Kırım Tatarlarından Uygurlara: Özgür olmayan Türkler meselesi ve 21.yüzyılda Türk Milliyetçiliği

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Çin'in Doğu Türkistan'da Uygur Türklerine uyguladığı baskıya tepki amacıyla İstanbul'daki Uygur Türklerinin protesto gösterilerinden bir kare / Fotoğraf: AP

2014 yılında Rusya ile Avrupa Birliği (AB) Ukrayna üzerinden bilek güreşine tutuştuğunda en çok mağdur olanlar Kırım Tatarları yani Türkler olmuştu. Bugün yerler ve aktörler değişse de, kayıpla karşı karşıya kalanlar yine Türkler oluyor.

Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ile Batı arasındaki küresel güç mücadelesinin sahnelerinden biri Sincan Uygur Özerk Bölgesi’dir.

“Doğu Türkistan” adıyla da bilinen ve içinde Uygurların yani Türklerin yaşadıkları söz konusu coğrafya, süper emperyalizmlerin 21. yüzyıldaki ilk çarpışma alanı olma potansiyelini taşıyor.

Hâlihazırda yürütülen ticaret savaşlarından ve artan derecelerde yoğrulan karşılıklı propagandalardan anlayabildiğimiz kadarıyla 21. yüzyıl, süper emperyalizmlerin, başka bir ifadeyle titanların “Imperium Mundi” (dünya imparatorluğu) için birbirleriyle rekabet edecekleri bir yüzyıl olacaktır.

Küresel çatışma ve mücadele zemininin bir süredir kademeli olarak Ortadoğu’dan Afrika ile Orta Asya bölgelerine doğru kayma eğiliminde olduğunu görüyoruz.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bir tarafta Mali’den Somali’ye uzanan geniş bir şerit ekseninde Afrika Kıtası, diğer tarafta ise Hürmüz Boğazı’ndan Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne ve oradan Tayvan’a değin topyekûn bir Asya Kıtası mevzubahis rekabetin çok canlı bir biçimde cereyan edeceği iki merkezi simgeliyor.

Aslında söz konusu mücadelenin işaret fişeği evvelâ Suriye’de atıldı. Suriye Savaşı, neresinden bakılırsa bakılsın, uluslararası siyasette “Pandora’nın Kutusu” mahiyeti kazanmıştır. Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ise bu mücadeleyi billurlaştırmış, pekiştirmiştir.

Suriye Savaşı – her ne kadar henüz çokça bahsedilmese de – süper emperyalizmlerin mücadelesinde farklı bir merhaleyi ifade eder. Süper emperyalistler (ki bunlar Amerika Birleşik Devletleri, Rusya Federasyonu ve ÇHC’dir – AB henüz söz konusu mertebeye ulaşmış değildir) Suriye’den olağanüstü araçlar devşirdiler. İlk dönemlerde eski Baas kadrolarının iştirakiyle yerel platformda kurulduğu ifade edilen terör örgütü DAEŞ, bugün Libya’da, Nijerya’da, Afganistan’da, Orta Asya’da ve Avrupa’nın derinliklerinde eşzamanlı olarak hareket edebiliyor.

Bir başka terör örgütü PKK ise Suriye Savaşı’yla birlikte Türkiye-Irak-İran üçlüsüne karşı hiç olmadığı kadar aktif bir biçimde kullanıldı ve hâlâ kullanılıyor.

Suriye Savaşı İran’ı ekonomik planda yıprattı, ambargoların önünü bir kez daha açtı. Dahası, Suriye Savaşı Batı’da, Rusya’da ve ÇHC’de yaşayan ve bunların kurtulmak istedikleri, fakat nasıl kurtulacaklarını bilmedikleri – üstelik radikalleşip radikalleşmediklerini dahi bilmedikleri kitlelerden kurtulmak için muazzam bir fırsat teşkil etti.

Suriye Savaşı boyunca pek çok farklı eksen oluştu, kuruldu, çözüldü, bitti yahut yeniden diriltildi. Günün sonunda açığa çıkan hakikat ise tek oldu. Süper emperyalizmler – her biri farklı yol, yöntem ve amaçlarla – istediklerini bir şekilde aldılar veya almaya çalışmaya devam ediyorlar.

İdlib meselesinin hâlâ çözüme kavuşturulamamış oluşu, Kuzey Suriye’de mutabakatın hâlâ sağlanamamış oluşu vb. söz konusu çalışmaların sürdüğüne dair getirilebilecek en önemli delillerdendir.

“Radikal İslâm”dan sonra sırada “radikal Türk” mü var?

Süper emperyalizmlerin üzerinde oy birliğiyle anlaştıkları başlıkların başında ise “radikal İslâm” geldi. “Radikal” İslâm’la mücadele edilmeliydi. İslâm’ın “radikal” yahut “ılımlı” versiyonları var mıdır, yok mudur – bu bütünüyle ayrı bir tartışmadır.

Ben İslâm’ın radikalinin de, ılımlısının da olmadığı görüşünü benimseyenlerdenim. İslâm, İslâm’dır. Ne var ki bu ayrım zamanla politik amaçlar doğrultusunda her yerde herkesçe sonuna kadar kullanılmış, olabildiğince esnetilmiş ve sömürülmüştür. Süper emperyalistler Frankenstein misâli kendi radikallerini örgütlediler, yetiştirdiler ve sahaya sürdüler. Hâl böyle olunca, radikal-ılımlı tasnifi de siyasî erklerin tasarrufuna bırakılmış oldu.

Her küresel güç kendi “radikal” Müslümanını, kendi “ılımlı” Müslümanını ortaya çıkarmak için uğraştı – nispeten başarılı da oldu. “Radikal İslâm” söylemi DAEŞ gibi bir canavarı doğurmakla kalmadı; bir yandan süper emperyalistlerin ülkelerinde yaşayan Müslümanları düşmanlaştırırken (ezerken), dünya çapında mağdur edilen Müslümanların en azından bir kısmını da yeni ve sunî kimlik arayışlarına itti. Yeni kimliğini modern Frankenstein’larda bulan bazı insanlar ise nihayetinde söz konusu döngüyü açık ucunu kapatmak suretiyle tamamlamış oldular.

Süper emperyalistler İslâm dinini (bütün mezhepleriyle) kendi menfaatleri doğrultusunda kötü emellerine alet etmekten geri durmuyorlar.

Dini araçsallaştıran süper emperyalistler, onu kendi aralarındaki güç mücadelelerinde bir maşa mertebesine indirmeye çalışıyorlar. Böylelikle vekâlet savaşları meydana geliyor. Vekâlet savaşlarındaki en kritik mesele kontrolün sizden çıkması, iradenize ipotek konmasıdır. Dolayısıyla nesnel planda vekâlet savaşlarından olabildiğince kaçınmakta fayda vardır. Ne var ki bu prensibe uymayanların oldukça kalabalık kitleler teşkil ettiklerini müşahede ediyoruz. Sorun da tam bu noktada başlıyor.

uygur türkleri -.jpg
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının üyelerinin, Çin'in Doğu Türkistan'da Uygur Türkleri'ne uyguladığı baskıya tepki amacıyla​​​​​​​ İstanbul'daki protesto yürüyüşünden bir kare / Fotoğraf: Reuters


Son olarak Sincan Uygur Özerk Bölgesi özelinde zuhur eden “radikal İslâm’la mücadele” söylemi ve pratiği yeni yüzyılda da söz konusu yöntemlerin tükenmeyeceğini ve son damlasına kadar istismar edileceğini gösteriyor. Dahası, az önce değindiğim Afrika-Asya ekseninde yaşayan halkların önemli ölçüde dünya Türkülüğüne mensup oldukları (en azından Kıbrıs’tan Sibirya’ya uzanan bölgelerde) göz önünde bulundurulduğunda, önümüzdeki süreçte “radikal İslâm” kavramının yanına bir de “radikal Türk” kavramının iliştirileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Batı özgür olmayan Türkleri gerçekten önemsiyor mu? 

Gerçekten de bundan birkaç gün önce ÇHC hükümetinin yayımladığı bir raporda Uygur halkının aslen Türk olmadığı iddia edildi. Aynı raporda İslâm dininin Uygurların tek inancı olmadığı ve Sincan bölgesinde yaşayan yöre halkının yıllar içinde İslâmcı-Türkçü grupların “oyuncağı” hâline geldiği iddiaları da ayrıca vurgulanmış. 

Karşı cephede kimler var diye bakıyorsunuz, cevap bir hayli şaşırtıcı oluyor. Hatırlanacağı üzere, kısa bir zaman önce çoğu Batı’da bulunan 22 ülkenin temsilcileri yayınladıkları ortak bir mektupla Pekin yönetimini Sincan ve Çin genelinde inanç özgürlüğü başta olmak üzere, insan haklarına ve özgürlüklere saygı göstermeye davet etmişti. Söz konusu mektubu Türkiye dâhil hiçbir Müslüman ülke temsilcisi imzalamadı.

İmzalayanlar arasında ise son 25 yılda neredeyse 3,5 milyon Müslüman insanın hayatına doğrudan yahut dolaylı olarak kast etmiş ülkeler ile tarihleri ırkçılık örnekleriyle kaynayan ülkeler yer alıyor: Irak ve Afganistan’da yaptığı zulümlerle arşı titreten ABD, 19.yüzyılın son demlerini Kongo’da soykırım yapmakla geçiren Belçika, 1992 yılına kadar Güney Afrika’da “Apartheid” rejimini tatbik eden Hollanda bu ülkelerden yalnızca üçü.

Ortadoğu’da Türk’ün kuyusunu kazmaya ant içenler, Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde Türk’ün hayrını gözetiyor, öyle mi?

Ebu Garib Cezaevi’nde mahkûmları işkenceden geçiren ve yıllardır İslâm coğrafyasını Kahire’den Trablus’a, Bağdat’dan Mogadişu’ya, Kabil’den Sana’ya kadar inim inim inleten ABD, Uygurların inançlarını önemsiyor, öyle mi?

İşin ilginç tarafı ise, pompalanan bu çirkin propagandanın tuzağına düşenlerin sayısı – özellikle Türkiye’de – oldukça fazla olmasıdır. Tecrübe ettiğimiz, bildiğimiz ve bilmediğiniz bu ve binlerce vahşeti gerçekleştiren ABD’nin yetkilileri örneğin İdlib’e ilişkin Esad ile Rusya’yı eleştirdiğinde, neredeyse “mücahit Trump!” sloganları eşliğinde sokaklara çıkmaya hazır olan şuur fukarası bir güruhun olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla Uygur Türkleriyle ilgili de benzer manipülasyonlara çekilmek istenen kitleler olduğu hafızalarda daima canlı tutulmalıdır.

ABD emperyalizmi “kötü”, diğer emperyalizmler “iyi” mi?

Az önce de ifade ettiğim gibi, süper emperyalistlerin rekabet sahaları olduğu kadar mutabakat arayışları da vardır. Bu anlamda ifade edilmelidir ki, son tahlilde emperyalist kuvvetler arasında normatif bir ayrım yahut düzenleme yapılamaz – yapılmamalıdır. Dolayısıyla son dönemlerde sıklıkla gündeme getirilen “Rusya ABD’den daha iyidir” ve “Çin-Rusya ikilisiyle ABD etkisini kırarız” yahut “ABD Rusya’dan daha güvenilir bir müttefiktir” ve “Rusya’dan asla dost olmaz, ABD’yle rahat ederiz” tipi farklı yaklaşımların tamamını aynı kefede değerlendirmek lazımdır. Süper emperyalizmin ahlâkı değil, menfaatleri olur.

Türkiye’de bugün itibariyle iki tip baskın yaklaşım olduğu anlaşılıyor. Birincisi ABD merkezli siyasete devam etmek isteyenlerin yaklaşımı, ikincisi de kurtuluş reçetesini Rusya-ÇHC ikilisinde arayanların yaklaşımıdır. Oysa her iki blok da – ki ikinci blokta mutlak bir ahenkten söz etmek zordur – önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi birinci dereceden ilgilendiren konu başlıklarına nispetle benzer tavırları geliştirecektir. Türkiye’yi en çok ilgilendirecek olan temel konu başlığı ise şüphesiz ki genelde yurtdışında bulunan Türkler, özelde ise özgür olmayan Türkler olacaktır. 

kırım.jpg
Kırım'ın Rusya tarafından yasa dışı ilhakının (16 Mart 2014) beşinci yılında Kırım Tatarlarının protesto gösterilerinden bir kare (16 Mart 2019) / Fotoğraf: AA 


21.yüzyılda süper emperyalistlerin Kıbrıs’tan Sibirya’ya değin uzanacak olan yeni mücadele meydanı üzerinde yaşayan Türk sayısı yaklaşık olarak 300-350 milyon civarıdır. Bu Türklerden bazıları bir devlete sahipken (Türkiye, KKTC, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan vb.), diğerleri özgürlüğüne henüz kavuşamamıştır (Kırım Tatarları, Uygurlar, Gök-Oğuzlar, Kaşkaylar, Karaylar vb.).

Kimsenin tereddüdü olmasın ki, yukarıda arz ettiğim “radikal Türk” imgesi, esasen devletsiz kalmış, özgür olmayan Türkler için kullanılacaktır. Moldova’dan Irak’a, Suriye’den Rusya’ya ve Çin’e değin devasa bir kara parçası üzerine yayılmış yüz milyonlardan bahsediyoruz. Ve söz konusu yüz milyonların umut bağladıkları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden...

Irak, Suriye, Kırım ve Kıbrıs derken nihayet bugün Uygur Türkleri meselesi üzerine dünya Türklüğü bir kez daha açıktan tehdit ediliyor. Kimse yanılmasın, tehdit bir dönem sıklıkla iddia edildiği gibi salt Rusya’dan yahut ÇHC’den gelmiyor. Tehdit, Rusya ile ÇHC’nin uygulamalarının yanı sıra devletsiz Türkleri kışkırtan ve yeni bir vekâlet savaşı başlatmayı isteyen ABD’den de geliyor. Vekâlet savaşlarında vekâlet kabul etmemek lazımdır. İşte tam bu noktada Türkiye’deki Türk milliyetçilerine, Türkçülere ve bilumum vatanperverlere muazzam sorumluluklar düşmektedir.

Süper emperyalizmler arasında sıkışan Türk milliyetçiliği

Ben AK Parti’ye alternatifin kesin suretle milliyetçi bir zihniyet olması gerektiğine inananlardanım. Nitekim dış politikadaki genel seyir ve yukarıda arz ettiğim bu yüzyılın meydan okumalarına ilişkin meseleler ancak bir milliyetçi iktidarın göğüsleyebileceği niteliktedir. Fakat hangi Türk milliyetçiliği ve nasıl bir milliyetçilik? Özellikle uluslararası ilişkiler bağlamında bu soru son derece yakıcı ve belirleyicidir.

Türkiye’mizin hâlihazırda karşı karşıya bulunduğu ve önümüzdeki süreçte karşılaşacağı muhtemel durumlar karşısında fevkalade akılcı, planlayıcı ve programlı bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç duyduğumuzu ifade edebilirim.

Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) mevcut/güncel yapısı itibariyle AK Parti’yle iktidar ortağı konumunda bulunduğu için, onu bir kenara koyalım.

İYİ Parti’nin ve Büyük Birlik Partisi’nin (BBP) ise bugün özgür olmayan Türklere ilişkin bütünüyle Amerikan tezleri üzerinden hareket ettiği aşikârdır.

Vatan Partisi (VP) ise tam zıt kutupta, Rusya-ÇHC ekseninde mevzileniyor. Oysa bu tip “mutlak angajman” durumlarının getirdiği “mutlak ahlâkî zafiyet” durumları vardır. Özgür olmayan Türkler konusu özelinde ABD’ne angaje olunduğunda içgüdüsel “Pan-” tutumları hortlayacaktır. İYİ Parti ile BBP’nin bugün benimsediği tutum işte budur.

Pan-Türkizm, Pan-Turancılık gibi 21.yüzyıl şartlarında oldukça riskli ve tehlikeli hayaller, Türkiye’ye yönelik bölünme tehditlerini de anında tetikleyebilecek cinstendir. “Pan-”cı tutumlar, irredantizm tuzağını olgunlaştırır ki, 21.yüzyılda böylesi bir tuzağa düşmenin bedelini Türkiye – bırakın büyümeyi – bölünerek ve küçülerek ödemek durumunda kalır.

Öte yandan VP’nin tutumu da tersinden bütünüyle inkâr üzerine kurulmuştur. Başka bir deyişle, “Türkiye’yi ABD’den koparacağım” diye Rusya-ÇHC ikilisinden dökülen olumsuzlukların kararlı ve sistemli bir şekilde görülmemesi yahut ideolojik zaviyeden yorumlanmasının yansımalarını kapsamaktadır.

Türk milliyetçiliği (yahut Türkçülük – adı ne derseniz deyin) – en azından bir ahlâkî pozisyon bağlamında – tıpkı iç siyasette olduğu gibi dış siyasette de üçüncü yolu inşa etmeli, kendi uhdesine almalı ve benliğinde cisimleştirmelidir. Diğer bir ifadeyle, bugün itibariyle kısır parti hesaplarının üstüne çıkmak gayretiyle, entelektüel Türk milliyetçileri üçüncü yolu ahlâkî planda kurgulamalıdırlar.

TÜDEV’in özgür olmayan Türkler yaklaşımı önemsenmeli

Söz konusu bu çabaların ışığında, 1993 yılında merhum Alparslan Türkeş tarafından kurulan ve bugün başında Yıldırım Tuğrul Türkeş’in bulunduğu TÜDEV (Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı), bundan yaklaşık 2 hafta önce resmî internet sitesi üzerinden “21.yüzyılın İlk Çeyreğinde Türk Dünyasının Sorunları ve Özgür Olmayan Türkler” başlıklı bir değerlendirme makalesi yayınladı. Kolektif bir çalışmanın ürünü olduğu intibaı uyandıran çalışmada Türk milliyetçiliğinin özgür olmayan Türklere dair geliştirdiği klasik yaklaşımları aşan, tabu-kırıcı saptamalar da yer alıyor. Meseleyi sloganlar üzerinden değil reel-politik zaruretler üzerinden değerlendiren makalede tarihten bugüne bağımsızlık kazanamayan Türklerin içinde yaşadıkları devletlere nispetle geliştirdiği tavır da ele alınmış:

Türkler, yaşadıkları devlete, kendilerinin devleti olmasa da, hep saygılı olmuşlar, iyi muamele gördükleri takdirde de başkaldırmamışlar ve sorun çıkartmamışlardır. Rahatsızlıkları olduğunda ise uyarıda bulunmaktan da geri durmamışlardır. Örneğin Bulgaristan, İran, Irak, Suriye ve Yunanistan’da ülke nüfusunda önemli oranda olsalar da, devlete bağlı kalmışlardır. Türkler başkaldırıyı  bağımsızlıklarını garanti görürlerse yapmışlardır. Aksi takdirde itaat ederek kendisini ezdirmeme gibi bir sağduyu ve strateji geliştirmişlerdir. Ayrıca bir başka ülkenin oyununa gelerek maşa görevi yapmamışlardır.


“Türkler başkaldırıyı bağımsızlıklarını garanti görürlerse yapmışlardır” tespitini müteakip yapılan “bir başka ülkenin oyununa gelerek maşa görevi yapmamışlardır” vurgusu tayin edicidir. Burada vekâlet savaşlarında yer almamak tavrı bir ilke olarak ortaya konmuş vaziyettedir. Söz konusu ilke makalenin sonlarına doğru bir kez daha tekrarlanıyor:

Hiç şüphe yok ki, Türk devleti ve Türkçüler, özgürlüğüne henüz kavuşmamış ve sıkıntılı olan Türk halklarına destek olmalıdır. Ancak bu, Türk devletine zarar vermeden yapılmalıdır. Türkiye’nin bunları temin edebilmesi için öncelikli olarak kendisinin yaşaması ve güçlü olması gerekir ki bu destekleri her zaman sağlayabilsin. Türkiye, Uygurlar için Çin ile ve Tatarlar için Rusya ile ilişkileri kötü olduğunda, uluslararası ilişkilerde ve politikada nasıl var olacak ve bu soydaşlara nasıl yardımcı olacaktır? Türkiye’nin ‘Reel Politik’ uygulayarak bu ülkelerle konuşma ve görüşme kanallarını açık tutması, soydaşların varlığını, kültürlerini ve sorunlarını bu ülke yetkililerine iletme imkânlarının açık olması gerekir.


Ve ekleniyor:

Özgür olmayan Türk halkları, emperyalist bir ülkenin maşası veya dış politikasının bir enstrümanı haline gelmemelidir. Misal olarak şöyle diyebiliriz; Batı güçleri, Uygur veya Tatar Türklerini sevdikleri için değil, Çin ve Rus devletlerini köşeye sıkıştırmak için destek verir ve onların bu devletler tarafından ezilmelerine, işkence görmelerine göz yumarlar. Rusya veya Çin’e karşı savaşın galibi olamayacağına göre kendini yok edecek veya zarar görecek davranışlardan ve ilişkilerden kaçınmak gerekir. Yeniçağın tabiri ile ‘vekâlet savaşlarında vekâlet almamak gerekir’.


Ufuk açıcı bilgilerle beslenen ve ezber bozan yaklaşımlar içeren söz konusu metnin tamamı TÜDEV’in resmî sitesinde yayınlanmıştır ve herkese açıktır. Burada önemli olan husus, Türk milliyetçiliğinin içgüdüsel tepkilerin ötesinde derin bir akıl ve mantık süzgecinden geçirilmiş olmasıdır. Bu anlamda söz konusu kesitlerin Türk milliyetçiliğinin 21.yüzyıl vizyonuna yaptığı katkı adeta çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir insana verilen buz gibi bir bardak su değerindedir. Ne var ki çöldeki insana bir bardak değil, bir kaynak lazımdır.

Türk milliyetçileri ne yapmalı?

Türk milliyetçileri kendi menfaatleri uyarınca herkesle görüşebilir, konuşabilir ve işbirliği yapabilirler. Buna her birinin kendi içindeki menfi etkilere rağmen ABD de dâhildir, Rusya da, Çin de. Buna mukabil, herhangi birine nispetle angajman (yahut eklemlenme) doğru bir adım olmayacaktır. Türk milliyetçilerinin mükemmel bir denge politikasını benimsemeleri zarurîdir, hayatîdir. 

“Kahrolsun Kızıl Çin!” sloganıyla ÇHC çökmeyecektir, tıpkı “Katil Rusya” sloganlarıyla Rusya’nın, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi” sloganlarıyla da ABD’nin çökmeyeceği gibi.

Türkiye’nin muhataplarına rahatsızlıklarını iletmesi, özgür olmayan Türklerin menfaatlerini aktif bir biçimde gözetmesi elbette haklı, meşru ve gereklidir. Ancak Türkiye bunu iki şartla yapabilecektir. Birincisi kendi gücünü inşa ederek, ikincisi de diğer ülkelerle diyalog kanallarını açarak.

Birinci şart hâsıl olmadığı takdirde, yani Türkiye güçlü olmadığı takdirde, bu çareyi diğer süper emperyalistlerin inisiyatiflerinde arayacak demektir. O hâlde vekâlet savaşlarına bel bağlayacak, denetimi yitirecek ve kendi toprak bütünlüğümüzü de riske atmış olacağız. İkinci şart hâsıl olmadığında ise, kabiliyetiniz hamasî söylem ve sloganlarla kısıtlı kalacak demektir.

Kırım Tatarlarını Rusya’yla, Uygur Türklerini Çin’le konuşmayacaksınız da, kimlerle konuşacaksınız? ABD’yle mi, AB’yle mi? Buyurun size yeni vekâlet ve bölünme perspektifleri...

Türk milliyetçileri gerçekçiliğin mağlubiyet olmadığını idrak etmelidirler. Gerçekçilik zayıflık değil, bilâkis farkındalıktır. Ve ancak gerçekçilikle güçlenebilir, kendi gücümüzü kurabiliriz. Gerçekçilik ne ABD yörüngesine girmek ne de Rusya-Çin ikilisinin yanlışlarını inkâr ederek onlara yapışmaktır. Gerçekçilik önceliğin Türkiye Cumhuriyeti Devleti olduğunun bilincinde olmaktır – zira bu öncelik gözetilmezse, geriye kimse için hiçbir şey kalmayacaktır.

Türk milliyetçilerinin ve Türkiye’nin özgür olmayan Türklere dair ana gayesi dünyadaki her Türk’ün doğduğu yerde huzurlu ve refah içinde yaşamasını temin etmektir. Bu gayeye ulaşmak için ise Türklerin yaşadıkları devletlerle diyalog kanallarını daima açık tutmak, karşılıklı işbirliğini sağlamak şarttır. Karşılıklı işbirliğinden kasıt, bugün bazılarının anladığı gibi “teslimiyet” yahut “inkârcılık” değildir; adil ve açık iletişimin bir meyvesidir.

Özgür olmayan Türkleri doğdukları yerde rahat ettirmek belirleyicidir zira Türkiye herkesi kendi sınırları içinde toparlayabilecek yahut misafir edebilecek kapasiteye sahip değildir.

Özgür olmayan Türkler bulundukları devletin çatısı altında kültürlerini-benliklerini korumalı ve bu uğurda bağımsız Türk devletlerinden de yardım almalıdırlar. Ne var ki söz konusu yardım mutlaka içinde bulunulan devletle koordine ve müzakere edilmelidir.

Bu devletlerde Türkler yerel ve ulusal mekanizmalara dâhil olmalı, karar alma süreçlerinde ve mevkilerinde varlık belirtmelidirler. Türkiye söz konusu toplulukları uluslararası hukuk ilkelerine riayet etmek suretiyle kollamalı, korumalı ve yükseltmelidir.

Bu ulvî gayeler ve 21. yüzyıldaki kızıl elmalar için – az önce arz ettiğim üzere – birinci koşul Türkiye’nin güçlenmesidir. Ben Türkiye’yi bu yüzyıla Türk milliyetçilerinin hazırlamakla mükellef olduklarını düşünüyorum. Bunun için de Türk milliyetçileri önce kendi iç muhasebelerini yürütmelidirler.

İran’ın kuzeyine “Güney Azerbaycan” yahut Çin’in Sincan bölgesine “Doğu Türkistan” demek bizi ve bazı süper emperyalistleri hoşnut edebilir, kulağa da hoş gelebilir. Ne var ki böylesi tanımlamaların “Kuzey Kürdistan” vb. ifadeleri de beraberinde getirebileceği iyi ve doğru hesaplanmalıdır.

Türkiye önce kendi vatandaşlarına, sonra da dünya Türklüğüne sahip çıkmak istiyorsa evvelâ güçlenecektir.

Örneğin kendi meyvemizi-sebzemizi, pamuğumuzu, şekerimizi, buğdayımızı, samanımızı yeniden kendimiz üretebilmeliyiz. Kurbanlık etlerimizi dışarıdan – üstelik hastalıklı hayvanlar üzerinden – insanımıza sunmak zorunda kalmamak için hayvancılığımızı yeniden keşfetmeliyiz. Çivi dahi üretemez hâle gelen sanayimizi ayağa kaldırmalıyız. “Amansız” denilen hastalıklara çare bulabilmek için araştırma merkezlerimizi, ilaç sanayiini harekete geçirmeliyiz. Bilim ve düşünce üretmeliyiz. Ormanlarımızı, yaylalarımızı, dağlarımızı, nehirlerimizi, göllerimizi, denizlerimizi velhâsıl doğal kaynaklarımızı korumalı, gelecek nesillere hediye edebilmeliyiz.

Bir süreliğine otarşiye otarşi. Toprağa dönüş olmaksızın, içe kapanmaksızın ve kendi kaynaklarıyla üretmeksizin Türkiye güçlenemez ve kendi ayakları üzerinde duramaz. Öncelik, ivedi görev işte budur. Dünya Türklüğünün bekası da, savunusu da işte bu biricik yoldan geçiyor. 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU