Seçim kararının alınmasıyla Türkiye bambaşka bir iklime girdi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun adaylığı Millet İttifakı'nda bir heyecan yarattı ama sadece biz Türkiye'de yaşayanlar için değil...
Türkiye'nin dışında yaşamak zorunda kalan Türkiyeliler de siyaset iklimini yakından izliyorlar.
Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi öncesi ve sonrasında yurt dışına çıkmak zorunda kalan pek çok isim de bu sürecin en önemli izleyicisi durumundalar.
Onlardan biri de Türkiye'nin yakından tanıdığı bir isim, sanatçı Ferhat Tunç.
Ferhat Tunç: Dört yılla yetinmeyeceklerdi
Ferhat Tunç'a "neden yurt dışında çıkmayı tercih ettiğini" sorduğumuzda, şöyle yanıtladı:
Benim 40 yıllık bir mücadele hayatım var, sanat hayatımı aynı zamanda bir mücadele hayatı olarak görüyorum, ifade özgürlüğü hakkımı sonuna kadar kullanmaya çalıştım, Kürt sorununda kalıcı, barışçıl bir çözümü savundum. Şarkılarımın başlıca konuları arasındaydı barış meselesi. Ancak bu sürece dair çözüm süreci dönemine dair her şey suç sayıldı ve hakkımda açılan sayısız davalar ve aldığım hapis cezaları nedeniyle ülkeyi hiç istemediğim halde terk etmek zorunda kaldım.
İki yıllık hapis cezası almıştı ve istinafta onaylanmıştı. Aslında Almanya'ya kızımla vedalaşmak üzere geldim ve tekrar İstanbul'a döndüm, kararım İstanbul'da evimde tutuklanmayı beklemekti. Çünkü tutuklanmaktan yana bir korkum yoktu. Zaten döndükten sonra havaalanında gözaltına alındım ve iki gün sonra çıkarıldığım mahkemede önüme bu sefer 20 yıllık hapis öngören Diyarbakır'da açılmış bir örgüt üyeliği davası kondu.
O gün serbest bırakıldım ancak daha sonra da Malatya Ağır Ceza Mahkemesi'nde 2013 yılında ertelenmiş iki yıllık ceza dosyamın bozulduğunu da öğrendim. Eğer hapse girmiş olsaydım dört yıl yatacaktım ancak hapiste dört yılla yetinmeyeceklerdi, cezalar art arda gelecekti ve bu yıllarımı hapiste geçirmem demekti.
Kızının da telkinleri ve ısrarlarıyla yurt dışına gitme kararı aldığını söyleyen Ferhat Tunç, o günkü duygularını şu sözlerle anlattı:
Kızım ilk çocuğuna hamileydi ve bana ağlayarak 'Doğacak olan torununu hapiste karşılamanı istemiyorum' dedi. Kendimi Türk Hava Yolları'nın İstanbul-Oslo uçağında buldum.
Hayatımın en son yolculuğuydu. Yıllarca Avrupa'nın farklı ülkelerine hep uçtum, gittim, geldim. Ama o uçakta ilk kez belki dönüşümün olamayacağını düşündüm. Tam dört yıl geçti o yolculuğun üstünden. Dört yıldır evime yeniden dönmenin hayali içindeyim.
"En çok Munzur'un sesini özledim"
Halen Almanya'da yaşayan Tunç, siyasi iklimin değişmesi durumunda hemen döneceğini söyledi:
Dört yıldır bedenen buradayım ama sonuçta ruhen gerçekten hep ülkedeyim, Dersim'deyim. Ülkeye yeniden dönmenin özlemini çok yoğun yaşayan biriyim. Tabii ki siyasi iklimin değişecek olması önemli, Türkiye ülke olarak bir ucubelikten kurtulacak, buna inanıyorum. Yeni kurulacak hükümetin veya iktidarın yaratacağı siyasi iklimin aslında bugünden kötü olamayacağını da düşünen biriyim. Ülkemizin nefes almaya ve insanların aslında rahatlamaya ihtiyacı var. Evimde olmayı, Dersim'de olmayı ve tabii ki tabii ki konserler vermeyi özledim.
Tunç "en çok nereleri özlediğini" ise şu cümlelerle ifade etti:
Dersim'de dağ gezileri yapmayı ve tabii ki Munzur'un sesini duymayı özledim. Dersim'de evim Munzur'a yakın olduğu için hep penceremi açık bırakır, öyle uyurdum. Munzur'un sesini duyarak uyumak benim için her şeye bedeldi. Tabii İstanbul'u çok özledim. Beyoğlu'nda çay içmeyi özledim, dostlarımla rakı sofrasında muhabbet etmeyi, çalıp söylemeyi çok özledim. En önemlisi de konserlerimde her zaman yaşadığım o coşkuyu çok özledim.
Peki, eğer dönerse kendini güvenlikte hissedecek mi?
Sanatçı Tunç bu soruyu, var olan durumu işaret ederek yanıtladı:
Şu anda ülkemizde ne yazık ki sadece ben değil aslında hiç kimse kendini güvende hissetmiyor bugün. Giderek çeteleşen bir iktidar görüntüsü var ve Türkiye toplumu hiçbir dönem böyle düşmanca bir kutuplaşmayı yaşamadı, mevcut iktidar bence bu kutuplaşmadan besleniyor. Bursaspor-Amedspor maçında yaşadıklarımız ortada, bu örnekler çoğaltılabilir. Yeni bir siyasal iklimde kuşkusuz ilk elden bu güvenin sağlanması gerekiyor, bu da aslında Türkiye'nin yeniden bir hukuk devleti olmasıyla mümkün. Ben bunun gerçekleşebilir olduğuna inanıyorum.
Kafasına silah dayanıp otobüsten indirilince…
Ayten Şimşir, Türkiye'de iken Alevi hareketinin önemli isimlerinden biriydi.
Daha sonra aldığı ölüme varan tehditler nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Son yedi yıldır Almanya'da yaşayan Şimşir, kendisini Türkiye'yi terk etmeye kadar götüren süreci şöyle anlattı:
2016 yılında yaklaşık 10 kez gözaltına alındıktan sonra, göz altılarımı bilmeyen annem 'Seni ya vurup bir yere atacaklar ya da tutup bir daha bırakmayacaklar' demişti. Kendi adıma sonuna kadar direttim, son raddeye kadar da çıkmamak için çaba gösterdim. Ama son göz altım gerçekten korkunçtu.
Bir gece vakti Dersim'den Maraş'a giderken otobüsten kafama silah dayanarak indirildim, isminizi söylüyorlar, eller yukarı, korkunç bir psikolojiydi. Ve orada dedim ki, buradan kurtulursam artık bana bir şey olmaz. Annemi ben Almanya'dayken kaybettik ve vasiyeti 'git bir daha gelme' idi. Öylelikle çıkmak zorunda kaldım.
Şimşir, "gitme" halini ise şöyle tarif etti:
Hiç kolay değil, bütün ömrünüzü geride bırakıyorsunuz. Bir de yenik bir savaşçı edası gelip konuyor yüreğimize. Yani ömrünüzü ortaya koyduğunuz bir mücadele var, bir kimlik savaşı var. Yoldaşlarınızı orada bırakıyorsunuz. Mücadeleyi bir boyutuyla orada bırakıyorsunuz. Ait olmadığınız bir coğrafya, ait olmadığınız hava, gökyüzü, hiçbir şey sizin değil. İlk dönemler keşke gelmeseydim dedim, zindanda kalsaydım, ne kadar kalacaksam kalsaydım.
"Selahattin Demirtaş tahliye olursa döneceğiz"
Değişme ihtimali olan siyasi iklime dair sorumuzu ise Şimşir, bir arkadaşıyla yaptığı sohbeti naklederek yanıtladı:
Dün akşam yine ülkede birlikte çalışma yürüttüğümüz ve burada yaşamak zorunda kalan bir arkadaşla uzun bir sohbetimiz oldu. Dönebiliriz değil mi diye sordu, o da.
Şimşir, sözlerine şöyle devam ediyor:
Selahattin Demirtaş tahliye olursa bizim davalar da düşecek ve biz döneceğiz. Zaten her anımızla oradayız aslında. Burada saksıdaki çiçek gibiyiz. Yani yaşıyor muyuz, yaşıyoruz. Fiziksel olarak buradayız ama aklımız orada. Ve bu dönem biraz daha umutlandık, biraz daha böyle gözümüz, kulağımız tamamen oradaki değişim sürecine odaklandı. Sadece Almanya değil İsviçre'de, Fransa'da birçok arkadaş aynı duyguda. Köklerimiz orada, dönmeyi umutla bekliyoruz.
Hakkında "kırmızı bülten" kararı çıkarıldığını tesadüfen öğrendiğini de anlatan Şimşir, bu davaları bilmiyor ancak pek çok soruşturmada isminin geçtiği bilgisine ulaşmış.
En çok da İstanbul'u özlemiş:
İstanbul'u çok başka özledim, denizi çok başka özledim. Burada da çok fazla su var ama diyorum ki buradaki sular hastalıklı, akıyor mu akmıyor mu belli değil. Denizin kokusunu, martıları, Dersim'in dağlarını özledim. İsviçre'nin dağlarını Dersim'e benzetirler mesela güzeldir de ama biz o yeşile ait değiliz. Bir müzeyi dışarıdan izlemek gibi, buranın ağaçları çok aristokrat geliyor bana. Memleketin dağını, taşını, suyunu, havasını her şeyini özlüyor insan. Korona döneminde çok ağır geçirmiştim ve hep burada ölmeyeceğim dediğimi hatırlıyorum.
"Dönmek üzere gitmiştim, OHAL'le pasaportum iptal oldu"
Haber dosyamızın üçüncü konuğu HDP'nin 7 Haziran döneminde Maraş milletvekili adayı ve Maraş Katliamı'yla ilgili tanıklık da içeren kitaplarından tanıdığımız Aziz Tunç.
Onun Almanya'da kalışı, tam da 15 Temmuz ve ardından ilan edilen OHAL süreci ve Türkiye'deki evinin defalarca basılması sonrası olmuş.
Aziz Tunç, o süreci şu sözlerle anlattı:
2016 30 Haziran'ında Maraş İnisiyatifi'nin davetiyle Almanya'nın Stuttgart şehrine gelmiştim, birkaç konferansa katılıp dönecektim. 20 Temmuz'da dönüş biletim vardı. Her koşulda dönmek üzere gelmiştim, ama 20 Temmuz'da ben dönmeden olağanüstü hal ilan edildi ve pasaportlarımıza el kondu ve dönmenin olanakları otomatikman önemli ölçüde sınırlandırılmış oldu. Bir süre beklemeye karar verdim ve vizemi altı ay uzattım. Ama o 6 ay içinde olanlar oldu, ev basıldı, aranma kararımız çıktı. Kalmak zorunda kaldım.
12 Eylül döneminde uzun süre yakalanmadan saklanmayı başaran bir devrimci olarak Aziz Tunç, 15 Temmuz sonrası bunun bile koşullarının olmadığını belirterek sözü kendisinin de memleketi olan Maraş'a ve depreme getirdi:
1999 depreminden sonra devlet insanlardan deprem koşullarında kendilerini koruyacağını taahhüt ederek deprem vergisi aldı yani zorla para aldı. Parayı alırken de döne döne deprem koşullarında halkın depremi yaşamaması ya da yaşanması halinde depremin yaratacağı acıların azaltılması için kullanılacağını söyledi.
Devletin resmi rakamları bunu söylemese de de 100 bin civarında can kaybı yaşandı ve devlet halen yok. Devletin bütün yaptığı oradaki toplumsal yapıyı, demografik yapıyı değiştirmeye yönelik uygulamalar.
Depremin yaşandığı yer aynı zamanda Maraş'ıyla, Adıyaman'ıyla, Malatya'sıyla, Hatay'ıyla önemli bir Alevi coğrafyası ve bu toplum yokmuş gibi davranılarak topluma farklı bir dinsel form dayatılıyor, mescit gönderiliyor, tekbir getiriliyor.
Tunç: Normal koşullarda Erdoğan'ın kazanma şansı yok
Aziz Tunç, önümüzdeki genel seçimlere dair ise şu tespitte bulundu:
Önümüzde çok da uzun olmayan bir süre içinde Türkiye'nin sosyal yapısını, siyasal yapısını çok derinden etkileyecek olan bir seçim yaşanacak. Yani seçimin sonucundan bağımsız seçimin kendisi toplumsam hayatı derinden etkileyecek. Evet, siyasal iklim değişebilir. Kılıçdaroğlu'nun adaylığına genel muhalif kesimler de HDP de sıcak yaklaşıyor.
Sürecin Erdoğan'ın aleyhine gelişmesi açısından bütün imkanlar ortaya çıkmış durumda. Normal koşullarda bir seçimde Erdoğan kazanma şansı kesinlikle yok. Kılıçdaroğlu'nun da kazanma şansı yüzde 100. Ama özellikle Erdoğan'ın bu 20 yıllık süreç içinde yaptıkları, uygulamaları, politik niyetleri, politik amaçları bir arada değerlendirildiğinde seçimin Erdoğan'ın aleyhine sonuçlanmasını önlemek için normal olmayan, gayrinizami uygulamalara girişmesi de mümkün.
Seçim sandıklarının çalınmasından tutun da mühürlü olmayan oyların kullanılmasına ve SADAT gibi paramiliter örgütlerin devreye girmesine kadar. Biz bunu 7 Haziran seçimleri sonrasında gördük.
Buna rağmen Erdoğan'ın kaybetmesi mümkün. Demokratik kamuoyunun bu noktada ortaya çıkan enerjiyi doğru değerlendirmesi, doğru örgütlemesi ve öne çıkartan bir pratiği açığa çıkartması gerekiyor. Bu büyük ölçüde demokratik güçlerin yapması gereken bir şey.
"Şu anda deprem alanında, Maraş'ta olmak isterdim"
Aziz Tunç "Bu seçim sizin yaşam planlarınızı değiştirir mi" sorumuza ise şu ifadelerle yanıt verdi:
Dönmek hepimizin arzusu. Burada yaşamak bizim kuşağın insanları açısından tercih edilebilir bir durum değildir. Bu anlamda yaşanacak olan bu seçim bizim hayatımızda çok etkiler. Şu anda deprem alanında Maraş'ta olmayı çok isterdim mesela. Bir anda boşaldı oralar, şimdi diyorum keşke köyümde olsaydım ve o insanların bölgede kalması için ısrarcı bir çalışma yürütseydim. Ayrıca İstanbul benim hayatımın çok önemli bölümünü geçtiği bir yerdir. İstanbul'un o hayatımızı paylaştığımız sokaklarında yine yürümeyi çok isterim.
Amerika'dayken evi basıldı, annesi karakola götürüldü
Halen Berlin'de yaşayan Nazan Üstündağ'ı hemen herkes Boğaziçi Üniversitesi'nden tanır.
O da 2016'da bir eğitim için gittiği Amerika'dan sonra Türkiye'ye dönemeyenlerden.
Boğaziçi Üniversitesi'nin anlaşması gereğince Amerika'da çalışmalarımı yürütürken, pasaportum iptal edildi, ardından ofisim basıldı, kendi evim, ailemin evi basıldı, annem karakola çekildi. Ve ardından birkaç tane soruşturmam olduğu ortaya çıktı ve hemen yakalama kararı çıkartıldı. O zaman babam sağdı, babam da annem de bazı şeyleri kaldırabilecek insanlar değillerdi. Ben de onlara çok düşkün olduğum için, onları üzmek istemedim, dönmemeye karar verdim, zaman içinde kendim de zaten biraz dönmeye çekinmeye başladım.
Hakkındaki soruşturmaların kamusal alanda yaptığı konuşmalar ve bizzat İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun televizyondan da duyurduğu 'özyönetim' ile ilgiyi yazısı olduğunu söyleyen Üstündağ, yazıyla ilgili davanın düştüğünü, ancak ardından başka soruşturmaların açıldığını belirtti:
Babamı hasta yağında bırakıp geldim, onlar yemin verdirdiler dönme diye. Yemini de bozardım ama tanıyanlar bilir, sağlığım çok iyi değil ve özellikle cezaevlerindeki hasta tutsaklar meselesi nedeniyle zaman içinde cesaretim kırılmaya başladı. Ama ilk zamanlar hep geri dönerim diye düşünüyordum, itiraf edeyim.
Zaten burada bir hayat kurmuş değilim. Bütün hayatım Türkiye üzerinden dönüyor. Özellikle benim gibi hem akademisyen hem aktivist iseniz o zaman zaten bütün beslendiğiniz toprak, kendi toprağınız oluyor, başka bir topraktan beslenemiyorsunuz. Adeta bir ağaç gibi o besin maddelerinden uzak kaldığınızda giderek çürüyorsunuz. Ben o besin maddesine köklerimi uzatmaya çalışıyorum ama sınırlı bir şekilde oluyor bu ondan dolayı da çürüdüğümü hissediyorum ve tabii ki dönmek en büyük amacım.
"Koşa koşa Adıyaman'a gidip sarılmak isterdim"
Nazan Üstündağ, depremin büyük ölçüde yıktığı Adıyaman'ı iyi bilen, oralarda çalışma yürütmüş bir akademisyen.
"Keşke"sini sorduğumda şunları söyledi:
Koşa koşa Adıyaman'a gidip sarılmak istiyorum diyebilirim. Koşa koşa Antakya'ya gidip sarılmak istiyorum. Adıyaman çok çok iyi bildiğim bir yer. Tütün politikalarını da araştırdım, erkeklik ve yoksulluk üzerine araştırmalar da yaptım.
Yani koşarak oraya sarılmak, oradaki insanlarla bir arada olmak istiyorum ve nefes anlamıyormuş gibi hissediyorum. Onlarla olmadığım için sürekli arkadaşlarımla telefonda konuşuyorum. Adıyaman'daki dostlarımla, ailelerimle yani çünkü onlar benim manevi ailem hepsiyle bağlantı içinde olmaya çalışıyorum.
Aynı şekilde İstanbul için de bunu hissediyorum. İstanbul'a koşarak gitmek istiyorum, bir deprem olursa İstanbul'un uzağında olmamak istiyorum. Yani orada o kaderi paylaşmak istiyorum. Birey diye bir şey yok çünkü; köklerinizle, ailelerinizle ve dostlarınızla varsınız. Ben kimim sorusuna cevap verebildiğiniz yer oralar. Gerçekten orada olmak istiyorum.
Nazan Üstündağ, Millet İttifakı'nın ortak adayda uzlaşması sonrası oluşacak siyasi iklimden umutlu olup olmadığına dair sorumuza ise "demokrasi güçlerini" işaret ederek yanıtladı:
Millet İttifakı şu anda çok farklı yerlerden doğru çekiliyor. Ama hakikaten kadınlar ve demokratik güçler bu konuda bence çok iyi bir test veriyorlar. Yani kadınlar bütün taleplerini sürekli olarak uyanık ve açıkta açık tutuyorlar.
EŞİK burada çok ciddi bir rol üstleniyor. Kadınlar Birlikte Güçlü, çok ciddi bir rol üstleniyor ve sürekli Millet İttifakı'nı kadınlar konusunda ne yapacağı konusunda zorluyor. Aynı şeyi demokratik ittifaklar için söyleyebiliriz. Bunu çok önemli buluyorum. Demokratik ittifakın içindeki toplumun Millet İttifakı'na yaptığı baskı bence belirleyici olacaktır.
"Bizim geleceğimiz Türkiye'de"
Nazan Üstündağ'ın "Ne zaman dönersiniz" sorumuza yanıtı ise çok net:
Siyasi tutuklular serbest bırakılmaya başladığı anda dönerim. Biz geleceğimizi de geçmişimizi de Türkiye'de görüyoruz.
Ve Kürt olmadığının altını çizen Üstündağ, Türkiye'de en çok özlediği yerleri şöyle anlattı:
En çok Diyarbakır'ı, Adıyaman'ı, Cizre'yi özledim. İstanbul'u özlemekten çok korkuyorum. İki şeyden dolayı korkuyorum. Birincisi kentsel dönüşüm nedeniyle İstanbul'un tamamıyla değişmiş olması, ikincisi de İstanbul'u özlemenin açacağı kapıların bana hangi duyguları getireceğini bilmiyorum. Ondan dolayı İstanbul'u özlemekten henüz korkuyorum.
© The Independentturkish