Bir meslek büyüğüm (U.M.) bir gün bana, kimin ünlü olacağına, kimin unutulup, kimin başarılı, kimin başarısız görüneceğine, küresel gizli bir gücün karar verdiğini anlattığında, bu tez bana masal gibi görünmüştü.
Öyle ya, mızrak çuvala sığmazdı.
Başarı mutlaka, hak ettiği yere ulaşırdı.
Ulaşır mıydı?..
Yoksa öyle değil mi?..
Herkes yanılıyor olabilir mi?
Hiç düşündünüz mü Q klavyeyi neden kullanıyorsunuz?
Bunu bir sosyal deneyle, 2012'de psikonomi çalışmamda sormuştum.
Tümü beyaz yakalı, kadınlı erkekli örneklemimizin tamamı, "daha iyi, daha hızlı" anlamına gelen sözler kullandı. Buna karşın gerçek, bu yaygın yanlıştan epeyce farklı!
Yalan ne kadar büyükse, o denli inandırıcıdır!
ABD'li Sholes'un keşfettiği yazı makinasında (daktilo) harflerin bağlı olduğu kollar birbirine çarparak kırılıyordu.
Çözüm, daha yavaş yazmaktı.
Bunun için de mucidimiz klavyedeki harfleri, yavaş yazmak üzere kurgulamaya karar verince, "Klavye sponsor şirketin adını hızlı yazsın, geriye kalan tüm dilleri ağır yazabilir" denmiş.
Dünyanın en yavaş yazan klavyesini pazarlayan şirketin adı: TYPE WRITER!
Böylece, tüm dünya dillerinde, çok kullanılan harfleri dağıtarak, her dili en ağır yazan, en hantal kurgu, Q klavye doğmuş.
Bilgisayara geçildikten sonra, tabii ki ağır yazmanın anlamı kalmamış.
Ve toplumlar, C ya da A gibi kendi ulusal klavyelerini alırken, Türkiye ise F klavyeyi kurgulamış.
"F" klavye ki, 6 kere dünya şampiyonu.
Ve "Q"ya göre, Türkçeyi çok daha hızlı yazıyor.
İşte böyle bir tabloda pazarlamacılar devreye girerek, sosyal bir deneye soyunmuşlar.
Biz, dünyanın çöpe attığı Q klavyeyi, Türklere, yani dünya klavye şampiyonuna ‘en iyi' olarak pazarlayalım!
Ve kendilerinin bile şaşırdığı bir başarıya imza atmışlar!
Şeyh uçmaz müritleri uçurur ya.
"Q" klavyenin en bilimsel, en hızlı, en iyi olduğu yalanı, kulaktan kulağa beyaz yakalı gönüllü inanmışlar tarafından yayılmış.
Türkiye'de yapılan klavye satışlarının, kabaca yüzde 92'si "Q" ve yüzde 8'i, "F" klavye şeklindedir.
Yani, "en iyi" diye "Q" klavye kullanan, beyaz yakalılarımız, aslında halen yazı makinesinin keşfindeki o sponsor firmanın güzellemesini yapmaktalar.
Başka bir deyişle, yalan ne kadar büyükse, o denli inandırıcıdır!
MBA derslerinde Amerika menşeili, döneminin bile ayıplı teknolojisi VHS marka görüntülü kasetlerin başarısı anlatılır.
Aslında aynı dönem, Japonya'nın ürettiği Sony Betacam görüntülü kasetler, VHS'ye kıyasla çok daha net, çok daha uzun süreli videonun sığabildiği, üstelik de daha ekonomik bir ürün olarak tarihin karanlık sayfalarında kaybolmuş.
Nedeni, Amerika'nın, "Bu ürünün dünya dağıtımını biz yapacağız" şeklindeki emrivakiyi reddetmeleri.
Tıpkı, daha hızlı ve ekonomik işletim sistemi Krin'i keşfeden Çinli Huawei'nin üst yöneticisinin kızının önce Amerika tarafından hapsedilmesi, ardından sözleşmesi devam ederken Google'dan mahrum bırakılması ve yaygın servis ağının bitirilmesi ile Iphone'nin gerisine, Avrupa'nın ise dışına itilmesi gibi.
Yani, sizin her alanda daha iyi ve kaliteli olmanız başarılı olmaya yetmiyor!
Nihai kararı güç unsurları veriyor…
Kötülük olmadığı biri gibi gelir!
Algının kodlarını etimolojide görmek mümkün.
Dünyanın en güçlü dillerinden Arapçada, şeytan "L B S" harfleriyle yazılıyor.
İBLİS, diye okunuyor!
Aynı zamanda "L B S" LEBES/ LİBAS, elbise ya da örtülü anlamına da geliyor.
Yani diyor ki: Şeytan olmadığı biri gibi gelir!
İşbirlikçiler anılsın, kahramanlar unutturulsun!
Hepimiz, dünya yuvarlıktır, dediği için Galilei'nin Engizisyon mahkemesinde yargılandığını biliriz.
Hatta sonrasında, Galileo Galilei bu konudaki sözlerini geri alarak canını kurtarınca, yardımcısı yanına gelerek, şöyle der:
Galilei, ne yaptın! Halk seni kahraman ilan etmişti, bu sözünden sonra, dışarıda, ‘kahrolsun Galilei,' diye bağırıyorlar.
Galilei'de o meşhur sözü sarf eder:
Kahrolsun kahraman bekleyen halklar…
İşbirlikçi Galilei'yi küresel dünya ne kadar çok tanıyorsa, gerçek kahraman, Bruno'yu o kadar az bilir!
En az, Galilei kadar kıymetli bir bilim adamı, Bruno, adeta lanetlenmiş gibi tarihten silinmiştir.
İyi de Bruno, tarihin unutmak istediği ne yapmış olabilir ki?
Bu sorunun yanıtında, dönemin dâhilerinin, doğrudan taviz vermeden, özveriyle yürüttükleri çalışmanın, o güzel insanlara yarar değil, zarar verdiğini görüyorsunuz!
Düşünceleri nedeniyle, Engizisyon'dan kaçan Bruno, Venedik'e gelir ve burada, Galilei ile tanışır.
Akabinde, muhalefet ettiği Mocenigo adlı bir aristokrat tarafından Engizisyon'a teslim edilir.
Katolik Kilisesi'ne aykırı düşünceleri nedeniyle din sapkını ilan edilir.
Evren ile ilgili Engizisyonun görüşünü kabul edip, kendi sözlerini yalanlaması karşılığında kilise tarafından affedileceği söylenir.
Bruno, gördüğü tüm işkencelere karşın düşüncelerinden taviz vermeyince ölüme mahkûm edilir.
Filozof ve gökbilimci Giordano Bruno, kendisini ölüme mahkûm eden yargıca, "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz" der.
1600 yılının Şubat'ında, Roma'daki Campo de Fiori meydanında, ibreti alem olsun diye, Bruno, diri diri yakılır.
Engizisyon, bu olaydan sadece 15 yıl sonra 1615'te, kendisiyle iş birliği yapan, Galileo'nun ise tarih boyunca anılmasını, Bruno'nun ise unutturulmasını emreder.
Öyle de olur!
Galileo'nun adı uzay araçlarına, üniversitelere verilir, hakkında kitaplar yazılır, filmler çevrilir ve övgüler düzülür.
Engizisyon'a, yani düzene karşı çıkan Bruno ise unutturulur.
Yine Galileo'nun Engizisyon'da yargılanmasından tam 1200 yıl önce güzeller güzeli filozof, matematikçi ve astronom Hypatia, yobazlar tarafından vücudundan et parçaları koparılarak, vahşice linç edilmiş ve adı unutturulmuştur.
(Bu olaydan sonra, kızına bu adı veren, az sayıdaki kişi bile -Türkçe'de Papatya- bu ismin bilim uğruna canını veren, Hypatia'dan geldiğini bilmeden kullanmıştır.)
Adı unutturulan Hypatia'nın, kötülük tarafından nasıl öldürüldüğü ise bir ritüelle insanların beynine, "seviyor, sevmiyor papatya falıyla kazınır."
Amon Ra: Ammon, Amen, Amun…
Benzer şekilde, "saklı olan" anlamına gelen, Mısır'ın güçlü Tanrısı Amon'un, (Amen, Amun, Ammon, Amun- daha sonra adı Amon Ra olmuştur) "Benden sonra insanlık tarihi her gün adımı ansın" sözünü de unutmayalım!
Erbain etkinliğinde, insanlar neden sırtını dövüyor, diye sorduğum kişi, beni şaşırtan şu açıklamayı yapmıştı:
Hz. Muhammed'in torunu Hz. Hüseyin Kerbela'da yanındaki yaşlılar, kadınlar ve çocuklarla birlikte vahşice katledildi. Peygamberimizin, pamuklara sardığı, sevgili torununun kafası ve bağırsakları günlerce yerlerde sürüklendi. Ölmeden önce ellerindeki yiyecekleri karıştırıp, eşit şekilde taksim ettikleri, Kerbela'daki son akşam yemeğini yâd ettiğimiz, Aşure günü bile, Hz. Nuh'a dayandırılarak gerçekler unutturulmak isteniyor. Unutturmamak için başka ne yapabiliriz ki?
Bu topraklara ve daha yakın tarihe gelirsek, sanatçı Necati Bilgiç ve arkadaşı Uğur Yücel meslek hayatına aynı yıllarda atılırlar.
Bilgiç, daha hızlı tanınır ve kamuoyuna mâl olur.
O dönem gösteri dünyasının ünlü ismi (Türker İnanoğlu), kendisini akşam yapılacak gösteriye sunucu olarak çağırır.
Asıl sunucunun mazereti çıkmıştır.
Necati Bilgiç, aynı gün için yapılan davete icabet edemeyeceğini söyleyince, "Seni sileriz!" tehdidi alır.
"O gün bu sözü, ciddiye almamıştım" diyen Necati Bilgiç, uzun süre iş alamazken, yeri Uğur Yücel ile ikame edilir.
Yine, bir zamanlar, çok izlenen bir televizyon kanalı ana haber spikeri (R.M.) Murat Kekilli'nin programına gelmeyi reddetmesi üzerine, "Düne kadar Adana'da karpuz taşıyordun, sana haddini bildirmek gerek" diyerek, hiçbir yerde sahne alamamasını sağlamamış mıydı?
Halk çoğu kez, kendisine iyi diye gösterileni "başarılı"; özverili olarak tanıtılanı "kahraman"; doğru diye sunulanı da yine hiç sorgulamadan, "gerçek" kabul eder.
Kalabalıklar farkında bile olmadan bir başkasının yazısını kendi fikri kabul ederken, yine farkında olmadan, güç unsurlarının tezlerinin gönüllü savunucusu olur.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish