Yurtta sulh, cihanda sulh.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Değerli Independent Türkçe okurları,
Atatürk'ün bu sözü, sadece bir dönemsel barış çağrısı değil; Türkiye Cumhuriyeti'nin yüzyılı aşan dış politikasının özüdür.
Bugün, cumhuriyetimizin 102'nci yılında, Türkiye'nin Doğu ile Batı arasında savrulmadan denge kurabilmesi, her zamankinden daha önemlidir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında da bu Doğu ile Batı arasında denge, dış politikanın ana eksenini oluşturuyordu.
Bir yandan İngiltere, Yunanistan ve Fransa gibi Batılı güçlere karşı verilen bir Kurtuluş Savaşı sonrası, doğal olarak emperyalizme karşı bir duruş sergilenmişti.
Ancak diğer yandan, genç cumhuriyet, maceracı ve intikamcı bir çizgiye sapmadan; modern, laik ve muasır medeniyetler seviyesine (yani o dönem Batı'yla) uyumlu bir devlet yapısına ulaşmayı hedeflemişti.
Atatürk'ün öncülüğünde gerçekleştirilen hukuk, eğitim, alfabe, ekonomi ve kadın hakları reformları, Türkiye'yi "muasır medeniyetler seviyesine" taşıma iradesinin göstergesiydi.
Bu dönemde ise Türkiye, hem Doğu hem Batı arasında, dengeli bir diplomasi izlemelidir.
Çünkü günümüzde, İnsan Hakları ve adil barış gibi evrensel değerlerin savunulmasının sadece Batılı ülkelere bırakılmayacak kadar önemli olduğunu, Ukrayna ve Gazze örneklerinde görmekteyiz.
Atatürk döneminde, Doğu'da Afganistan, İran ve Japonya ile ilişkiler geliştirilirken; Batı'da, savaşta karşı cephede yer alan İngiltere ve Yunanistan'la ilişkiler hızla normalleştirildi.
Türkiye, bu yaklaşımla bölgesel barış ve güvenliğe kurumsal katkı sağlamayı hedeflemişti.
1934'teki Balkan Antantı (Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ile) ve 1937'deki Sadabad Paktı (İran, Irak, Afganistan ile) bu anlayışın en somut örnekleriydi.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren iş birliğinin kurumsal çerçevelerle yürütülmesi, Türk dış politikasının ayırt edici özelliklerinden olmuştur.
Aradan geçen bir yüzyılın ardından Türkiye, hâlâ aynı temel denklemin içindedir.
Bir yandan NATO üyesi olarak Batı güvenlik sistemine entegre, diğer yandan Küresel Güney, yani Afrika ve Asya ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmektedir.
Türkiye'nin AB ile Gümrük Birliği içinde olması, Avrupa Çevre Ajansı üyeliği ve Yeşil Mutabakat taahhüdü, Avrupa standartlarıyla olan yakınlığın kurumsal niteliğini gösterir.
Bu nedenle Türkiye'nin çıkarı, Batı'yla çatışmadan ziyade uyumlu ve ortak faydaya dayalı modeller geliştirmektir.
ABD-Çin rekabetinin derinleştiği bir dönemde, Türkiye'nin denge politikası, küresel sistemde, ilkeli politikalarla bölgesel ve küresel istikrara katkı sunabilir bir konum kazanmak açısından elzemdir.
Ancak bu denge, NATO, AB ve OECD ortaklıklarını zayıflatma pahasına olmamalıdır.
Türkiye'nin bu kurumlara olan bağlılığı yalnızca coğrafi değil; aynı zamanda kurumsal ve ilkesel (yani normlara dayalı) bir yakınlıktır.
Günümüzün en belirleyici rekabet alanı artık enerji değil, teknolojidir.
Yarı iletkenler, yapay zeka, insansız hava araçları (ve diğer dronelar) ve teknolojiler için gerekli nadir toprak mineralleri, ABD-Çin mücadelesinin merkezindedir.
Bu durum yalnızca kaynak milliyetçiliğini değil, aynı zamanda "tekno-milliyetçiliği" de derinleştirmektedir.
Benzer biçimde Akıllı ve Şukurti Özdemir (2025), günümüzün küresel "tekno-kutup" (technopolar) düzenine dikkat çekmektedirler.
Türkiye'nin Milli Teknoloji Hamlesi, bu bağlamda sadece sanayi politikası değil, aynı zamanda dış politika aracı olarak önem kazanmaktadır.
Yerli teknolojilerin geliştirilmesi, ulusal egemenliğin güçlendirilmesine hizmet eder; ancak bu, autarky (tamamen herşeyin yerli üretimi) anlamına gelmez.
Tüm kaynakları kendi başına üretmek ne ekonomik ne de stratejik olarak mümkündür.
Bunu geçmişte yapmaya çalışan devletler, emperyalist ve sömürgeci devletlerdi.
Dolayısıyla Türkiye'nin, uluslararası teknoloji ortaklıklarının yer aldıkları ortaklıkları desteklemesi, kendi üretim kapasitesini artırmasının en rasyonel yoludur.
Türkiye, Doğu'ya açılım politikalarını (örneğin "Yeniden Asya" girişimi) sürdürürken, Batı kurumlarıyla olan ilişkilerini de korumalıdır. Bu teknolojik gelişmeler için de gereklidir.
Bu noktada, BRICS veya Şanghay İşbirliği Örgütü gibi oluşumlara yönelmekten ziyade; Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) ve İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) gibi zaten üyesi olunan örgütler üzerinden etkinlik artırmak, daha yapıcı ve gerçekçi bir yaklaşımdır.
Türkiye'nin kolektif güvenlik, bölgesel istikrar ve ekonomik dayanıklılık hedeflerini sürdürebilmesi için, dış politikasını kurumsal çerçeveler içinde tutması gerekmektedir.
Son 40 yılda çevresinde yaşanan İran-Irak, Balkanlar (Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Bosna-Hersek, Kosovagibi), Suriye, Ukrayna ve Filistin merkezli çatışmalara rağmen, Türkiye istikrar adası ve güvenli liman konumunu büyük ölçüde koruyabilmiştir.
Bu durum, NATO üyeliğinin sağladığı caydırıcılık ve güvenlik çerçevesinin değerini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Cumhuriyetin 102'nci yılında Türkiye, hem Doğu'sunda hem de Batı'sında istikrar sağlayıcı bir aktör olma rolünü sürdürmektedir.
Önümüzdeki on yıllarda dengeli bir dış politika, Türkiye'nin hem Afrika ve Asya'daki yeni ortaklıklarını çeşitlendirmesine hem de Batı kurumlarıyla kurumsal bağlarını güçlendirmesine olanak tanımalıdır.
Bu denge, yalnızca dış politikanın değil, Cumhuriyet'in kurucu felsefesinin de bir yansımasıdır:
Yurtta sulh, cihanda sulh.
Atatürk'ün bu sözü, sadece geçmişin mirası değil, bugünün ve geleceğin de pusulasıdır.
Kaynaklar:
Park, H. et al. (2023). Techno-nationalism and Global Value Chains Reconfiguration.
Akıllı, E. & Şukurti Özdemir, A. (2025). Technopolar World Order.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Yeniden Asya Girişimi.
Avrupa Komisyonu Yeşil Mutabakat.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish