Cezaevine konulan her bireyin hikâyesi benzersizdir ama bazıları yalnızca kendi hikâyesini değil, içerdekilerin ve dışardakilerin de duygularına tercüman olur.
Nevzat Güngör ve Ahmet Bilge, 30 yıl boyunca parmaklıklar ardında kalan iki siyasi tutuklu. Ancak bu otuz yılı yalnızca cezaeviyle sınırlamadılar.
Onlar için edebiyat; mekânsız, zamansız bir özgürlük alanına dönüştü.
Yazmak, sadece içeride kalmanın değil, içeriden ses vermenin yolu oldu.
Bu röportajda, cezaevinde kalemle kurdukları ilişkiyi, Türkçeyle olan barışmalarını ve edebiyatı nasıl bir yaşam biçimi haline getirdiklerini anlattılar.
Dört duvarı yazarak özgürleştirenler
— Independent Turkish (@TurkishIndy) June 21, 2025
30 yıl boyunca cezaevinde kaldılar
Kalem, onlar için bir direniş, bir sığınak, bir ifade biçimi olduhttps://t.co/QLEeM3SoUg pic.twitter.com/evfh2NP7GP
“Ben cezaevinde edebiyata tutunmak zorunda kaldım”
Nevzat Güngör, 1972 yılında Ağrı’nın Tutak ilçesinde doğdu.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken siyasi düşüncelerinden dolayı tutuklandı ve 30 yıl cezaevinde kaldı.
Cezaevinde edebiyatla kurduğu bağ sayesinde 4 kitabı yayımlandı, tahliye olduktan sonra da yazmaya devam etti.
Cezaevi yıllarını, yazıyla, dille, edebiyatla yeniden inşa etti. Biz sorduk o bütün içtenliğiyle anlattı:
Ben cezaevinde edebiyata tutunmak zorunda kaldım. Lise yıllarımda çok kitap okurdum, yazı yazmak gibi bir merakım ise yoktu. Zorunlu olarak başladı benim yazı hikâyem. Bartın Cezaevi’ndeyken tutsakların ‘her ay bir yazı yazılması gerektiğine2 dair bir kararları vardı. Yazmaktan nefret ederdim. Türkçe ile ilişkim ise bir mecburiyet ilişkisiydi. Ben de sırf daha kolay yazılacağını sandığımdan tutup bir öykü yazdım. Sadece eleştiri almamak için bunu yapmıştım. Bir tür kaçış hali yani. Beğenilince de çok şaşırdım açıkçası. Sonra o yazıyı bizim ‘mahallenin’ en sözü geçen dergisine gönderdiler. Yayınlandı. Böylece ayda bir öykü yazmaya başladım. Öykülerim de farklı edebiyat dergilerinde yayımlandı.
“Türkçe benim için öğretmen dayağıydı”
Nevzat Güngör, Türkçeyle kurduğu mesafeli ilişkiyi zamanla dönüştürmüş.
Bu dönüşümün sancılı bir süreci var:
Türkçeyle ilişkimiz biz Kürtlerde genelde dayakla başlar. Benimki de öyleydi. Yazmaya başlarken de ilk başlarda ciddi bir dil sorunu yaşıyordum. Çünkü en basitinden Türkçe benim için öğretmen dayağıydı. Bu da bilinçdışı bir şekilde dili bozmaya, eğip bükmeye, şiveli konuşmaya yol açmıştı. Ne zamanki dört duvar arasındaki müebbet tutsaklığımda edebiyatın benim için tek kurtuluş olduğunu anladığımda Türkçeyle de barıştım. Çünkü başka dilde yazma imkânım yoktu. Edebiyatı seçmek bir noktadan sonra Türkçeyle mecburen barışmak demekti benim için.
“Yazarken kalem bulmak bile neredeyse imkansızdı”
Nevzat Güngör, cezaevi koşullarının yazı yazmayı ne denli zorlaştırdığını açıkça ifade ediyor.
Koğuşta yazmak, yalnız kalmak, düşünmek... Bunlar bile lüks sayılıyor:
Yoksunluk, mecburiyet ve yokluğun mekânı olan Cezaevinde yazmak elbette çok zordu. En başta basit bir silgi, masa, sandalye, defter, kalem bulmak bile büyük bir meseleydi. Kantinden kalem, silgi alınabiliyordu ama kalitesizdi. Kantinden alınan tükenmez kalemle iki sayfa dahi yazamazdınız. Birçok kişi tarafından yemek yemek ve diğer zorunlu işler için kullanılan masayı kalkıp yazı yazmak amacıyla işgal edemezdiniz. Ayrıca yazmak istiyorsanız, yalnız kalmanız da gerekiyordu. Biraz trajik belki de biraz ironik bir durum sayılabilir ama oldukça katı şekilde dayatılan tehdit koşulları arasında yaptığım şey yalnız kalmayı seçmek oldu. Ceza olarak dayatılmış yalnızlıkta yalnızlığı seçmek!..
“Yanlışlıkla özgür kaldığımı düşündüm”
Tahliye günü gelip çattığında Güngör’ün yüreğinde sevinç değil, kaygı ve de burukluk hâkimdi.
30 yıllık alışkanlık, cezaevi sistemine olan güvensizlik onu bile şaşırtmış:
Benim tahliye sürecim biraz sancılıydı. İlk önce idare ve gözlem kurulu tarafından 6 ay tahliyem ertelendiğine dair tarafıma tebliğde bulunuldu. Bu da benim açımdan oldukça sancılı bir sürecin başlangıcı oldu. Elbette böyle bir şeyi kabul edemezdim. Gerekli tavrı da aldım. Daha sonra da o karar iptal edildi. Tahliye günümde karmakarışık bir haldeydim. Bir yanlışlık olabilir mi diye düşünüyordum. Kapıdan çıkarken bile yanlışlık var mı, durdururlar mı gibi düşünceler vardı kafamda. Yani 30 yıl boyunca beklenen o anın sevincini doyasıya yaşayamadım. Yıllardır her türlü acıyı, üzüntüyü ve de sevinci paylaştığım arkadaşlarımı arkamda bırakmanın verdiği bir burukluk vardı. Sanki onları o kuyuda bırakarak sırtımı dönüp gidiyormuşum hissi!
“Ben dışarıyı yazdım, dışarıyı anlattım”
Nevzat Güngör cezaevinde yazmasına rağmen, yazdıklarını “zindan edebiyatı” ya da “cezaevi edebiyatı” olarak tanımlamıyor.
Dışarıya dair, hayata dair yazdığını vurguluyor:
Ben zindan edebiyatı diye bir tür olduğunu düşünmüyorum. Cezaevi edebiyatı diye de bir şey yok. Cezaevi hakkında yazmak başka bir şey, cezaevinde yazmak başka bir şey. Ben cezaevinde yazdım ama cezaevi hakkında yazmadım. Dışarıyı yazmaya, dışarıyı anlatmaya çalıştım. Bu yüzden kendimi cezaevi edebiyatçısı ya da zindan edebiyatçısı olarak tanımlamıyorum. Ben cezaevi görmüş bir yazarım sadece.
“Cezaevinden çıktığımda yayımlanmaya hazır 20 dosyam vardı”
Nevzat Güngör’ün cezaevindeyken yayımlanmış 4 kitabı var.
Tahliye sonrası da yazmaya devam etmiş.
Şu anda yayıma hazır bekleyen yaklaşık 20 dosyası olduğunu belirtiyor:
İçerideyken 4 kitabım yayımlandı. Bunlardan biri de Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Özgür Ölüler adlı romanımdır. Dışarı çıktıktan sonra iki yıl boyunca yarım bırakmak zorunda kalmış olduğum hukuk fakültesini bitirdim fakat ruhsat vermedikleri için avukatlık yapamıyorum. Bu süreçte iki romanım daha yayınlandı: Körünoğlu ve Kerbela’yı Beklerken. Yakında İsimsiz ve Melek adlı yeni bir öykü kitabım çıkacak. Elimde yayınlanmaya hazır yaklaşık olarak roman ve öykülerden oluşan 20 dosyam var. Hatta Don Kişot’un İstanbul’daki Aşk Maceraları isimli bir senaryom bile var. İmkân ve koşullar oluştuğunda kısa ve uzun metrajlı filmler çekmeyi planlıyorum. Yine hayatımın tam da temelinde, merkezinde bulunan yazma işini devam ettireceğim. Bu benim için nefes almak kadar doğal ve mecburi bir şey!
“Gençler çok ama çok okusunlar, yazmak kolay bir şey değil”
Nevzat Güngör, genç yazarlara ve yazmak isteyenlere önemli mesajlar verdi.
Okumanın, yazmaktan daha önce geldiğini vurguluyor:
Gençler bol bol okusunlar. Dostoyevski okusunlar, Tolstoy okusunlar, Yaşar Kemal okusunlar. Yazmak eylemi hayatın merkezine alınacaksa, çatlak olmayı, yani bir tür delilik halini ve bu dünyanın dışında kalmayı göze almak gerekiyor. Yazmak elbette hiç kolay bir şey değil. Tutsaklığa dönüşen yalnızlıkta korkunç bir emek harcanmalı. Ama önce okumak gerekiyor. Sosyal medyada video seyretmek ile okumak arasında dünya kadar fark var. Görmek başka, okumak başka. Okurken beyninizi, yüreğinizi ve de ruhunuzu o işe katarsınız. Okurken bir okuyucu olarak okuduğunuz şeyi yeniden yazarsınız. Sosyal medyada zorunlu nedenler dışında geçirilen zaman bir anlamda ömrün heba edilmesinden başka bir şey değildir. Bu nedenle yazar olmak isteyen biri, sosyal medyayla arasına epey büyük bir mesafe koymalı, sonra da kendini mezara gömer gibi kitaplara gömmelidir!
Dört duvarı yazarak özgürleştirenler
— Independent Turkish (@TurkishIndy) June 21, 2025
Cezaevine konulan her bireyin hikâyesi benzersizdir ama bazıları yalnızca kendi hikâyesini değil, içerdekilerin ve dışardakilerin de duygularına tercüman olur.https://t.co/QLEeM3SoUg pic.twitter.com/3q2QJtCfes
“Edebiyat, planlanarak yapılan bir şey değil”
Ahmet Bilge, 1971 yılında Batman’ın Kozluk ilçesinde doğdu.
Dicle Üniversitesi’nde öğrenim gördüğü sırada siyasi nedenlerle tutuklandı ve 30 yıl cezaevinde kaldı.
Cezaevi yıllarında öykü, roman ve karikatürle üretimini sürdürdü.
Bilge, yazının içten içe büyüyen bir ihtiyaç olarak nasıl ortaya çıktığını şöyle anlattı.
İnsanın içine evvela bir tohum düşer, daha sonra bu tohum filizlenir ve dışarı çıkmak ister. Biz, siyasi sebeplerden dolayı içeri konulduk. Söyleyecek sözlerimiz vardı. Dört duvar arasına konulunca fiziki anlamda bir şey yapamıyorsunuz ama sanat ve edebiyat aracılığıyla kendinizi ifade edebiliyor ve söyleyeceklerinizi söyleyebiliyorsunuz. Yani mücadelenizi bu kulvara kaydıra biliyorsunuz. Ben önce küçük öykülerle başladım; baktım ki kitap olacak kadar birikmiş. Onu bitirdikten sonra duygu ve fikir dünyamda yeni tohumlar filizlendi ve yazma serüvenim başladı.
"Yazıp çizdiklerimiz kimi zaman sansürlendi, kimi zaman ise dışarıya gönderilmedi"
Cezaevinde yazmak aynı zamanda idare ile sansürle ve kurallarla mücadeledir de.
Bilge, bu konuda bazı örnekler verdi:
Dışarıda bile sansür varken bunun içeride yaşanmaması düşünülemez. Dışarıda yasaklı olmayan yayınlar bile cezaevinin ilgili komisyonu tarafından sakıncalı görüldüğü takdirde bize verilmezdi mesela. Kürtçe yazdığım bir romanı dışarı göndermeme izin vermediler. Gerekçeleri tercümanın bulunmamasıydı. Daha sonra, dışarıdan bir tercüman bulduklarını söylediler ama bunun için de astronomik rakamda para istendiğini belirttiler. Ben karikatür de çiziyor ve dışarı gönderiyordum. Bazı karikatürlerimin dışarı gönderilmesine izin verilmedi. Son 6 yılda Cumhurbaşkanı ile ilgili çizdiğim hiçbir karikatürün dışarı gönderilmesine izin verilmedi ve hatta bu sebepten disiplin cezası ile uyarıldım. Yani sanatsal ve edebi ürünlerin dışarı çıkarılmaması için cezaevleri yönetimlerinin daima bir bahaneleri vardı.
"Edebiyat, yaşamı anlamlı kılmanın aracıdır"
Peki, edebiyat gerçekten bir sığınak mıydı?
Bilge'ye göre, evet:
Edebiyat gerçekten de bazen insanın sığınabileceği bir liman olabiliyor. Özellikle de içeride siyasi tutsak iseniz kendini ifade edebilme, yaşama tutunma ve mücadeleyi sürdürme aracı olabiliyor. Aslında salt içeride değil, dışarıda da edebiyat aynı işlevi görüyor. Siyaset, çözüm değil sorun üretir hale geldi. Bu bağlamda edebiyat daha anlamlı ve işlevsel bir hal almıştır.
Bir başka soruya Bilge'nin verdiği yanıt, belki de bu haberin başlığı olmalıydı.
Cezaevlerinde psiko sosyal servis diye bir birim var. Tahliyemden yaklaşık bir hafta önce çağırdılar, oturup sohbet ettik. Görevli kadın biraz şaşırmış bir vaziyette, '30 yılı dört duvar arasında nasıl geçirebildiniz?' diye sordu. Ona 30 yılımı dört duvar arasında geçirmedim; arada bir uğradım dört duvar arasına. Okudum, yazıp çizdim hep. Okurken ya da yazıp çizerken duvarlar arasından çıkıp gidiyorsunuz. Bir dağın başını ya da nehrin kıyısını okurken veya anlatırken oradasınız. Yani içeride değilsiniz aslında,' dedim.
Cezaevinde geçen yıllarda gerçek hayatın izlerini taşıyan hikayelerden hayallerle örülü romanlara uzanan geniş bir yelpazede üretmiş olan Bilge, içeride yaşamanın kısıtlılığı ile dışarının sanallaşmış, yapay ortam arasında bir fark olduğunu vurguluyor:
Eskiden okuyarak bilgiye ulaşırdık; içinde emek olurdu. Şimdi teknik araçlarla bilgiye ulaşılıyor. Bu, iyi mi kötü mü belki tartışılabilir ama kolaylaşan şeyler insanı emekten, derinlikten uzaklaştırıyor. Çocukların seyrettiği çizgi filmler bile robotlar ve yaratıklar. Elbette bunlarda olmalı; yani edebiyat her alanda ürünler vermeli ama toplumsal gerçeklikten kopmak, edebiyatın misyonundan sapması anlamına gelir.
"Tavşanın bıyığı var mıydı, yok muydu?"
Ahmet Bilge'nin içeride bilgiye ulaşmanın ne kadar zor olduğuna dair verdiği örnek gülümsettiği kadar düşündürücüydü:
Bir romanımın yazım aşamasındayken tavşanın bıyık mevzuuna takılmıştım. Tavşanın bıyığı var mıydı, yok muydu hatırlayamadım. Yanımdaki arkadaşlar da eski mahpuslar ve net bir yanıt veremediler. Bir tavşan resmi aradım, bulamadım. Belgeseller izledim; tesadüf bu ya, tavşan çıkmadı! En sonunda dışarı mektup yazdım ve yaklaşık 2 hafta sonra gelen cevap ile tavşanın bıyıklı olduğunda netleştim.
Bugün dışarıda olan Ahmet Bilge, cezaevlerindeki edebi ürünlerin görünür kılınması gerektiğini vurgularken;
Cezaevlerinde ciddi bir potansiyel var ama yayınevleri yeterince ilgilenmiyor. Medya, aydın-entelektüel kesim ve dernekler bu konuda daha aktif olmalıdır. Zira, içerideki mahpuslar yazdıklarının ilgi gördüğünü hissettikleri ölçüde motive olabiliyorlar. Cezaevlerinde 4-5 kitap yazıp da hala birini bile yayınlayamamış olan birçok arkadaş var.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish