Washington ve 'planlı pasiflik' politikası

Rusya’nın sivillere karşı aşırı şiddet kullanan Esad rejimine verdiği desteğe rağmen Washington, Moskova ile koordinasyon içinde olmakta ısrarcı görünüyor

Fotoğraf: AA

Bir gazeteci meslektaşımızın kullandığı “planlı pasiflik” ifadesi dikkatimi çekti.

Her ne kadar kendisi bu ifadeyi başka bir bağlamda kullanmış olsa da kendisinin bugünlerde ABD’nin dış politikasını özellikle de bölgemize ilişkin politikasını, en iyi tanımlayan ifade olduğunu düşünüyorum.

Bölgede ne zaman bir çatışma alevlense ya da bir meselede gerilim yükselse bu politikadan çokça bahsedilmeye başlanıyor.

Bilindiği gibi, bölgemizde birçok çatışma ve sorun bulunuyor. Sözgelimi, İran, Irak ve Lübnan’daki halk hareketleri, medyanın dikkati daha çok Yemen ve Libya gibi yerlere kaymış olsa da özellikle de kuzeyinde yanmaya ve kanmaya devam eden Suriye’ye gibi.

Bunlara bir de Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, ülkesindeki iki büyük ABD üssünü kapatmakla tehdit etme raddesine varan kaygan, değişken Ankara-Washington ilişkilerini ekleyebiliriz.

ABD’nin bölgeden çekilmek istediği artık herkes için aşikar. Bu yüzden, “planlı pasiflik” ifadesi, bölgesel sorunlar veya bölgede devam eden çatışmalara ilişkin politikalarının çoğuna uyuyor.

Aynı şekilde, Washington’un Suriye politikasını, diğer meselelerde olduğu gibi çözüm sunmayan ama aynı zamanda kendisini dışarıda bırakan herhangi bir çözümü de engelleyen bir politika olarak özetleyenlerin görüşünü de destekliyor.    

Bu çatışmaların en öne çıkanı ise Suriye savaşı. ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den çekilme kararı; tamamen çekilme, kısmi çekilme, petrol kuyularını korumak için 600 askerin bırakılması gibi dört, beş hatta daha fazla formül ortaya çıkardı.

Sıradan gözlemciler, ABD’nin sonuç olarak hangi formül üzerinde karar kıldığını anlayamadılar.

Ayrıca Washington’un, müttefikleri olan Suriye Kürtlerinden vazgeçmesi onları kızdırıp öfkelendirdi ama Erdoğan’ı memnun etmedi.

Erdoğan, Rusya ve ABD’yi, Kürtleri ,Türkiye sınırlarından uzaklaştırma taahütlerini yerine getirmemekle suçladı.

Esad rejimi ve Rus hava güçlerinin İdlib’i hedef alan, yıkıma, ölümlere, yaralanmalara ve sivillerin evlerini terk etmelerine yol açan saldırılarına karşı ABD’nin sessiz kalmasıyla, “planlı pasiflik” politikası daha net bir biçimde görülüyor.

Nitekim, adının açıklanmasını istemeyen bir Pentagonlu yetkili, İdlib’te evlerin, sivil tesislerin ve mülteci kamplarının maruz kaldığı saldırılara karşı sessiz kalmayı, ABD’nin değerleri ve kendisi için mücadele ettiği her şeyle çelişmek olarak tanımladı.

Rusya’nın sivillere karşı aşırı şiddet kullanan Esad rejimine verdiği desteğe rağmen Washington, Moskova ile koordinasyon içinde olmakta ısrarcı görünüyor.

Geçen hafta sonunda, ABD ve Rus genelkurmay başkanları, Suriye’de eşgüdümlü hareket etmek ve orada iki taraf arasında çatışmaların yaşanmasını engellemek konularını ele almak için bir araya geldi.

Öte yandan, yönetimin bu sessizliğinin aksine ABD Kongresi, Devlet Başkanı Beşşar Esad, rejimi, müttefiklerinin yanısıra kendisini finanse eden ya da yardım eden kişi ve kurumlara yeni yaptırımlar getiren yasa tasarısını onayladı.

Yasa, Suriye rejimini destekledikleri için Rusya ve İran’a, ülkelerine ve bazı yetkililerine yaptırımlar uygulanabileceğini sürekli hatırlatıyor ve ima ediyor.

Suriye Merkez Bankası’nı da kapsayan yasa tasarısı aynı zamanda Suriye hükümeti ile işbirliği yapan yahut onu finanse eden herkese yaptırım öngörüyor.

Ancak yasa, benimsemiş olduğu sert üsluba karşın müzakare konusunda ciddi bir isteğin olması durumunda ya da ABD’nin ulusal güvenliğiyle bağlantılı nedenlerle ABD Başkanı’na yaptırımları kaldırma yetkisi vererek diplomasiye de alan bırakıyor.

Öte yandan, ABD’nin özellikle Irak ve Lübnan’daki halk hareketlerine ilişkin tavrı, belirtileri değil hastalığın kendisini tedavi etmek ilkesinden yola çıkarak İran üzerindeki maksimum baskıyı korumaya odaklanıyor. İran’ı zayıflatmanın müttefikleri ve uzantılarını da zayıflatacağını düşünüyor.

Bu yüzden Washington, söz konusu halk hareketlerini açıkça desteklemese de İran, müttefikleri ve uzantıları üzerinde daha fazla baskı oluşturacağı için kendisinden rahatsız olduğunu ima eden bir açıklama da yapmadı.

Bu noktada, Beyrut’ta Beytu'l-Müstakbel (Geleceğin Evi) adlı kurumda düzenlenen seminerde gerçekleşen tartışmalara işaret etmek faydalı olabilir.

Bu tartışmalar, ABD'nin tutumları hakkında özellikle “planlı pasiflik” olarak adlandırdığımız politikayı pekiştiren önemli noktalara ışık tuttu.

Bu bağlamda tartışmalar, bazı meselelerde öncelikleri farklı olduğu için ABD hükümeti yani idaresi ile ABD’li kurumları arasında ayrım yapılması gerektiğine değindi.

Dış politikada son sözü idarenin söylediğini vurgulayan tartışmalar, ABD idaresinin bölgenin koşullarıyla ilgili tavrı ile Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve istihbarat kurumları gibi kurumların tavrı arasında net bir ayrım olduğunu ortaya koydu.

ABD idaresi, Sünni İslami radikalizme karşı savaşın zaferle sonuçlandığını düşünüyor. Bu nedenle, silahını İran’la somutlaşan Şii radikalizme çevirmiş bulunuyor. Kurumların silahlarının hedefinde ise hala cihatçı gruplar var.

Bu nedenle ABD, İran’ın daha fazla batması ve alevlerin evinin tamamını kaplaması için Irak ve Lübnan’daki halk hareketleriyle ilgilenmiyormuş gibi görünüyor. Her ne kadar böyle bir tavrın, müttefiklerini kaybetmesine yol açması ve onlarla ilişkilerini yeniden inşa etmeyi zora sokması muhtemel olsa da.

ABD’li kurumlara gelince, onların tutumları da birbirinden farklı. Sözgelimi Savunma Bakanlığı, özellikle radikal grupları engelleme konusundaki kabiliyetini ve güvenilir bir ortak olduğunu kanıtlayan Lübnan ordusu ile korunması gereken sağlam bir ortaklık kurmayı başardığını düşünüyor.

Ancak, Pentagon içerisinde azınlık bir grup, bu görüşe karşı çıkıyor. ABD’nin bölgedeki gayelerine muhalif olan bir projeye hizmet ettiği için Lübnan ordusuna yatırım yapmanın akılsızca bir politika olduğunu düşünüyor.

Dışişleri Bakanlığı’nın Lübnan’a yönelik tutumu ise, anlaşılmaz ve yalnızca bölgedeki azınlıkları koruma çerçevesinde yer alıyor.

Sayısı 17’ye ulaşan istihbarat organlarına gelince, bazıları Hizbullah’la ilişkinin, özellikle ABD’nin radikal Sünni gruplara karşı yürüttüğü savaşta birçok gediği kapatabileceğini düşünüyor.

Bir zamanlar Filisitin Kurtuluş Örgütü ile ilişki gibi bu ilişkinin de verimli olabileceği görüşünde bulunuyor. Ayrıca sahada Hizbullah’a güvenmenin mümkün olduğunu düşünüyor.

Onlar için konu, Hizbullah’ın kendisini savunmak değil. Ancak, varlığı ile kaos arasında bir seçim yapacaklarsa elbette varlığını korumasını ve durumun olduğu gibi kalması seçeneğini tercih ediyorlar.

Geçtiğimiz günlerde, Hizbullah’ı sadece bir terör örgütü değil aynı zamanda uluslararası bir suç örgütü olarak gören, önceliğinin onu kuşatmak olduğunu düşünen ABD Hazine Bakanlığı da devreye girerek bu tartışmaya katıldı.

Son olarak; ABD başkanlığı ve idaresinin tamamının halihazırda dış politika meselelerinden çok Başkan Trump’ın azil süreci ile meşgul olduğu da unutulmamalıdır.

Trump, ABD tarihinde yargılanacak olan dördüncü başkan. Ayrıca yakın bir zamanda başkanlık seçimleri kampanyaları da başlayacak. 

Bu da ülkeyi ve idaresini 2021 yılının şubat ayına kadar dünyadan izole edecek. ABD’den bölgeye dönük neler beklenebileceği de ancak bu tarihten sonra netleşecektir.

ABD, bekleme lüksüne sahip ama bölge ülkeleri böyle bir lükse sahip değil. Birçoğu varoluşsal krizlerle yüzleşiyor.

Bunun yanısıra halk hareketleri de sahip olduğu bütün baskı araçları ile rejimlerin karşı devrimleriyle yüzleşiyor.

Ne yazık ki yalnızca Lübnanlılar, ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı David Hale’nin geçen hafta sonu Beyrut’a gerçekleştirdiği ziyaretin, okyanusun ötesinden bir gruba yardım diğer bir gruba hayalkırıklığı taşımış olabileceğine inanıyorlar.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU