Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan Kovid-19 epidemisi kısa süre içerisinde bütün dünyayı etkisi altına aldı. Vaka sayısı yüz binleri bulan salgın, pandemiye dönüştü ve on binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden oldu.
Şimdi, bütün dünya bilim adamlarından ve aşı laboratuvarlarından gelecek sevindirici haberlere odaklanmış durumda.
Yetkililerse Kovid-19’a karşı etkili bir aşının başarıyla piyasaya sürülebilmesi için 12 ile 18 ay arasında -minimum- bir süreye ihtiyaç duyduklarını kamuoyu ile paylaşıyor.
İnsanoğlunun mikroplara karşı geliştirdiği en güçlü silahı olan aşı; geleneksel ve modern yöntemlerle binlerce yıldır kullanılıyori, fakat birçok insan özellikle modern aşının göründüğü kadar masum olmadığını iddia ediyor.
Aşının Çin’den başlayarak Osmanlı’ya uzanan ve nihayetinde Avrupa’da modern halini aldığı sıra dışı hikayesinde Türk ve Müslüman şifacıların da çok önemli katkıları bulunuyor.
Modern aşı ilk defa çiçek hastalığına karşı Avrupa’da geliştirilmiş ve bu tedavi yöntemi keşfedildikten kısa süre sonra dünyanın en modern tıp merkezlerine sahip ülkelerinden birisi de Osmanlı olmuştu.
Bugün Kovid-19’a karşı sadra şifa olacak aşının dışarıdan gelmesini beklerken geçmişte durum hiç de böyle değildi.
Türkler birçok aşı çalışmasına en ön safta öğrenci ve araştırmacı gönderen toplumlardan birisiydi.
Aşı nedir?
Aşı, belli bir mikroptan kaynaklanan hastalığa karşı insan bedeninde bir savunma mekanizması oluşturabilmek için zayıflatılmış ya da kısırlaştırılmış biyolojik ajan numunelerinin vücuda zerk edilmesi demektir.
Bu sayede bağışıklık sistemimiz bu mikrobu tanır ve ona karşı tedbirini alır.
Aşı zerk ediltikten sonra bu hastalığa yakalanmayacağız anlamına gelmez; fakat aşı bağışıklık oluşturarak hastalığı daha hafif bir şekilde atlatmamıza yardımcı olur.
Esra Çapanoğlu, “Sağlık Çalışanı ve Ebeveyn Perspektifinden Çocukluk Aşılarının Reddi Niteliksel Bir Araştırma” isimli çalışmasında vücudumuza zerk edilen aşıların niteliklerini şöyle açıklıyor;
Aşılar başlıca canlı (atenüe) ve inaktive aşılar olmak üzere iki şekilde sınıflandırılabilir. Canlı aşılar, bir virüs ya da bakterinin hastalık yapma özelliğinin ortadan kaldırılması, ancak vücutta çoğalma ve bağışıklık oluşturma yeteneğinin korunmasına dayanır (kızamık, kızamıkçık, kabakulak, oral polio, suçiçeği, BCG aşıları).
İnaktive aşılar ise, virüs ya da bakterinin tamamı (boğmaca, influenza, hepatit A, inaktif polio virus (IPV) gibi) veya bir kısmı (hepatit B, influenza, aselüler boğmaca, difteri, tetanoz gibi) kullanılarak hazırlanır (46).
Canlı aşıların önemli iki avantajı vardır. Birincisi, aşı içeriğindeki mikroorganizma konakta ürediğinden, doğal enfeksiyonun daha hafif formu gerçekleşir ve hem humoral hem de hücresel bağışık yanıtını indüklerler.
İkincisi ise bu aşılarda sıklıkla tek bir doz yeterli olur, tekrar dozlarına gerek kalmaz. Ancak canlı aşıların virülan forma tekrar dönebilme olasılığının olması önemli bir dezavantajdır.
Aşının tarihi
Geleneksel aşı yöntemlerinin binlerce yıl boyunca, Çin başta olmak üzere, dünyanın birçok yerinde uygulandığı biliniyor.
Geleneksel aşı yöntemleri bugün bildiğimiz tekniklerden ise bir takım farklılıklar taşıyordu; örneğin iğne yerine derinin altı ya da içinin yarılıp serpiştirilerek zerk edilmesi gibi yollar kullanılıyordu.
Modern aşı ise 18'nci yüzyılda çiçek hastalığına karşı İngiltere'de geliştirildi. Bu aşının öyküsü ise Osmanlı topraklarında başlıyordu.
Çiçek salgını bir epidemi olarak ortaya çıktığı ilk günden itibaren yüz binlerce insanın ölümüne sebep oldu ve sayısız çocuğu da sakat bıraktı.
Bu hastalığa karşı bir tedbir olarak aşıyı ilk kullanan ise Türkler oldu. Çiçek hastalığı geçiren ve atlatan bir kişinin vücudunda meydana gelen yaralar kuruyup dökülmeye başladığında şifacılar onları toplayarak muhafaza ederdi.
Ardından bu hastalığı hiç geçirmemiş bir kişinin koluna neşter yardımıyla açılan çiziğe zerk edilerek gül yaprağı ile sargıya alınırdı. Kişi bu işlemden sonra hastalığı çoğunlukla hafif ateş ve halsizlikle atlatırdı.
Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin eserlerini tezinde işleyerek transkript eden Tuncay Pekdoğan, bu usulün modern aşının bulunmasına ilham olmasını şöyle aktarıyor:
Wortley Montagu'nun eşi Leydi Mary Wortley Montagu İngiltere’deki bir arkadaşına bir mektup yazarak, Türklerin bu hastalıktan korunmak için uyguladığı yöntemden bahsetmiştir.
Bu yöntem kısa sürede duyulup uygulanmaya başlanmış ve bu yöntem geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu araştırmacılardan biriside İngiliz köy tabibi Edward Jener’dir.
Jener sütçülük ile uğraşanlarn bu hastalığa yakalanmadığını gözlemlemiştir. İneklerde görülen çiçek hastalığının süt sağan kişilere bulaşarak bir nevi kendiliğinde aşılama meydana geldiğini ve kişinin bağışıklık kazanmasına sebep olduğu kanaatine varmıştır.
Jener bu yöntemle kendiliğinden aşılanan kişilerin hastalığın belirtilerini yok denecek kadar hafif atlattığını görünce Türklerden öğrenilen yöntem ile karşılaştırmıştır.
Sonuçta inekten insana bılaşarak kendiliğinden meydana gelen aşı olan yani vassinasyonun insandan insana yapılan variyolizasyondan dahi iyi sonuçlar verdiğini tespit etmiştir. Jener bu aşılama yönteminin önce Avrupa’ya sonrada tüm dünyaya yayılmasını sağlayarak adını tıp tarihine yazdırmıştır.
Osmanlı, kendi sınırları içerisinde geleneksel yöntemlerle uyguladığı aşının, Batı’daki modern devrimini de yakından takip ediyordu.
Henüz yeni kurulan aşı merkezlerine devlet hazinesinden hibeler veriliyor ve yetiştirilmek üzere öğrenciler gönderiliyordu.
Ülkede ise aşı üstüne çalışma yapılacak merkezlerin kurulması için gerekli çalışmalar yapılıyordu.
Hatice Karahan, 2014 yılında Yeni Şafak’taki köşesinde bu çalışmaların zaman içerisinde sekteye uğratılmasını şöyle eleştirmişti:
Osmanlı’nın aşı serüveni, çiçekle sınırlı değil. 19. yüzyılın amansız dertlerinden kuduza karşı, 1885’te Pasteur tarafından bulunan devayı haber alan 2. Abdülhamit, bir ekibi hemen Paris’e göndererek kuduz aşısı eğitimi alınmasını sağlarken, Pasteur’e de yüklü bir ödül gönderir.
1887’de vatana dönen ekip, Kuduz Tedavi Enstitüsü’nü kurar. Bir nevi zamanın teknoloji transferi! 1893’te ise bir başka mikrobiyoloji enstitüsü hayata geçirilir ve peşi sıra yıllarda, tifo ve dizanteri gibi çeşitli aşılar geliştirilir.
Dolayısıyla Osmanlı, son dönemlerinde ve hatta savaş yıllarında dahi, aşı çalışmalarını aralıksız sürdürür. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da miras korunur ve aşıya verilen önem devam eder. 1928’de kurulan Hıfzıssıhha Enstitüsü, ülkenin aşı ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, kolera salgını geçiren Çin’e dahi aşı gönderir.
Merkez, 1940’lara doğru, kızıldan vereme sayıları neredeyse 20’ye varan çok çeşitli aşı üretir hale gelmiştir. Hatta dünyadaki ilk tifüs aşısı burada geliştirilir. Ancak gelin görün ki; 90’ların sonlarına doğru, Hıfzıssıhha’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin aşı üretim faaliyetleri durdurulur.
Kolera salgını Türklerin mikrobun ne olduğunu anlamasını sağladı
Türklerin aşı konusunda bu kadar istekli ve birikimli olmasının altında yatan en önemli sebep “mikrop”un ne olduğunu gerek tabipler gerekse de toplum tarafından iyi bilinmesiydi.
Çiçek mikrobuna karşı edinilen tecrübenin yanında Kolera salgını da ciddi bir birikim sağlamıştı.
Hindistan’ın kir içindeki nehirlerinde ortaya çıkarak tüm dünyaya yayılan koleranın en çok etkilediği bölgelerden birisi de Anadolu’ydu.
Bu hastalık 19'ncu yüzyılda bir şekilde mutasyona uğrayarak tüm dünyayı etkisi altına almış ve bu epidemi Osmanlı’da da ciddi sayıda ölümlere neden olmuştu.
Osmanlı topraklarında yaklaşık 6 bin insanın ölümüne neden olan bu hastalık süratle yayılırken hakkında dünyada herhangi malumat bulunmuyordu.
Buna rağmen Osmanlı’da bu mikroba karşı bugün bakıldığında oldukça modern tedbirler söz konusuydu.
Mikrobun bulaşıcılığını kırmak, ona karşı uygulanacak karantina yöntemleri ve iyi gelecek perhizler gibi tedbirler dönemin kendi şartları ele alındığında son derece modern tekniklerdi.
Hastalığın üreyerek çoğalabildiğinin farkında olan tabipler tedbirlerini buna göre alıyordu.
Konuyla alakalı Başhekim Mustafa Behçet Efendi’nin Kolera Risalesi”ni Tuncay Pekdoğan şöyle özetliyor:
Tecrübe ile sabit olduğu bilgisine göre bu hastalığın görüldüğü eve mümkün olduğunca uğranmayıp hastalığa uğramış kimselerin yanında bulunan kimseler ile yakınlaşmaması ve temas etmemesi gerekmektedir.
Hastalık olan evde hastanın bütün çamaşırları temizlenip ve odasındaki bütün eşyalar yıkandıktan sonra hasta odasının beş on gün kadar kapalı tutulması tavsiye edilmektedir.
Bu evde birkaç gün çömlek içerisinde sirke kaynatılıp mümkün olduğu kadar alçak yerlerdeki ve birbirine yakın evlerin bulunduğu yerlere uğranılmaması gerektiği ve uğranılması zorunlu olduğu durumlarda ise sirke, hırsız sirkesi veya nişadır ruhu (amonyak) bunlar bulunamazsa sarımsak koklatılmasını tavsiye etmektedir.
Her yerde bu gibi bitkilerin koklatılması evlerin gevenlik, katran, servi kozalağı veya ardıç tohumu ile günde birkaç defa tütsülenmesi gerektiğinden bahseder. Yine mümkün olduğunca havadar yerlerde ikamet edilmesi ve vücudun nemli tutularak soğuk algınlığından sakınılması gerektiği ve bil hassa ayakların üşütülmemesi için çorap ve terlik giyilmesi gerektiğini belirtir.
Bu hastalığın görünür sebebi yanık safra olduğundan dolayı safrayı harekete geçirerek fazla salgılanmasına sebep olan yiyecek ve içeceklerden sakınmak gerektiği ve hastalığın etkin olduğu günlerde safrayı harekete geçiren yiyecek ve içeceklerden fazla yemek yemekten sakınılması bunun yerine az miktarda ve hafif gıdalar yiyenlerin bu ürkütücü hastalıktan kurulabildikleri anlatılmaktadır. Zeytinyağı ile yapılan bütün yiyeceklerin bu hastalığın en büyük davetçisi olduğu anlatılmaktadır.
Aynı şekilde çok yağlı ve hamur işi yemekler ki poğaça, yağlı çörek, börek, helva, baklava, lokma, gözleme gibi sindirimi zor yiyeceklerden uzak durulması tavsiye edilmektedir. Tıp kitaplarında belirtildiği üzere süt ve sütlü yiyecekler ile yumurtadan mümkün olduğunca uzak durulması vurgulanmaktadır.
Bu gibi yiyecekler safraya İçilecek suya kâfi miktarda sirke eklenip kullanılabileceği ve sirkeli salatalar yenilmesi sağlığı korumaya yeterlidir. Ancak şiddetli öksürükte ve sirkeye hassasiyeti olan kişilerde yalnızca sirkeyi koklamak ve yüze sürmek ile korunmada yeterlidir.
Mideyi yormayan ve ağırlığa sebep olmayan gıdalar tercih edilmelidir. Pirinç ve frenk arpasından yapılan çorba, piliç ve tavuk etleri koyun etinden yapılmış söğüş ve kebap ve sebzeler kana hiddet ve hararet verici patlıcan ve lahanadan başka kabak ve mülhibe, taze fasülye, razyana filizleri ve semizotu gibi kolay sindirilen hafif gıdalar tercih edilmesi tavsiye edilmektedir.
Başhekim Mustafa Behçet Efendi’nin “Kolera Risalesi” isimli çalışmasının transkript edilmiş ikinci bölümünde geçen ifadelerin orijinali ise şöyledir;
Vukû‛udan mukaddem bu illetden tarîk-i muhâfaza ve perhiz-i ve himyenin suretleri beyânındadır bi‛t-tecrübe tahkîk olunduğuna göre bu illet zuhûr eyleyen haneye mümkün mertebe uğranmayub ve bu misüllü hastanın yanında olanlar ile dahi sohbet ve tekarrübden hazer eyleyeler.
Zira ta‛unda olduğu gibi lems ve iltisâk tarîkiyle dahî sirâyeti tecrübe olunmuştur. Ve bir hanede zuhur eyledikde der- akab hastanın cemi‛ esvâbı gasl ve tathîr ve odada olan cemi‛ eşya yıkanub ol oda beş, on gün kadar kapalı olmak üzere terk oluna.
Ve ol hanede birkaç gün çömlek derûnunda sirke tabh oluna ve mümkün mertebede hasbe‛l - mevzi alçak ve birbirine haneleri sık mahallere uğranmayub bi‛l - iktizâ varıldığı takdirde sirke yahûd Hırsız Sirkesi yahûd Nişadır Ruhu hiç olmaz ise ve sarımsak şemm oluna.
Ve her mahalde bu misüllü eşya koklayalar ve haneleri kevenlik yahûd katran yahûd servi kozalağı yahûd ardıç tohumu ile günde birkaç def‛a gereği gibi tathîr edeler. Yani tütsüliyeler.
Ve kadr olunduğu mertebede havadar mahallerde beytûtet ve ikâmet eyleyeler ve daima beden nemnâk bulunub soğuk dokunmaktan sakınalar ve ayakları ısıcak tutub daima çorap yahûd terlik giyeler.
Bu illetin sebeb-i mâddisi yanık safra olduğundan nâşî safrayı ziyâde edici ve tahrîk ve ihtirâka sebeb olucu me‛kûlât ve meşrûbâtdan dahî perhiz ve himye eyleyüb ve böyle günlerde galîz ta‛amlardan ictinâb ve kalîlü‛l - mikdar hafif gıdalar ile kanaât ve iktifâ edenler iş bu illet-i muvahhişeden tahlîs-i giribân–ı cân eddikleri rutbe-i‛ tevâtür emr-i müsellimdir…
Türklerin 20’nci yüzyılın başında aşı geliştirme kültürünü kaybederek modern tıpta hak ettiği yeri kaybetmesi ise üzücü bir tablo olarak karşımıza çıkıyor.
Aşı yapılmasına karşı çıkanların gerekçesi nedir?
Dünyanın büyük bir kısmı aşıyı kurtarıcı olarak görüyor ve çocuklarını devletin resmi takvimine göre aşılıyor.
Öte yandan aşının bulunduğu ilk günden itibaren aşıya karşı sert bir muhalefet içerisinde bulunan bir kesim de mevcut. Bugün onların sayısı milyonlarla ifade ediliyor.
Türkiye’de de son dönemlerde çocuğunu aşılatmayacağını belirten birçok aile var.
Esra Çapanoğlu’nun çalışmasından hareketle aşıya karşı olanların temel gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz;
Aşıların içeriğinden dolayı aşıların reddi: Aşı içerikleri içerisinde aşı retlerinde en çok adını duyduğumuz ve en fazla suçlanan molekül koruyucu olarak kullanılan tiomersaldir. Bir cıva türevi olan bu maddeyi özellikle aşıların otizme sebep olduğu iddialarında duymaktayız.
…
Aşıların yan etkisinden dolayı aşı reddi: Sağlık Bakanlığı’nın 2009 yılında yayınlamış olduğu genelgede aşı sonrası istenmeyen etkiler tanımlanmıştır. Burada yapılan tanımla şu şekildedir. Aşı Sonrası İstenmeyen Etki (ASİE): Aşı uygulanan bir kişide, aşı sonrası ortaya çıkan, bilinen aşı yan etkisi ya da aşıya bağlı olduğu düşünülen herhangi bir istenmeyen tıbbi olaydır.
…
Bulaşıcı hastalıklar geçirilebilir aşılar gerekli değil düşüncesi: Bir hastalığın aşısının çocuğa yapılıp yapılmasının kararında ailenin o hastalığa bakış açısının etkili olduğunu görmekteyiz.
...
Aşılar hakkında yeterli bilgi verilmemesinden dolayı aşı reddi: Ebeveynler çocuklarının sağlık bakımı hakkında karar verme sürecinde daha fazla bilgi edinmek isterler… Aileler çocuklarının sağlığı konusunda sağlık hizmeti sunucularını değerli bir bilgi kaynağı olarak görmektedirler. Fakat sağlık çalışanları ile konuşmanın kolay olmadığını, hekimlerin ebeveynler ile iletişim kurmaya zamanının olmadığı, ebeveynleri aşının riskleri ve yararları konusunda bilgilendirme eksikliklerinin olduğu aileler tarafından söylenmektedir.
...
İlaç Endüstirisi, Aşılar ve Çıkar İlişkisi: Ulusal bağışıklama programları başarıya ulaşsa dahi aşıların temini ve finansmanından dolayı ailelerde güven endişesi olabilir. Aşı güvenliği konusunda ailelerin endişesi arttığında aileler aşı tedarik sistemini daha çok sorgulayabilir. İlaç firmalarına ve sağlık sektörüne güvenmediğini belirten katılımcı ailelerin ortak noktası aşının bir para kaynağı olarak görülmesi düşüncesidir.
...
Bazı hastalıkların artışının aşıdan kaynaklandığını düşünme: Bu konu başlığı aşıların yan etkisi olduğu düşüncesi konu başlığı ile benzer ifadeler içermekle birlikte ailelerin aşılardan sonra bazı çok özel hastalıkların ortaya çıktığını ya da daha çok görülmeye başladığını sıkça belirtmesi nedeniyle bu konunun ayrı bir başlık olarak açılmasını gerektirmiştir. 1
Bu korkuları tanıkların sözleriyle destekleyen Çapanoğlu, özellikle Türkiye’de aşı reddini savunan kesimler hakkında önemli istatistiklerde bulunuyor.
Aşı, insanoğlunun hastalıklara karşı tamamıyla güvenmediği bir savunma silahıdır; çünkü mikrobun yok edilebilmesi için seyreltilmiş mikrop ile işbirliğine gidilmektedir.
Aşıların uzun vadede kalıcı zararlara sebep olduğu ise kanıtlanmış bir gerçek olmadığı gibi çoğunlukla bir inanç ve kaygıdan ibarettir.
Tüm bunlara rağmen aşıya olan tepki ve medyanın sık sık aşı şirketlerini hedef alan haberleri Kovid-19 sonrası büyük oranda azalmış görünüyor.
Buna rağmen aşı bulunduktan sonra milyonlarca kişi aşı olmayı reddedecektir.
Bunlardan bir kısmı aşıya duyduğu kaygıdan bir kısmı da çoğunluğun aşı olmasıyla kendisini güvende hissederek aşı olmayacaktır.
Yani 'Herkes aşı olursa ben zaten sağlıklı olacağım ve aşının yan etkisinden kurtulacağım' düşüncesiyle hareket edecek milyonlar söz konusu olacaktır.
1. Esra Çapanoğlu - Sağlık Çalışanı ve Ebeveyn Perspektifinden Çocukluk Aşılarının Reddi Niteliksel Bir Araştırma
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish