Piskopos davası ve 14 Mart aldatmacası

Lübnan'da olayların ve krizlerin çoğalması ve doğası, her seferinde acı gerçekleri teyit ediyor

Fotoğraf: Şarku'l Avsat

Hayfa ve Kutsal Filistin Toprakları Başpiskoposu Musa el-Hac'ın İsrail'den kara yoluyla dönüşünde Lübnan Kamu Güvenliği tarafından gözaltına alınmasına dair yaklaşımları her bakımdan yanlış ve hatta aldatıcı olarak değerlendirmek bir haksız suçlama veya abartı değil.

Unutulmamalıdır ki iki ülke arasında ilişkiler kesik olmasına rağmen din adamlarının Lübnan ile İsrail arasındaki sınırdan geçiş yapabilme hakları, Siyonist oluşumun kuruluş tarihine kadar uzanıyor.

Bu din adamlar arasında Beşinci Maximus adını alarak Patrik olan Hayfa Rum Katolik Başpiskoposu George Hakim, Sur ve Kutsal Topraklar Başpiskoposu Yusuf el-Huri, Yusuf Raya, Üçüncü Gregory adıyla Patrik olan Kudüs Rum Katolik Başpiskoposu Lütfi Laham gibi saygıdeğer dini referanslar, diğer Anglikan ve Protestan kiliselerinin rahipleri ve piskoposları var.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bu konunun gündeme getirdiği temel sorun, Lübnan topraklarının, insanlarının ve kurumlarının daha ne kadar aktif ve örtük, Filistin'in kurtuluşuna kadar bitmeyeceği iddia edilen bir savaş halinin tutsağı olacağı.

Oysa bilindiği gibi Lübnan, 1949'dan bu yana İsrail ile imzaladığı ateşkes anlaşmasına, 425 ve 426 sayılı kararlardan 1701 sayılı karara kadar uluslararası kararlara mahkumdur.

Lübnan devletinin uluslararası kararları, özellikle de Lübnan'daki düzenli askeri ve yabancı milis varlığıyla bağlantılı olduğu ve devletin elinden gelen bir şey olmadığı için 1559 ve 1701 sayılı kararları uygulayamadığı doğru.

Ancak ateşkes anlaşması sadece İsrail ile kendisi arasında ve buna saygı göstermemesi devletin yok hükmünde olduğu anlamına gelir.

Bu sözler hiçbir şekilde İsrail ile barış yapılması, İsrail ile savaş ve düşmanlığa son verilmesi, ilişkilerin normalleştirilmesi çağrısı değildir.

Aksine amacı normal yaşamın geri gelmesi, Filistin davasından yararlanmaya, ülkeyi ve insanları savaşlara ve çatışmalara sürüklemeye, Lübnan'ın 1969'dan beri yaşadığı endişe ve istikrarsızlık durumunu devam ettirmeye son verilmesi çağrısı yapmaktır.

Önemli İslam ve Arap ülkelerinin İsrail ile barış anlaşmaları imzaladıkları veya çıkar değişiminde bulundukları ya da yüksek ulusal çıkarları için normal ilişkiler ördüklerine de işaret etmektedir.


Ama bunun cevabı hazır. O da başka şeyler gibi barış ve savaş kararı yalnızca Hizbullah'ın elinde olduğu için Lübnan'ın tutsak olduğu.

Hizbullah ise ateşkes anlaşmasının İsrail ile ilişkilerimizi yönetmesini kabul etmeyecek, aksine direnişin Lübnan'ı koruma, Lübnan ile Suriye arasındaki tartışmalı Şebaa Çiftlikleri'nde işgal altında kalan toprakları özgürleştirme rolüne bağlı kalacak.

Bugün bunlara bir de Lübnan'ın petrol ve doğalgaz gibi deniz altı zenginliklerinin korunması eklendi. Sonuç olarak ateşkes anlaşmasını göz ardı etmekten bunu adli veya yasal bir dava olarak görmeye kadar, piskoposun tutuklanması konusundaki tüm yaklaşımlar yanlış.

Bilhassa bu konudan, yani yanlış yaklaşımlardan bahsederken, piskoposun tutuklanmasını protesto edenlerin akılsızlıkta makul olmayan sınırlara ulaştıklarını söylemeliyiz.

Zira piskoposun düşman İsrail ile ilişki kurmamayı öngören Lübnan yasasını ihlal etmesini, Hizbullah'ın onlarca yıldır sürdürdüğü uygulamalarıyla karşılaştırdılar.

Bu kişiler, piskoposun yaptığı ile Hizbullah'ın kendisinin İran'ın yayılmacı emellerini gerçekleştirmek için Velayet el-Fakih'in dışarıda ve içeride savaşan piyonlarından biri olduğunu alenen açıklamasıyla kıyasladılar.

Hizbullah'ın Lübnan içinde sadece yasaları, anayasayı ve teamülleri bozan ve çiğneyen değil, aynı zamanda diğer dini gruplara kendi yasalarını, geleneklerini, politikalarını, savaşlarını, adaletini ve hegemonyasını dayatma ve onlara boyun eğdirme politikalarıyla karşılaştırdılar.

Bu karşılaştırma yanlıştı çünkü neden Hizbullah bizim sahip olmadığımız bir hakka sahip ilkesine dayanıyordu.

Bu soruda, piskoposun İsrail'den getirdiği mali ve insani yardımlarla sınırı geçmesinin, yabancı bir ülkenin ordusunda bir asker olduğunu deklare eden "Hizbullah"ın ihaneti gibi bir ihanet olduğuna dair aleni bir kabul var.

Dahası siyasetin yargı üzerindeki hakimiyeti ve baskısı ile birlikte bu ülkede hukuki ya da adli boyuttan bahsetmenin çirkin bir şaka, müptezel bir espri haline geldiğinden bahsetmeye gerek yok.

Uluslararası yargı kararlarının birer bakış açısına, suçlu bulunanların azizlere dönüştürüldüklerini, eski başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesinden bu yana işlenen bir dizi sistematik cinayetlerden Beyrut Limanı patlamasına kadar yerel adli soruşturmaların çözündüğünü söylemek gereksiz.

Hal böyleyken adalete ve yasaların gücüne nasıl güvenilebilir?


Hukuki yaklaşımın yanlışlığı gibi, piskoposun tutuklanması konusunun genel olarak bir Hristiyan ve özelde bir Maruni sorunu olarak kabul edilmesi yaklaşımı da yanlış.

Tutuklamanın amacı mezhepler arası çatışmayı kışkırtmaksa basiretli ve sağgörülü olup bir an önce ulusal bir mesele haline getirilmeliydi ki aslında kendisi böyle bir mesele.

Piskoposu tutuklama emrini veren kişi bir Maruni yargıç, siyasi referansı da güçlü ve ülkedeki birinci Maruni'ye yani Cumhurbaşkanı'na bağlı Maruni Özgür Yurtsever Hareket.

Bu nedenle Hristiyanların büyük bir kısmı piskoposla dayanışmaktan, yargıcı kınamaktan veya Cumhurbaşkanına herhangi bir sorumluluk yüklemekten kaçındılar.

Hareketin "Hizbullah"ın müttefiki olduğu doğru ama siyasi tecrübeler açısından tüm Şii toplumunu ayrım gözetmeksizin kurşuna dizmek yerine yargıcı, yönetimi ve Hizbullah'ı hedef almak daha çok fayda sağlayabilirdi.

Bu kampanyanın başlattığı sloganlar, açıklamalar ve içi boş tehditlerin şarapnelleri ile Sünni Müslümanları yaralamaktan daha iyi olurdu.

Lübnanlıların çoğunun, özellikle de izlenen ve bizi bugün geldiğimiz noktaya getiren aynı kibirli politika ve uygulamalar sonucunda en yüksek bedeli ödeyen Hristiyanların nefret ettikleri ve dönmeyi reddettikleri iç savaşın kötü sahnelerini ve anılarını mezardan çıkarmaktan daha fazla yararı dokunurdu.
 


Bugünün "biz" ve "onlar" gibi sloganları, bu sloganları atanların görüşlerini paylaşmayan Hristiyanlar gibi o zamanlar diğer bileşenleri de yabancı olarak kabul edilen önceki uygulamaların bir tekrarı.

Bugün de Hizbullah milletvekili Muhammed Raad, ülkenin kendilerine ait olduğunu ve görüşlerini paylaşmayanların hain ve yabancı olduklarını düşünüyor.

Ancak milletvekili Raad'ın bu üstenci bakışına başka bir üstenci bakışla karşılık vermek yanlış.

Bilindiği gibi bir dizi Hristiyan lider protestocuların ileri gitmelerini engellemeye ve onları frenlemeye çalıştı ki bu da söylediklerimizin doğruluğunu ve tehlikesini gösteriyor.

Bilhassa içinden geçtiğimiz bu hassas, belirleyici, ülkenin kimliğini kalıcı olarak değiştirebilecek seçimlere gebe aşamada... Bu da bizi piskopos davasına yönelik üçüncü yanlış yaklaşıma götürüyor.


"Hizbullah"ın hegemonyasını, yurt içinde ve dışındaki rollerini, hedeflerini reddeden güçler ve taraflar arasındaki koordinasyon, dayanışma ve birliğin en üst düzeyde olması gereken bir dönemde, onların kendi içlerinde birbirleri ile çeliştiklerini hatta ihtilaflı olduklarını görüyoruz.

Özellikle aralarındaki Marunileri tek meşgul eden konu cumhurbaşkanlığı makamı. Baabda Sarayı'na ulaşmak için kendileri için en kıymetli ve değerli olanı feda etmeye hazırlar.

Bu nedenle Başpiskopos Musa Hac olayı aralarındaki savaşta silahlardan biri olarak kullanıldı. Bunu yaparken de Hizbullah'ın dilediğini cumhurbaşkanlığına getirmesinin veya istediğini gerçekleştirememesi halinde en sevdiği engelleme silahını kullanmasının ortaya çıkaracağı riskleri umursamıyorlar.

Hizbullah'ın cumhurbaşkanlığı makamının uzun süre boş kalmasını ve bunun yansımalarını, Taif Anlaşmasını yıkmak amacıyla bir kurucu konferans düzenlemeye zorlamak için kullanması tehlikesine aldırmıyorlar.

Rekabetin Marunilerle sınırlı olduğu da doğru ancak bu konuda sorumluluk herkese ait. Başpiskopos Hac olayı, İsrail ile ilişki kurmamakla bağlantılı olduğu için diğer dini grupların liderlerini de sebepsiz yere zor durumda bıraktı.

Bu liderler piskoposla ve Bkerke'deki piskoposlukla dayanışma için olduklarını açıklamaktan ya da ona yapılanları kınamaktan çekindiler.

Müphem bir sessizliğe büründüler ya da en iyi ihtimalle net olmayan bir tavır benimsediler.

Net bir tavır almamak, Hizbullah karşıtı bu liderleri, en az piskopos meselesini bir Hristiyan meselesi olarak görenler kadar sorumlu yapıyor.


Lübnan'da olayların ve krizlerin çoğalması ve doğası, her seferinde acı gerçekleri teyit ediyor. Bunların en önemlisi de, 2005'te "14 Mart" Hareketinin doğurduğu söylenen mezhepler üstü ulusal uyumun bir aldatmaca olduğu, Lübnanlılar arasındaki çatlakların aynı kaldığı, farklılıklarına rağmen ne içeride yaşanan çok sayıda acı verici deneyimlerden, ne de bölgedeki değişimlerden ders almadıklarıdır.

Lübnanlı bileşenler adı verilen taraflar, tarihin geçmişlerinde yaşamaktan vazgeçmediler.

Geçmişten ayrıldıklarında da illüzyonlara, mitlere ve hayallere taşındılar. Her biri, beyaz atının üzerinde gelip kendisini "anavatandaki ortaklarından" kurtaracak ve onları yenmesine yardım edecek bir dış kurtarıcı bekliyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Sema Sevil

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU