Delhi'deki şiddet olayları da bizim koronavirüsümüz: Hastayız

Hindistan’ın yaşayan en önemli yazarlarından Arundhati Roy, Hindu milliyetçilerinin şiddet eylemleri üzerine 1 Mart 2020 Pazar günü Delhi’deki bir toplantıda konuştu. Konuşmanın tam metni

Hindu milliyetçisi bir güruh 24 Şubat'ta Yeni Delhi'de Müslüman Hintli Muhammed Zubeyr'i linç etti (Danish Siddiqui / Reuters)

Sevgili dostlar, yoldaşlar ve yazar arkadaşlarım,

Bugün toplandığımız yer, dört gün önce iktidar partisi üyelerinin yaptığı konuşmalarla ateşlenen, ardında polisin yardımını ve aktif desteğini taşıyan, elektronik kitlesel medyanın büyük bir bölümünün her zaman arkasında olacağına güvenen ve mahkemelerin yollarına çıkamayacağı inancıyla rahat hareket eden faşist bir çetenin, Kuzey Doğu Delhi'de işçi sınıfına mensup Müslümanların yaşadığı mahallelere silahlı bir katliam saldırısı düzenlediği yerden yalnızca bir otobüs yolculuğu mesafede.

Saldırının alametleri mevcuttu, bu yüzden insanlar bir şekilde hazırlanmıştı ve kendilerini savunabildiler. Pazarlar, dükkanlar, evler, camiler ve araçlar yakıldı. Sokaklar taş ve molozla dolu. Hastaneler yaralı ve ölen insanlarla dolu. Morglar ölülerle dolu. Ölenler hem Müslüman hem Hindu, aralarında bir polis ve İstihbarat Bürosu'nun genç bir mensubu da var. Evet. Her iki taraftaki insanlar da, inanılmaz cesaret ve nezaketin yanı sıra korkunç gaddarlıklara da meyilli olabildiklerini gösterdi.

Ne var ki burada bir eşdeğerlik söz konusu olamaz. Bunların hiçbiri, saldırının şu anda apaçık faşist olan devletin aygıtı tarafından desteklenen ve “Jai Shri Ram” (Hindu milliyetçilerinin benimsediği, Tanrı Ram'a selam olsun anlamına gelen slogan -ç.n.) sloganı atan lümpen çeteler tarafından başlatıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu sloganlara rağmen, bu, insanların Hindu-Müslüman “çatışması” diye adlandırmayı sevdiği şey değil. Bu faşistler ve anti-faşistler arasındaki süregelen savaşın bir tezahürü; Müslümanlarsa Faşistlerin “düşmanları” arasında ilk sırada yer alıyor. Birçoklarının yaptığı gibi bunu bir çatışma ya da “danga” (Hintçe isyan -ç.n.), ya da “Sol” ve “Sağ”, hatta “Doğru” ve “Yanlış” olarak adlandırmak tehlikeli ve yanıltıcı.

Hepimiz kundaklama sırasında bir kenarda duran ve bazen kundaklamaya katılan polislerin videolarını gördük. Tıpkı 15 Aralık'ta Camia Milliye İslamiye Üniversitesi kütüphanesini tahrip ettiklerinde yaptıkları gibi, güvenlik kameralarını parçaladıklarını gördük. Yaralı Müslüman erkekleri döverek yan yana yığdıklarını ve milli marşı söylemeye zorladıklarını gördük. O genç erkeklerden birinin öldüğünü biliyoruz. Tüm ölü, yaralı ve bitap düşmüş Müslüman ve Hindular, buz gibi faşist Başbakanımız Narendra Modi'nin yönettiği rejimin birer kurbanı; ki kendisi, 18 sene önce, hem de bundan çok daha büyük, haftalar boyu süren bir katliamda olduğu gibi, böyle devlet işlerini yönetmenin yabancısı değil.

Bu son kundaklamanın anatomisi önümüzdeki yıllar boyunca incelenecektir. Fakat yerel detaylar sadece tarihsel kayıtların meselesi olacak; sosyal medyada körüklenen nefret dolu söylentilerin doğurduğu dalgacıklar dışa doğru büyümeye başladı ve esinti daha fazla kan kokusu getiriyor bile. Kuzey Delhi'de başka kimse katledilmemiş olsa da, dün (29 Şubat) Merkez Delhi'deki bazı çetelerin saldırıların zeminini hazırlayan sloganı attığı görüldü: “Desh ke Gaddaron ko, Goli maaron saalon ko” (vatan hainlerini vurun -ç.n.).

Sadece birkaç gün önce Delhi Yüksek Mahkemesi Hakimi Yargıç Muralidharan, bu sloganı daha önce de seçim sloganı olarak kullanan eski BJP yasama meclisi adayı Kapil Mishra'ya karşı hiçbir yasal işlem yapılmadığı için Delhi Polisi'ne epey öfkelenmişti. 26 Şubat gecesi, hakime, Pencap Yüksek Mahkemesi'ndeki yeni görevine başlaması için gece yarısı emri verildi. Kapil Mishra aynı sloganı atarak tekrar sokaklara döndü. Artık slogan bir sonraki emre kadar kullanılabilir. Hakimlerin alaya alınıp ve oyunlar oynanması yeni şeyler değil. Hakim Loya'nın hikayesini de biliyoruz. 2002'de Gujarat'ta, Naroda Patiya kentinde 96 Müslümanı öldürmekten mahkum olan Babu Bajrangi'nin hikayesini unutmuş olabiliriz. YouTube'da dinleyebilirsiniz: Size “Narendra bhai”nin (Narendra ağabey'e yakın bir samimiyet ifadesi -ç.n.) yargıçları “ayarlayarak” onu nasıl hapisten çıkardığını anlatacaktır.

Seçimlerden önce bu tip katliamlara hazır olmayı öğrendik; bunlar, seçmenleri kutuplaştırmak ve kitleler oluşturmak için kullanılan barbarca seçim kampanyası hamleleri haline geldi. Fakat Delhi katliamı, seçimden sadece birkaç gün sonra, BJP-RSS'nin (Hindistan Halk Partisi ve bağlı örgütü Ulusal Gönüllüler Organizasyonu -ç.n.) utanç verici yenilgisinden sonra gerçekleşti. Bu Delhi için bir ceza ve yakında Bihar'da yapılacak seçimlerin duyurusu.
 

 

Her şey kayıtlarda mevcut. Herkes her şeyi görebilir ve duyabilir; Kapil Mishra'nın, Parvesh Verma'nın, Birlik Bakanı Anurag Thakur'un, Uttar Pradeş Başbakanı Yogi Adityanath'ın, İçişleri Bakanı Amit Şah'ın ve hatta Başbakan'ın ta kendisinin provokatif konuşmaları dahil. Ve yine de her şey tersine çevrildi; şimdi Hindistan'ın tamamı, neredeyse 75 gündür sokaklarda Vatandaşlık Yasası Değişikliği'ni kesinlikle barışçıl şekillerde protesto eden çoğunlukla kadın ve çoğunlukla (ama tamamı değil) Müslüman olan protestocuların kurbanı gibi görünüyor.

Müslüman olmayan azınlıklara vatandaşlığa giden hızlı bir yol sunan Vatandaşlık Yasası Değişikliği (Citizenship Amendment Act, CAA) açıkça anayasaya aykırıdır ve açıkça Müslüman karşıtıdır. Ulusal Nüfus Kaydı ve Ulusal Vatandaşlık Kaydı'yla birlikte, sadece Müslümanlar değil, “Goli Maaro Saalon Ko” diye slogan atanlar dahil gerekli belgeleri olmayan yüz milyonlarca Hintlinin kriminalize edilmesi, kovuşturulması ve cezalandırılması amaçlanmaktadır.

Vatandaşlık söz konusu olduğunda, her şey söz konusudur; çocuklarınızın hakları, oy haklarınız, toprak haklarınız gibi. Hannah Arendt'in de dediği gibi, “vatandaşlık size haklara sahip olma hakkı verir”. Bunun böyle olmadığını düşünen herkes, lütfen dikkatinizi Assam'a çevirin ve aralarında Hinduların, Müslümanların, Dalitlerin ve Adivasilerin de bulunduğu yirmi lakh insana (2 milyon insan -ç.n.) neler olduğunu görün. Şimdi yerel kabileler ve Meghalaya eyaletindeki kabileler-dışı nüfus  nüfus arasında sıkıntılar başladı. Shillong'da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Eyalet sınırları yerli olmayanlara kapatıldı.

NPR-NRC-CAA'nın yegane amacı, halkı sadece Hindistan'da değil, tüm alt-kıta genelinde istikrarsızlaştırmak ve bölmektir. Eğer gerçekten varlarsa, Hindistan'ın mevcut İçişleri Bakanı'nın Bangladeşli “termitler" diye adlandırdığı milyonlarca hayali insan gözaltı merkezlerinde tutulamaz ve sınır dışı edilemez. Hükümet aslında böyle bir terminoloji kullanarak ve böylesine saçma, şeytani bir düzenbazlığa girişerek Bangladeş, Pakistan ve Afganistan'da yaşayan, haklarında endişe duyduğunu söylediği ama Yeni Delhi'den doğan bağnazlığın bedelini ödeme ihtimali bulunan on milyonlarca Hindu'yu tehlikeye atıyor.

Nereye vardığımıza bir bakın.

1947'de, şu andaki yöneticilerimiz hariç neredeyse herkesin uğruna savaştığı bağımsızlığımızı kazandık. O zamandan bu yana her türlü toplumsal hareket, kast karşıtı mücadeleler, anti-kapitalist mücadeleler, feminist mücadeleler şimdiye kadar süregelen yolculuğumuza damgasını vurdu.

1960'larda devrim çağrısı bir adalet talebiydi; refahın yeniden dağıtılması ve yönetici sınıfın devrilmesi içindi.

1990'lara gelindiğinde ülkenin en zengin 63 kişisinin 1,2 milyar insan için yapılan yıllık bütçeden daha fazla servete sahip olduğu yeni bir Hindistan'ı inşa etmenin zorunlu sivil zayiatı olarak görülen milyonlarca insanın kendi topraklarından ve köylerinden edilmesine karşı savaşmaya kadar düşürdük beklentilerimizi.

Şimdi bu ülkeyi kurmakla ilgisi bile olmayan insanlardan vatandaşlık haklarımızı dileniyoruz. Ve biz yalvarırken, devletin korumasını geri çektiğini izliyoruz; polisin siyasallaşmasını, yargının kademeli olarak görevini yitirmesini, amacı acı çekenleri rahatlatmak ve rahat oturanlara acı çektirmek olması gereken medyanın tam tersini yapmasını izliyoruz.

Bugün (1 Mart)  Cammu ve Keşmir'in anayasaya aykırı olarak özel statüsünden çıkarılmasından bu yana geçen 210. gün. Üç eski başbakan da dahil binlerce Keşmirli, hapiste yaşamaya devam ediyor. Yedi milyon insan sanal bir bilgi kuşatması altında yaşıyor, insan haklarının kitlesel ihlali konusunda yepyeni bir uygulama. 26 Şubat'ta Delhi sokakları Srinagar sokaklarına benziyordu. O gün Keşmirli çocukların yedi aydır ilk defa okula gittiği gündü. Ama çevrenizdeki her şey yavaşça boğazlanırken okula gitmenin anlamı nedir ki?

Anayasa uyarınca yönetilmeyen ve tüm kurumları oyulmuş bir demokrasi, yalnızca çoğunlukçu bir devlet haline gelebilir. Anayasa'yı bir bütün olarak veya kısmen kabul edebilir ya da reddedebilirsiniz, fakat hükümetin yaptığı gibi, anayasayı yok hükmünde sayarak davranmak demokrasiyi tamamen ortadan kaldırmaktır. Belki de amaç budur. Bu da bizim koronavirüsümüz. Hastayız.

Ufukta yardım yok. İyi niyetli bir yabancı ülke yok. BM yok.

Ve seçimleri kazanma amacı güden hiçbir siyasi parti ahlaki bir konum almayacak ve alamayacak. Çünkü sevk kanalları yanıyor. Sistem arızalı durumda.

İhtiyacımız olan şey, popüler olmamayı göze alabilecek insanlar. Kendilerini tehlikeye atmaya hazır olanlar. Gerçeği anlatmaya hazır olanlar. Cesur gazeteciler bunu yapabilirler ve yaptılar da. Cesur avukatlar bunu yapabilir ve yaptılar da. Ve sanatçılar; güzel, parlak, cesur yazarlar, şairler, müzisyenler, ressamlar ve film yapımcıları, bunu yapabilir. Bu güzellik bizim tarafımızda. Tamamı.

Yapacak işimiz ve kazanacağımız bir dünya var.



*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

https://scroll.in/article

Independent Türkçe için çeviren: Noyan Öztürk

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU