kabil'de kendi politikalarını belirleyen ve dünyaya açıklayan sorumlu bir hükümet olarak bu kesinlikle onun hakkı.

Ancak eksik bir tarafı var o da kendi açısından neden böyle bir duruş benimsediğini açıklamaması.

Oysa daha fazlasını açıklamalı, bu duruşunun İsrail'in kendisine karşı olmadığını, genel olarak İsrail'in bölgedeki politikaları ve özellikle de Filistin meselesine yönelik politikasına karşı bir duruş olduğunu açıklamalıydı.


Fıkıh ve mantık alimlerinin bildiği kıyas ile ele alacak olursak, Irak'ın konferansın gündeme getirdiği normalleşme konusundaki pozisyonunun mutlak ve kesin bir pozisyon olduğu düşünülemez.

Aksine bu pozisyon çoğunlukla, Tel Aviv'deki hükümetin,  herhangi bir Arap hükümeti arasındaki normalleşmenin kendisine sorumluluklar yüklediğini ve yükümlülükler getirdiğini ne ölçüde anladığıyla bağlantılı.

İsrail hükümeti bunu fark etmez ve anlamazsa normalleşme hiçbir Arap başkentinde hükümet düzeyinden halkın düzeyine geçemez.
 

 

Canlı bir örnek ve taze bir duruş istiyorsak, bu yaz Tokyo Olimpiyatları'na katılan Sudanlı judocu Muhammed Abdurrasul'un duruşundan daha güçlüsünü bulamayız.

Sudanlı sporcu rakibinin İsrailli Tohar Butbul olduğunu öğrenir öğrenmez olimpiyatlardan çekildi.

Ardından Cezayirli judocu Fethi Nourine de aynısını yaptı ve çekildi!


Bu alenen oldu ve ülkesi geçen yılın sonunda İsrail ile diplomatik ilişkilerini başlatmış olmasına ve iki ülke arasındaki ilişkileri başlatma adımları hedeflerine doğru ilerlemeye devam etmesine rağmen hiç kimse Abdurrasul'u bu kararından vazgeçiremedi.

Sudanlı sporcu bana fikrimi sorsaydı, çekilmemesi gerektiğini, sonuna kadar mücadele etmesi, olimpiyatlarda kalıp rakibinin karşısına çıkarak yalnızca rekabet edebileceğini değil, aynı zamanda kazanabileceğini göstermesi gerektiğini söylerdim. Aynısı tabii ki Nourine için de geçerli.


Abdurrasul ve Nourine vakaları münferit değil, birden fazla uluslararası mahfilde benzer duruşlar gösteren pek çok Arap var.

İsrail ile ilişkileri başlatmak isteyen her Arap hükümetinden tek istenen, bu duruşlardan faydalanması ve başlatılmak istenen ilişkiler dosyasında bir pazarlık aracı olarak kullanmasıdır.

Böylelikle belki karşı taraf normalleşmenin bedava olmadığını anlar.

Üç kişi hakkında kovuşturma başlatılmasının yarattığı gürültüde Bağdat'ın gözden kaçırmaması gereken Erbil Konferansı dersi genel olarak budur.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Sema Sevil

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU