Boris Johnson seçimleri ve depremi

Son 9 yılda yaşananlar, hem sorumsuzluğa hem de zayıf hafızaya delalet eden bir değişimdi

Fotoğraf: Reuters

Bazı medya organları, İngiltere’de düzenlenen son seçimlerde Muhafazakar Parti’nin elde ettiği büyük zaferi tanımlamak için “deprem” sözcüğünü seçti.

İngiliz politikasını yaklaşık 41 yıldır sahadan takip eden birisi olarak, 40 yıl önce 1979 baharında düzenlenen seçim dışında etkileri açısından buna paralel başka bir seçim göremiyorum.

O tarihte, Margaret Thatcher İşçi Partisi’nin enkazı üzerinde iktidara gelmişti. İşçi Partisi, çağa uymayı ve gelişmeyi reddeden işçi sendikalarının baskısı altında bitkin düşmüş ve kendi içinde bölünmüştü.

Bu sendikalar, bir asırdan daha eski hayaller ve sloganları yayma gerekçesi ile savaş sonrası kazanımlarına sonuna kadar bağlı kalmaya çalışıyorlardı.

Thatcher ve sağcı “devrimini” destekleyenler zaferlerinde, bugün Johnson ve onu destekleyenler gibi iki faktörden yararlanmıştı:

Birincisi; teknolojik ve ekonomiktir. İş gücü ve özellikle de vasıfsız iş gücü ile açık bir savaşa girişen hızlı teknolojik gelişimdir.

İkincisi; uluslararası politik iklimle temsil edilen bir politikacıdır.

Soğuk Savaş’ın son yıllarının yaşandığı, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın yıkılışı için geri sayımın başladığı, İngiliz Milletler Topluluğu içerisinde İngiltere’nin etkisinin azaldığı, ABD’de Reagancılığın yükseldiği bir dönemde küresel politika haritasında İngiltere’nin rolünü tanımlamaktır.


Dün, solun eski, kemikleşmiş ve geleneksel oy kitlesinin bulunduğu İngiltere’nin kuzeyinde ve merkezindeki endüstri bölgelerinde, Galler’deki maden vadilerinde sol bloğunun yıkılışı tamamlandı.

İngiltere’ye Ramsay MacDonald, İşçi Partisi’nin kurucularından ve tarihi solcu liderlerden Keir Hardie gibi ilk uluslararası başbakanları veren, solcuların kalelerinden sayılan İskoçya’da ise, İşçi Partisi’nin oy oranının azalmasının nedenlerinden biri de Ulusal İskoç Partisi’nin yükselişiydi.

40 yıl önce olduğu gibi teknolojik gelişimin taşıdığı ekonomik değişim, seçim sonuçlarında önemli bir rol oynadı. Ancak o dönemde Thatcher’ın başarısı, ulaşım, maden ve kamu memurları sendikalarına karşı mühendislik ve elektrik endüstrileri sendikalarını destekleyerek işçi sendikalarını bölmesine dayanıyordu.

Bugün ise, bilgisayarların ve internetin ilgili bütün yeniliklerle iş dünyasını istila etmesinden ve robotların üretim sürecine dahil olmasından sonra sıradan bir işçi kendisini çıkmaz bir sokakta buldu. Vasıfsız işçilik artık ölüm döşeğinde.

Buna bir de küreselleşmeyi de ekleyebiliriz. İngiltere’de, küreselleşmeyi temsil eden en önemli iki göstergenin birincisi; AB üyeleri arasında sınır ve engellerin kalkması ile Doğu Avrupa ülkelerinden ülkeye akın eden ucuz iş gücü.

İkincisi; büyük şirketlerin çoğunun üretimlerini Afrika ve Asya’da işgücünün daha ucuz olduğu başka ülkelere kaydırması.

Burada ironik bir paradoks var. Ronald Reagan’ın liderliğinde ve Margaret Thatcher’ın desteği ile Anglo-Amerikan “sağcı ittifakının” Sovyetler Birliği’ne karşı elde ettiği tarihi zafer, Sovyet Bloğu’nun çökmesine neden olmuştu.

Aynı zamanda Reagan ve Thatcher’ın, herhangi bir birleşik Avrupa oluşumu içinde Alman ve Fransız etkisini azaltmaya önem vermeleri, İngiltere’yi Doğu Avrupa ülkelerinin (Moskova’dan uzaklaşan) Avrupa Birliği’ne katılması sürecini hızlandırmaya itti.

Bilindiği gibi Thatcher temelde Avrupa ile yakınlaşmaya karşıydı. Kurucu devletler Almanya ve Fransa, Benelüks ülkeleri (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) ve İtalya’nın önderlik ettiği bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin kurulmasına ön ayak olabilecek Avrupayı birleştirme çabalarına karşı olduğunu yeri geldikçe tekrarlardı.

Thatcher’in planı gerçekten de başarılı oldu ve Avrupa Birliği adıyla bilinen aile, kurucu devletlerin gücünü sınırlayacak şekilde genişledi.

Öte yandan Thatcher, Avrupa Birliği’nin ortak para birimi “Euro” ve üye ülkeler arasında seyahate izin veren Schengen Antlaşmasını veto edip, İngiltere’yi bu ikisinin dışında tutarak de bu zaferini taçlandırdı.

İngiltere’de son seçim depremine, neyin yol açtığını tartışmak için bu arka planı hatırlatmamız gerekiyordu.

Buna ilaveten, demokratik ülkelerde iktidar değişiminin ve taleplerin önceliklere göre değişmesinin politik uygulamaların gerekliliklerinden olduğunu da hatırlatmalıyız.

ABD’de Reagancılık yükselip, geliştikten sonra yavaş yavaş pırıltısını kaybetti. Hatta popülist, aşırılık yanlısı sağcılık, Donald Trump aracılığıyla Beyaz Saray’a geri dönene kadar, her biri iki dönem başkanlık yapan Bill Clinton ve Barack Obama gibi iki liberal demokrat başkan işbaşına gelebildi.

Buna benzer bir deneyimi İngiltere de yaşadı.İngiltere’de, yıllar içinde Thatchercı radikal sağcılık pırıltısını kaybetti. Hatta Muhafazakar Parti, dogmatik uygulamalarından bıkan sokağın öfkesini dindirmek için bizzat kendisi Thatcher’ı devirmek zorunda kaldı.

Radikal rakiplerinin yenilgilerinden ders çıkaran pragmatik liderlerin İşçi Partisi’nin başına geçmesiyle de çok geçmeden sağcılar iktidarı kaybettiler. Bu liderler, partiyi aşamalı olarak yeniden merkez- sağı temsil eden gerçekçi bir alternatif haline getirmişlerdi.

Fakat, son 9 yılda yaşananlar, hem sorumsuzluğa hem de zayıf hafızaya delalet eden bir değişimdi.

Ilımlı muhafazakarlar (John Major, sonrasında David Cameron ve Theresa May liderliğinde) ile ılımlı İşçi partililer (Tony Blair ve Gordon Brown liderliğinde) merkez arenasında yaşanan çekişmeden, Muhafazakarlar ile Liberal Demokratlar arasındaki koalisyon hükümetinden sonra İngiliz siyasi hayatı, AB’den ayrılmayı talep eden popülist bir kampanya ile sarsıldı.

Avrupa’yı hedef alan göç dalgası bu kampanyanın büyümesine ve güçlenmesine yol açtı.

Popülist hatta ırkçı güçlerin bu yöndeki taleplerinin artması Muhafazakarları endişelendirdi. Muhafazakar Başbakan David Cameron, bunu yapmak zorunda olmasa da bu konuda bir referandum düzenleme sözü verdi.

Sonuç olarak, İngilizler büyük bir farkla AB’den ayrılma lehine oy verdiler. İşçi Partisi’nin geleneksel kaleleri de ayrılık yanlısıydı.

Bu sırada, İşçi Partisi’nin meclis içindeki bloğu, ihmalkarlığı nedeniyle partinin liderini belirleyecek seçimlerde dizginleri elinden kaçırdı. Sendikalar ve radikal unsurların, radikal solcu Jeremy Corbyn’ı lider olarak seçmelerine olanak tanıdı.

İngiltere’de bir yanda dışlama ve yabancı nefreti baskın hale gelirken iken diğer yanda İskoçya, Kuzey İrlanda’nın yanısıra başkent Londra’da çoğunluk AB’de kalmayı desteklerken, refarandumdan AB’den ayrılma sonucunun çıkmasının keskin bir kutuplaşma doğurması doğaldı.

Muhafazakar kanatta tehlikeli popülist eğilimlere ve bölünmelere, İşçi Partisi’nde şaşkınlık ve akılsızca bir kibirlenmenin geri dönmesine yol açması şaşırtıcı değildi.

İşte seçimler bu atmosferde düzenlendi. Muhafazakarlar -bir önceki seçimlerde elde ettikleri oy oranını çok yükseltmemiş olsalar da- hayal edemeyecekleri bir zafer elde ettiler.

İşçi Partisi ise tarihindeki en kötü hezimeti aldı. İskoçya Ulusal Partisi de İskoçya’ya ayrılan 59 sandalyeden 48’ini kazandı.

Buna dayanarak hemen, İngiltere’den bağımsız olma hedeflerini gerçekleştireceğini umdukları ikinci bir bağımsızlık referandum düzenleme konusunda kararlı olduklarını açıkladı.

Boris Johnson, önümüzdeki beş yıl ülkeyi nasıl yönetecek?

Popülizmin ortaya çıkardığı kargaşa nasıl sona erecek?

Birleşik Krallık, birliğini koruyacak mı yoksa depremi daha yıkıcı ve korkunç bir tsunami mi takip edecek?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU