Xezal'in alev alev yürek yakan hikayesi

Vahdettin İnce Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Xerîb Kürtçede yabancı anlamında kullanılan bir kelimedir. Ben xerîb bir ailenin çocuğuyum. Öyle Almanya'da falan sanmayın, Patnos'un bir köyünden Erciş'in bir köyüne gelmişiz, o yüzden.

Yirminci yüzyılın otuzlu yılları. Birkaç asırdır süren değişim-dönüşüm süreci Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra toplumsal hercümerce dönüştüğü yıllar.

Taşlar yerinden oynamış ve bir türlü hangi taşın nereye oturtulacağı bilinmiyor.

Aşiret lideri Kor Hüseyin Paşa'nın sürgün edilmesi, ardından öldürülmesi Patnos-Adilcevaz merkezli Heyderanlıları uzun yıllar toparlanamayacakları bir dağınıklığın girdabına düşürür. Her biri bir tarafa savrulur.

Bizimkilerin payına fazla uzakta olmayan Erciş'in bir köyüne yerleşmek düşer. Fazla uzak değil ama yine de xerîbsin işte.

Almanya'da, Fethiye'de, Konya'da duyduğunuz yabancı karşıtlığının hemen hemen tüm örneklerini yaşadık biz bu kısa mesafeli iç xerîblikte.

En sakin olduğumuz zamanlar yoksul olduğumuz zamanlardı. Ama biraz toparlanır, sürü sahibi olur, ev bark yenilediğimiz zamanlarda türlü bahanelerle mutlaka bir saldırıya maruz kalırdık.

En çok duyduğumuz söz "emê xerîban ji vir derxin" (yabancıları buradan çıkaracağız) idi. O yüzden hep tedirgindik.

Rahmetli dedem o zamanlar anlamadığım bir tavsiyede bulunurdu ailemize:

zehaba xwe, zehebê xwe û mezhebe xwe ji kesî re nebêjin

(gideceğiniz yolu, paranızı ve mezhebinizi -siz aşiretinizi, kavminizi anlayın- kimseye söylemeyin)


Zehabımızı, zehebimizi ve mezhebimizi gösterdiğimiz her seferinde mutlaka sataşmadan tutun, öldürme teşebbüsüne kadar birtakım tacizlere maruz kalırdık.

Gecenin bir vaktinde babamın "rabin, loda me dişewite!" ('Kalkın, otlarımız yanıyor' - Lod Kürtçe bir kelime olarak biçilmiş otların bir süre kuruduktan sonra kışın hayvanlara yedirilmek üzere bir yerde istif edilmiş haline denir), şarjör şarjör patlayan kurşunlar arasında uyku denizinde yorgun bir kulaç gibi çırpınan sesiyle uyandık.

Bütün köyü bir kıyamet uğultusu sarmıştı. Köyün kıble tarafından yükselen sarı bir alev katran karası geceyi yırtıp göğe doğru yükseliyordu.

Babamın ardı sıra alevlerin merkezine doğru yokuş aşağı yuvarlanırken buldum kendimi.

Kadınlı erkekli, çocuklu bütün köy oradaydı. Daha birkaç gün önce babamla birlikte tarlamızda biçip taşıdığımız otumuz cayır cayır yanıyordu.

Yakındaki dereden kovalarla su taşınıyordu. Toprak serpiliyordu. Her kafadan bir ses, her ağızdan bir küfür, her kelimeden bir lanet yağıyordu.

Kırk elli koyunun kışlık yemi kül oluyordu onca emekle birlikte.

Köylüler alevleri çaresizce söndürmeye çalışırken babamın elleri böğründe çömelmiş hali hala gözlerimin önündedir.

Koca adam nasıl da çaresizdi cehaletin, kıskançlığın, hainliğin, zulmün yüreğine attığı kıvılcım karşısında.

Belki de ağlıyordu, gecenin karanlığında seçememiştim. Kim bilir belki de dedemin "zehebinizi göstermeyin" tavsiyesini düşünüyordu. Lodumuz da pek görkemliydi.

Babam Erciş'ten özel bir yonca tohumu getirip ekmişti sulak tarlamıza. Hakikaten özel bir yoncaydı, o güne kadar kimse bu sıklıkta yeşeren, bu şekilde boy atan bir yonca görmemişti. Herkesin dilindeydi.

Biçme zamanı geldiğinde babam, bu yonca bu sene bizim hayvanlara yeter, demişti. O tırpanıyla biçiyor, ben de elimdeki dirgenle küçük yassı öbekler (xurûm) şeklinde topluyordum.

Bu halde bir hafta beklemesi gerekir otun. Ondan sonra bu öbeğin sağı solu içine bükülerek (texe) haline getirilip tekrar bir hafta kadar kurumaya bırakılırdı.

Sonra iki tane texe bir araya getirilerek uzun yumuşak otlardan yapılmış urganlarla (çaw) bağlanarak "gurz" haline getirilirdi.

Otuz gurz bir bölme (part) ederdi. O sene yoncamızdan on beş kadar part ot elde etmiştik. Bir rekordu. Hayvanlarımızın kışlık yemi çıkmıştı.

Şafak sökerken yavaş yavaş manzara da ortaya çıkıyordu. Hala tüten ıslak dumanlar arasında sağa sola savrulmuş "gurz"lerin arasında dolaşırken terimle ıslanmış emeğime bastığımı düşünecek yaşta değildim elbette.

Ama Xezal'i düşündüğümü hatırlıyorum. 

Xezal doğduğu günden beri kendime ayırdığım bir koyunumuzdu. Bembeyaz bir kuzu olarak dünyaya gelmişti.

Gözlerinin etrafı siyahtı. Bu yüzden babam ona "çav xezal" (ceylan gözlü) demişti. Böylece adı Xezal kaldı.

O benim kuzum, sonra koyunumdu. Adını biliyordu. Xezal diye seslenildiği zaman mutlaka başını kaldırır, kendince tepki verirdi.

Sıcak yaz günlerinde koyunların birbirlerine sokularak adeta bütünleşmiş bir öbek oluşturduklarını bilirsiniz. O sırada onları ayırıp başka bir yere sürmek o kadar zor ki anlatamam.

Fakat içlerinden biri başını kaldırıp hareket edince de diğerleri peşine verir. O yüzden benim işim kolaydı. Xezal diye seslendiğim zaman iki eli kanda olsa yanıma koşardı ve böylece kızgın güneşin altındaki öbek de dağılır harekete geçerdi.

Aramızda bir bağ oluşmuştu. Onu diğer bütün koyunlardan ayırır, gözüm gibi bakardım. Şimdi ne olacaktı ona.

Babam mutlaka satardı, diğer koyunlarla birlikte. Çünkü o kadar otu satın almak koyunların fiyatına yakındı neredeyse.

Evet, satardı. İçime alev gibi bu hüznü düşürenlerin evine şivan düşsündü. 

Bir gün köyün ileri gelenlerinden biri ile babam arasındaki konuşmaya şahit oldum.

Adam, koyunları komşular, akrabalar, yakındaki köylerden bazı aileler arasında birer ikişer dağıtmasını öneriyordu.

"Bir iki koyun kimseye yük olmaz. Sen de koyunları haraç mezat satmak veya astarı yüzünden pahalı ağır bir külfetin altına girip ot-saman satın almak zorunda kalmazsın" diyordu.

Karlar yağmaya başlarken insanlar gelip durumlarına göre bir veya iki koyunumuzu alıp götürüyorlardı.

Benim gözüm Xezal'daydı. Bir gün yakın köylerden birinden bir adam geldi ve Xezal'ı alıp götürdü.

Etrafı siyah haleli gözlerinden yaş mı geliyordu ne! Akşama kadar ağlamıştım ben. Xezal rızkını yakanlar yüzünden xerîb olmuştu.

O kış xerîb koyunlarımızla ilgili duyduğumuz yürek burkucu hikayelerle geçti.

Bizim koyunları ağılda tutup kendi koyunları yemlerini yedikten sonra arta kalan kırıntıları yemek üzere salanları mı dersin, ot yedirmeyip her gün sadece saman yedireni mi dersin, koyunlarını sıcak ağılda tutarken bizimkileri tavanı delik deşik soğuk yerlerde tutanları mı dersin…

Bu haberleri derin bir üzüntüyle dinleyen babam her seferinde "Keşke kimseyi dinlemeyip hepsini satsaydım" diyerek iç geçirirdi.

Bunlar bizim köydekilerdi. Ya Xezal gibi başka köylerde olanlar, kim bilir ne haldeydiler!..

O böyle değildir, diye düşünürdüm her seferinde. Bazı günler biri gelir, elinde birkaç kilo etle koyunumuzun aniden düştüğünü, kesmek zorunda kaldığını haber verirdi, bugüne kadar verdiği yemin bedelini tahsil edermiş gibi etin çoğunu kendine ayırmış olarak.

Başkale sınırında soğuktan donmuş bir mültecinin ölüm haberini alan ailesi gibi suratlar buz kesilirdi.

Bahar gelse de başta Xezal olmak üzere koyunlarıma kavuşsam ve onları güzel güzel doyursam diye dua ederdim her gece.

Bahar geldi. Etraf yeşerdi. Koyunlarımızı teslim almaya başladık. Kırk-elli koyundan otuz kadarı bahara yetişmişti.

Bir sabah evin avlusunda babamın biriyle konuştuğunu duydum. Yakın köylerden birinde oturan adam Xezal'ı getirmişti.

Bir deri bir kemik, hatta sadece kemik kalmıştı. Çünkü uzaktan sayabiliyordum kaburgalarını.

Karnı sırtına yapışmış, ayakta zor duruyordu. Adam çekip gittikten sonra Xezal'a yakından baktım. Kuyruk tarafından sırtına doğru bütün tüyleri dökülmüştü.

Çukurlaşmış siyah haleli gözleri karanlık bir kuyuyu andırıyordu. Babam bu haliyle yaşayamaz keselim dedi önce.

Sonra benim üzüldüğümü görünce belki de yaşar dedi ve götürüp merada diğer koyunlarla birlikte otlatmamı istedi.

Kesseydi ne olacaktı, gram et çıkmazdı hayvancağızdan.

Koyunlar öğlen sıcağında her zamanki gibi birbirlerine sokulup öbek oluşturmuşlardı. Bense bitap düşmüş hayvancağızların otlamalarını istiyordum.

Xezal diye seslendim. Duymuyor gibiydi. Zavallı adını unutmuş diye düşündüm, keşke adam götürürken adı Xezal'dır deseymişim belki unutmazdı, dedim.

Sonra öbeği yarmaya çalıştım. Koyunlar dağıldılar güç bela. 

Xezal orta yerde cansız uzanıvermişti. Çaldıran'ın Şêxsucuh köyünün İran'a sınır dağlarında donmuş bir yabancı cesedi kadar masum yatıyordu. 


Geçen yüzyılın yetmişli yıllarından itibaren bazı gençler inşaatlarda çalışmak için batı illerine gitmeye başladılar.

Döndüklerinde getirdikleri öteberinin yanında bir sözü dillerinden düşürmezlerdi:

Nav Tirkan kes têkilî hebûn û tunebûna kesî nabe

(Türkler arasında kimse kimsenin varlığına yokluğuna karışmıyor)


Birbirlerine gün yüzü göstermeyen Kürtlerin batıya göçü başlamıştı böylece. Zeheblerini (varlıklarını) özgürce sergileyebileceklerdi.

Yıllardır "Kürtler geldiler, sahillerde otel, villa sahibi oldular" türü sözleri duyunca içime bizim "lod"unkine benzer bir yangının endişesi düşüyordu hep.

İnsan her yerde insandır.    

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU