Uluslararası ilişkilerde gücün devletler düzeyinde analizinde yoğunlaşılan parametreler 20’nci yüzyılın başlarından bu yana belirgin değişimlere uğradı.
Tarihin ilk global topyekûn savaşı (total war) olarak değerlendirilen Birinci Dünya Savaşı, birkaç ay içinde tamamlanması öngörülürken Kuzey Fransa’daki siperlerde dört yılı aşan bir yıpratma savaşına dönüşerek geleneksel “güç” tanımının karakterini kalıcı biçimde değiştirdi.
Devletler arasındaki güç dengeleri artık kısa sürede sonuç alınan meydan savaşlarında değil tarafların askeri, ekonomik ve demografik bütün kaynaklarını seferber ettikleri yıpratma savaşlarında belirlenmeye başladı.
Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nın odak noktalarından birinin Almanya ve Fransa arasında yer alan, kömür yatakları açısından zengin Alsace-Lorraine bölgesi olması tesadüf değildi.
Nasıl ki Endüstri Devrimi’nin öncüsü İngiltere’nin yükselişinde Britanya’daki zengin kömür yatakları kritik rol oynadıysa 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında ulusal birliğini tamamlayan Almanya’nın hızlı sanayileşme atılımında da Alsace-Lorraine bölgesinin Fransa’dan alınması önemli bir etkendi.
Dar bir hatta sıkışan savaşta kazanan blokun ekonomik açıdan ayakta kalan taraf olacağı anlaşıldı. Sonuç olarak sömürgeleşme yarışında Fransa ve İngiltere’nin çok gerisinde bulunan Almanya’nın, ABD’nin de karşı bloku desteklemesinin ardından bu savaşta galip gelmesi mümkün değildi.
Versailles Antlaşması’nın ağır hükümleriyle kısıtlanan Alman Ordusu’nun kurmayları iki savaş arası dönemde yeni savaş doktrinleri üzerinde çalışarak “Birinci Dünya Savaşı neden kaybedildi” sorusuna cevap aradılar.
Birinci Dünya Savaşı’nda topçu birlikleri, dikenli teller ve mevzilere yerleştirilen makineli tüfeklerle sıkı biçimde tahkim edilen hatların dönemin teknolojik imkânlarıyla kolayca aşılması mümkün değildi. Bu savaşta ilkel örnekleri cepheye sürülen tanklar ve zırhlı birlikler, iki savaş arası dönemdeki geliştirmelerle orduların ana yarıcı unsurları haline geldi.
Bu doğrultuda Alman kurmayların geliştirdiği Blitzkrieg doktrini, gelişmiş lojistik imkânlar sayesinde yoğunlaştırılmış birliklerin hatlar arasında hızlı sevkiyatına ve “yarıcı güç” olarak zırhlı kuvvetlerle birlikte hava gücünün eş zamanlı kullanımına dayanıyordu.
Ancak bu yaklaşım, Polonya Savaşı’nda olduğu gibi birkaç hafta içinde sonuç alınamadığında ağır bir maliyet üretme riskini de içinde taşıyordu. Çünkü savaş uzadığında, kaybedilen zırhlı birliklerin ve hava gücünün yerine hızla yenisini koymak gerekiyordu.
Bu ise petrol kaynaklarına erişimin, zırhlı silah üretiminde kritik öneme sahip olan krom gibi madenlerin ve cepheye düzenli kaynak sevkiyatını sürdürecek ekonomik altyapının önemini çok artırıyordu.
Dolayısıyla savaşın birkaç ayda sonuçlanmayacağı görüldüğünde, İkinci Dünya Savaşı’nın da tıpkı Birinci Dünya Savaşı gibi bir kaynak savaşına dönüştüğü anlaşıldı.
Bu noktada, ekonomik mobilizasyonu sağlama konusunda daha başarılı olan ve üretim kapasitesiyle karşı bloku geride bırakan tarafın savaşın galibi olacağı açıktı.
Bu çerçevede Nazi Almanyası, Sovyetler Birliği, Japonya ve ABD’nin savaş dönemindeki silah ve mühimmat üretim kapasitesini karşılaştırmak yararlıdır.
Almanya ve Japonya savaşın ilk yıllarında cephede büyük zaferler elde etseler de Sovyetler Birliği ve ABD’nin sahip olduğu geniş kaynaklara erişememelerinin de etkisiyle ekonomik üretim kapasitesinde bu iki devletin gerisinde kaldılar.
1939-1945 döneminde ABD 108.000, Sovyetler Birliği 119.000 düzeyinde tank ve kundağı motorlu top (SPG) üretirken, Almanya ve bileşenlerinin ürettiği tank ve kundağı motorlu top sayısı 67.000, Japonya’nın ise 4.500 düzeyindeydi.
ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği toplamda 1 milyonun üzerinde top üretirken Mihver kuvvetlerin üretimi 97.000 seviyelerinde kaldı. Makineli silah üretiminde Müttefik kuvvetler yaklaşık dört kat (5.200.000’e karşı 1.400.000), diğer araçların üretiminde ise on kat (yaklaşık 4 milyona karşı 400 bin) daha üstündü.
Nazi Almanyası’nın Blitzkrieg doktrininde ve Japonya’nın Pasifik’te ABD ile girdiği üstünlük mücadelesinde önemli bir yere sahip olmasına karşın hava gücü üretim kapasitesinde de Mihver kuvvetleri belirgin biçimde gerideydi.
Savaş boyunca Müttefik kuvvetler yaklaşık 609.000 hava aracı üretirken, Mihver kuvvetlerin üretimi 222.000 düzeyinde kaldı.
Yeni gemi üretiminde iki blok arasındaki makas daha da açılmaktaydı. Müttefik kuvvetlerin ürettiği yaklaşık 2.600 büyük gemiye karşılık Mihver kuvvetlerin üretimi, büyük oranda Japon İmparatorluğu sayesinde ancak 400 seviyelerine ulaşabildi.
Atlantik, Hint ve Pasifik Okyanusları’nı da kapsayan çok geniş bir sahaya yayılan bu savaşta cephe hatlarının korunması ve ofansif taarruzların sürdürülebilmesi lojistik kapasiteye bağlıydı.
Cephe hatlarına yeterli kaynak sevkiyatı olmadığında yüz binlerce kişilik orduların ilerleyişi durma noktasına geliyor, kazanılmış alanların elde tutulması zorlaşıyordu.
Bu nedenle, kömür ve ham petrol savaşın ikinci yarısında Müttefik kuvvetlerin baskın hale gelmesinde belirleyici rol oynadı. Müttefik kuvvetler kömür üretiminde (4.581.400.000 tona karşı 2.629.900.000 ton) ve ham petrol üretiminde (1.043.000.000 tona karşı 66.000.000 ton) Mihver kuvvetlerinin çok önündeydi.
Afrika, Asya ve Amerika kıtasındaki kaynaklara abluka nedeniyle erişimi olmayan Nazi Almanyası’nın kaynak yarışında Müttefik kuvvetlerle rekabet edebilmesi mümkün değildi.
Bu açıdan Sovyetler Birliği’ne karşı girişilen ofansif hareketler, ideolojik etmenlerin yanı sıra Almanya’nın kaynak sorununa ilişkin stratejik beklentileriyle de yakından bağlantılıydı.
İlk etapta Lebensraum (yaşam alanı) sınırlarına dâhil edilen Doğu Avrupa toprakları, daha ofansif planlarda ise Sovyet coğrafyasındaki geniş kaynaklara erişim düşüncesi bu stratejinin temel motivasyonları arasındaydı.
İyimser bir tahminle Sovyetler Birliği’ni altı hafta içinde savaş dışı bırakacaklarına inanan Nazi liderler, Alman Ordusu’nun ihtiyatlı kurmaylarının tavsiyelerini göz ardı ederek Hazar havzasındaki zengin petrol kaynaklarını ve Üçüncü Reich'ın ekonomik üstünlüğünü garanti altına alacak bölgeleri hedeflediler.
Kıta Avrupası üzerinde neredeyse tam denetim kuran Nazi Almanyası, bu plana göre Sovyetler Birliği’nin geniş kaynaklarına erişim sağlayabildiği takdirde tartışmasız global hegemon olacaktı.
Ancak “ilk darbenin üstünlüğü” doktrinine bağlı kalan Hitler’in daha uzun vadeli ve ihtiyatlı bir savaş stratejisinin benimsenmesini öneren uyarılara kulak asmaması ve zamanın Sovyetler Birliği ve ABD’nin üretim kapasitesine yaklaşamayan Almanya’nın aleyhine işlediği düşüncesi, savaşın genel çerçevesinin çizilmesinde belirleyici oldu.
Benzer biçimde ham madde kaynakları ve ekonomik üretim kapasitesi bakımından ABD’nin çok gerisinde olan Japonya da Pearl Harbor’da önleyici bir saldırı gerçekleştirerek Doğu Asya’nın istilasını tamamlamayı ve ABD’yi Pasifik’te savaş dışı bırakmayı amaçladı.
Burada kritik soru şudur: Nazi Almanyası, Sovyetler Birliği ve ABD’nin ekonomik üretim kapasitesini ve mobilizasyon potansiyelini daha objektif biçimde değerlendirerek Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da üstünlük kurmayı öncelik olarak belirleseydi ne olurdu?
Böyle bir strateji, petrol sorununu hafifletebileceği gibi Süveyş’in kontrolü üzerinden İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgeleriyle bağlantısını kesme ihtimalini de doğurabilirdi.
Sovyetler Birliği’ne karşı girişilen taarruza kıyasla çok daha sınırlı bir kuvvetle Kuzey Afrika ve Orta Doğu üzerinde tam kontrolün sağlanması mümkün olabilirdi.
Bir diğer stratejik kusur ise Nazi ve Japon kuvvetlerinin koordine hareket etmemesi ve aralarında örtük bir rekabetin bulunmasıydı.
Nazi Almanyası Sovyetler Birliği’nin kaynaklarını Japonya’yla paylaşmak istemiyordu. Oysa iki ordunun koordine biçimde Sovyetler Birliği’ni hedef alması durumunda, Sovyetler’in iki cephe hattında dayanması çok daha güç olabilirdi.
Sonuç olarak altı yıla yayılan ve o döneme tanık olanlar için bir noktada hiç bitmeyecekmiş gibi algılanan bu yıkıcı savaşta, mobilizasyon gücü ezici biçimde daha baskın olan tarafın kazanması kaçınılmazdı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana global hegemonlar arasındaki üstünlük mücadelesi bölgesel çatışmalar düzeyinde devam etti.
Soğuk Savaş’ın bitişi sonrasında ise finans piyasalarının ve bilişim teknolojilerinin artan ağırlığı, doğrudan sıcak çatışma yaşanmadan tarafların ekonomik bir yıpratma savaşı sürdürmelerine imkân tanıdı.
Siyasi gerilimin arttığı dönemlerde bu yıpratma savaşının, yükseltilen gümrük duvarları, finans piyasalarındaki manipülasyonlar ve teknolojik casusluk operasyonları üzerinden daha da şiddetlendiğine tanık oluyoruz.
Çip ve yapay zeka teknolojilerinin, güneş enerjisi panellerinin, devasa drone filolarının ve inovasyonun artan önemi mobilizasyon stratejilerine yeni boyutlar ekliyor. Bu dinamikler, yeni dünya düzeninde örtülü savaşın küresel düzeyde ekonomik alanın bütün katmanlarına nüfuz eden bir iradeler savaşına dönüşmesine zemin hazırlıyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish