Bir Türk askerinin Yunan elindeki esaret notları

Ömer Seyfettin'in askerlik hayatı ana karargâhı Selanik'te bulunan 3. Ordunun İzmir'deki Redif fırkasında teğmen rütbesiyle başlar.

1903 yılında Makedonya'daki çetecilik faaliyetleri nedeniyle bir süre Pirlepe'de görevlendirilse de 6 Eylül 1904 yılında Kuşadası'ndaki görev yerine döner. 

Dayısı Faik Paşa'nın tavsiyesi üzerine, Miralay Thomas ile beraber Aydın Vilayeti Jandarma Okulu'nun kuruluşuna katkı sunar ve burada "Kavaid-i Diniye" hocası olarak göreve başlar. 

1903 yılında Makedonya dağlarında çetecilik faaliyetlerini bastırmaya çalışan genç yazar, Türk ordusunun durumunu hiç beğenmez; hatıratına yazdığı "Ben mükemmel, muntazam, şık bir ordu istiyorum. Ben, hayalimdeki orduyu, hayalimdeki hayatı istiyorum Fakat hakikat hayalin o kadar zıddı ki…" sözlerden de anlaşılabileceği üzere müellif henüz ilk askeri görevinde olmasına rağmen büyük bir hayal kırıklığı yaşadığı tespit edilebilir.

Yazar, genç bir asker olarak ilk görev yıllarında askerliğe ve harp meselesine son derece mesafeli yaklaşır.

24 Aralık 1904 tarihinde İzmir Dergisi'nin 43. sayısında yayımlanan "Sulh Felsefesinden – I" (1904) yazısında harplerin ilk insanlardan kalma vahşi bir miras olduğunu söyler.

Müellife göre bir kez silahlar ateşlenmeye başladığında kazanan bir taraf bulunmaz.  

Yazarın, 1914 yılında "Osmanlıcılık" ideolojisini gerçekçi bulmayarak eleştirir, oysa 1904 tarihli "Sulh Felsefesinden – I" (1904) yazısında henüz genç bir asker olan müellif "Bütün insanlığın kardeşliği" gibi ütopik bir fikirden bahseder.

Yazar bu iddiasını "Sulh Felsefesinden – II" (1904) yazısında bir adım daha ileri taşır ve "insaniyet teşkil edilirse" tüm dünyada harpleri durdurmanın mümkün olabileceği tezini savunur. 

Yazar, 26 Ağustos 1908 tarihinde kaleme aldığı "Evvela Ordu" (1908) yazısında Avrupalı devletlerin karşısında güçlü bir Osmanlı Devleti'nin ancak güçlü bir ordu ile mümkün olabileceğini söyler.

Ayrıca, ordunun ciddi bir liyakat problemi ile karşı karşıya olması nedeniyle büyük bir zafiyet içerisinde olduğunu tespit eder.

Harbiye'den çıkan genç subayların üstleri tarafından evrak işleri ile oyalandığını ve önemli komutanlıklara siyasi kimselerin atandığını iddia eder.

Üst rütbeli subayların birbirlerini tanımadığını yahut rekabet halinde olduğunu belirten müellif, biran evvel ordunun ıslah edilmesi çağrısında bulunur. 

Balkan Savaşları (1912) sırasında Karaburun cephesine gönderilen müellif, hatıralarında ordunun durumu için önemli tespitlerde bulunur.

Yazar, harp başladığında askerlerin birbirini tanımadığını ve iletişimin kopuk olduğunu belirterek askeriyenin durumunu "münasebetsiz şartlar" olarak tespit eder. 

Ordunun ciddi bir iaşe ve ikmal problemi yaşadığını belirten yazar, askerin durumunu ise yorgun ve ümitsiz olarak açıklar.

Ordugâhın, merkezle iletişimi bulunmadığını ve stratejik olarak profesyonel bir düzenden çok uzak görünüm sergilediği uyarısında bulunur. 

Ömer Seyfettin'in Balkan Cephesi'nde gördüğü ordu yazar için bir hayal kırıklığı oluşturur.

Geniş alana yayılan ve birbirinden habersiz neferler, asker kaçakları ve sefalete olumsuz hava koşulları eklenince müellif, felaketin kaçınılmaz olduğunu anlamaya başlar.  
 

balkan savaşları 3.jpg
Balkan Savaşları

 

Yazar, orduya saldırı emri verildiğinde nereye ve kime karşı hücum edileceğinin komutanlar tarafından dahi bilinmediğini söyler.

Psikoloji bozulan erlerin birer birer intihar etmeye başladığını belirtir.

Henüz sıcak cephe hattına gitmeden; "Artık Rumeli'ni gittiği muhakkak" notunu hatıratına kaydeden yazar, bu öngörüsünde yanılmaz. 

Yazar ilerleyen günlerde ordunun içerisindeki kaosun arttığını ve İstanbul'un duruma müdahale edemediği tespitinde bulunur.

İkmalsiz, habersiz ve ne yaptığını bilmeyen bir ordunun Rumeli'de oradan oraya sürüklendiğini söyleyen yazar, Yunanlılarla mı yoksa Bulgarlarla mı savaşacaklarını dahi bilmediklerini söyler.

Merkezden gelen resmi haberlerin birbiri ile tutarsız olması nedeniyle binlerce neferin başıboş bir şekilde bölgede sıkışıp kaldığını iddia eder. 

Yazar, 21 Ocak 1913 tarihinde, 21 askerle birlikte Yunanlılara esir düşer. Teslim olmadan önce kaçmamasının nedeni olarak gidebilecek bir yerinin olmadığı şeklinde izah eder.

Bu hadise ile Ömer Seyfettin'in hayatında yaklaşık 10 ay sürecek bir esaret hayatı başlar.

Müellif, 1903 yılında Makedonya'da baş gösteren çetecilik faaliyetleri sebebiyle henüz bir talebe olmasına rağmen mezun edilerek cepheye gönderilir.

Bu olay ile beraber askerlik ve harplere mesafeli bir tutum içerisine girer.

1904 yılında kaleme aldığı yazılarında savaşların anlamsızlığı, 1908 yılındaki neşriyatlarında ise ordunun aksaklıklarını dile getirir.

1912 yılında Balkan Savaşları ile cepheye gittiğinde ordunun müşkül durumunu yerinde tespit eder ve bunu notlarına yazar.

1913 yılında esir düşen yazar, yaklaşık 10 ay kadar Atina'da esaret hayatı yaşar.

Yurda döndüğünde ise hükümetin 1914 yılında aldığı karar gereği ordudan ihraç edilir.

Bu tarihten sonra bir daha askerlik ile ilgilenmez ve yazım faaliyetlerine yönelir. 
 

 

Harp notları 

Müellifin 27 Eylül 1328 [10 Ekim 1912], Selanik'te kaleme aldığı ilk notlarda Balkan Savaşları'nın (1912) başlamayacağına dair ümit taşıdığı görülür.

1911 yılında istifasından sonra zorunlu olarak döndüğü askerlik görevinde kendisini henüz bir misafir gibi gören yazar, askerlerin durumunu ise hiç beğenmediğini ifade eder.

4 Teşrinievvel [17 Ekim 1912], Köprülü'de bulunduğu sırada harbin artık başladığını duyduğunu ifade eden yazar, resmi makamların kendilerine hiçbir bilgi vermemesini ise sorumsuzluk ve lakaytlık olarak değerlendirir.

5 Teşrinievvel [18 Ekim 1912] tarihinde kaleme aldığı notlarda hem kendisinin hem de ordunun bikes durumunu; "Hareketimiz o kadar hissiz ve maneviyatız ki ancak bir manevra böyle olabilir" notuyla defterine kaydeder. 

Müellif, 15 Teşrinievvel 1328 [28 Ekim 1912] tarihinde not defterine kaydettikleri ise acı tabloyu gözler önüne serer.

Sivil Bulgar halkının istihzalarına maruz kalan bir ordunun oradan oraya savrulduğunu belirten yazar, Edirne'de gelen zafer haberlerinin yalandan ibaret olduğunun farkında olduklarını söyler.

Ömer Seyfettin, henüz düşman askeri ile karşılaşmamış olmasına rağmen ordunun içine düştüğü felaketlerden hareketle savaşın kaybedildiğini ve toprakların elden çıktığını "Artık Rumeli'nin gittiği muhakkak" sözleri ile ifade eder.

Henüz savaşın başında bu ifadeleri kullanan yazarın asıl endişe ise koca vatan topraklarının kaybedilmesi değildir.

Yazar, "Ah, acaba aklımız başımıza gelecek mi?" sözlerinden de anlaşılacağı üzere asıl endişesi devleti sevk ve idare edenlerin yönetim anlayışına dair olduğu görülür. 
 

ömer seyfettin.jpg
Ömer Seyfettin

 

Ömer Seyfettin, 1 Teşrinisani [14 Kasım 1912] tarihinde savaşın Osmanlı ordusunun lehine döndüğü haberleri üzerine temkinli yaklaşır.

Hüseyin Hilmi Paşa'nın ateşkes görüşmeleri yapmak üzere Avrupa'ya gittiği ve Türk ordusunun taarruz hazırlıkları yaptığı bilgisini öğrendiğinde ise bu teşebbüsleri anlamsız bulur.

Müellifin "Artık bu maneviyatı bozulmuş askerle, harp etmekte ne mânâ var?" notundan da anlaşılacağı üzere Osmanlı ordusu savaşı da en başından kaybettiği ortadadır. 

Yazarın 6 Teşrinisani [19 Kasım 1912] tarihinde aldığı notlardan ordunun zaferi bir yana adım adım esarete yaklaştığını hisseder.

"Florina'ya geldik. İki saat oturduk. Şimdi gene kaçıyoruz. Harp etmeyeceğiz. Yalnız esir olmaktan içtinap edeceğiz" notunda da açık bir şekilde söylediği gibi harbin sonu adım adım esarete doğru gider. 

Yazar nihayet 7 Kânunusani [20 Ocak 1913] tarihinde düşmana esir düşer.

Ömer Seyfettin, esir düştüğü sırada kaçmadığını ve umutsuz bir şekilde teslim olduğunu dile getirir.

Subay olması sebebiyle diğer askerlerden ayrı tutulan müellifin yaklaşık 10 ay sürecek bir esaret hayatı böylece başlamış olur. 


Esaret notları

Ömer Seyfettin, 21 Ocak 1913 tarihinde esir düştüğünde ilk gece Yunan karargâhında tutulur ve kötü muamele görmez.

Yazar, 29 Ocak 1913 tarihinde Yunan hapishanesinde Enver Paşa'nın öldürüldüğüne dair bir haber işittiğinde ruhsal olarak çöker.

Yaklaşık bir ay boyunca farklı bölgelerde esir tutulan müellif 28 Şubat 1913 tarihinde vapurla Atina'ya getirilir.

Yazar, Atina'daki tablo karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Kendisi dışında 32 bin Osmanlı asker Yunanlılar tarafından esir edilerek Atina'ya getirilmiştir.

Atina esareti yazara nispi bir hareket alanı sağlar. Şehirde özgürce dolaşabilen müellif, İstanbul'daki dostları ve ailesi ile de telgraf yoluyla haberleşmeyi başarır.

İlerleyen aylarda Balkan Devletlerinin birbiriyle savaşa girişmesi yazara Atina'da iyi gözle bakılmasını sağlar.

Yunanlılar, Türk düşmanlığını bir kenara bırakarak Bulgarlara karşı menfi tutum geliştirmeleri esaret altındaki Türk askerlerinin yurda dönüş kapısını aralar. 

Yazar, sulh haberini beklediği bir sırada tekrar hapse konulur. İstanbul'a dönüş için her gün kıyıda Türk vapuru bekleyen müellif kendisini biranda Bulgar savaş esirlerinin tutulduğu mahkûm bölüğünde bulur. 

Yazar, tüm ümidini kaybettiği sırada 15 Teşrinisani [28 Kasım 1913] tarihinde "Necat" isimli vapurla yurda döneceğini öğrenir.

Savaş naraları atan maceraperestlerin galeyanı ile tedbirsiz bir şekilde savaşa giren hükümet İstanbul'u kaybetmenin eşiğine gelmiş, ata yadigârı olan Edirne gibi bir şehri düşman eline vermişti.

Ömer Seyfettin'in esaret notları bize Türk askerinin içinde bulunduğu yıkım hakkında da çok şey anlatmaktadır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU