Güçler savaşı

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Devrimler, toplumların ezici şartlarda madunlaştırılma haline bir tepki olduğu kadar bir yenilenme ve özgürleşme çabasıdır.

Bu çaba, oldukça farklı kesimleri etrafında toparlar: Aydınlar, ezilenler, özgürlüğü ve eşitliği arayanlar, hakkaniyet ve adalet yanlıları, mevcut durumdan kurtulmak isteyenler vd. Fransız Devrimi kadar Rus Devrimi içerisinde de hâkim eğilim yanında ayrıksı damarlar (François Babeuf, Mir Sultangaliyev) da bulunmaktaydı. Ama bu damarlar ana-akım olan burjuvazi ve proletaryanın "temsilcileri/sözcüleri" yani iktidar(ın bakışı) tarafından süreç içerisinde tasfiye edilecektir; İran Devrimine iştirak eden ayrıksıların akıbeti de farklı olmayacaktır.

Gerçi bu anlamda hiçbir devrimci mücadele de tam olarak kemâle ulaşa(a)maz.

Ütopik arzu hep askıda kalır ve olgunun gerçekliği hayallerin düşselliğini bastırır.

Zira kuram hayata geçirilirken kimi yönleri ve ittifakları uygulamaya katıl(a)maz ya da uygulama dışı bırakılır.

Gerçekleşebilen, Hegel'in aklı gibi, olması gerekendir belki de. Dahası ise ittifakın çoğulculuğu yerini iktidarın tekilliğine bırakacaktır.

Lenin'in Sultangaliyev (Müslüman müttefikleri)'i ve anarşistleri, İran İslam Devrimi'nin Ali Şeriati, Talegani ve hatta Halkın Mücahitleri gibi devrimin görece sol (eşitlik, özgürlük, çoğulculuk) damarlarını devrimin dışında tutması gibi.

Hatta bu illa bir olumsuzluk gibi de işlemeyebilir. Çünkü kurama sızmış olan ütopya, çoğu kez imkânsızı talep olarak gerçekliği zorlar ve belki de devrimin toplumun (toplumsal gerçekliğin) tepkisiyle karşılanmasına ve dolayısıyla da teröre de yol açabilir. Bu ise devrimi olgusal gerçekliğe doğru çeker ve daraltır.

İslam'ın devrimci çıkışı da zamanın Sasaniler ve Bizans gibi arkaik imparatorluklarını tasfiye ederken, Avrupa "doğal" sınırlarına çekilecek ve Hıristiyanlığı kendi koşullarına uyarlayan Avrupa'yı da biçimlendirecektir.

Bu ise görece daha "ara"da olan Ortodoksluğu da dışlayan bir mantığa yol açar. Askerî güç yoluyla alt edilemeyen İslam dünyasına karşı bu kez Avrupa'da farklı bir güç temerküzü belirginleşir.

Güney Avrupa'dan alınan ticarî mantık, Kuzey'de, Protestanlıkla, Weber'in deyişiyle "dünya içi çilecilik" yoluyla kapitalizme dönüştürülür.

Öyle ki mevcut pazarlar kadar bilim ve şehirler de bu "yeni akıl"ın (Aydınlanma aklının) hizmetine sokulur. Kapitalizm, kendi öncesindeki sosyal yapılar kadar, dinsel anlayışı da kendi mantığına göre yeniden biçimlendirir.

Marx'ın anlatımıyla: "Bütün sabit, donuk ilişkiler, eski ve saygıdeğer önyargılar ve düşünceler zinciriyle birlikte yok olur; yeni oluşanların tamamı ise daha yerleşmeden eskirler. Katı olan her şey buharlaşır, kutsal olan her şey lekelenir ve insan en sonunda ciddi duyularla, gerçek yaşam koşullarıyla ve kendi türüyle olan ilişkileriyle yüz yüze gelmeye zorlanır."[1] 

 

IsciSinifi.jpg
İşçi sınıfını temsil eden karikatür / 



Böylece Marx, kendi kişisel serüveniyle de uyarlı olarak, ikili bir söylemin, ezilenlerin (proletarya) ve ezenlerin (kapitalizm) paradoksallığını ortak bir anlatımda Hegelist mantığın diline döker. Vaat edilen ütopya ise cari çilecilik (Protestanlık) gibi, dünya içi bir kurtuluştur.

Marx, Hegel'in anlattığı hikâyeyi, temel (diyalektik) mantığını koruyarak yeni koşullara uyarlar.

Bu kez köle ve efendi rollerinde serf ve senyör değil, proletarya ve kapitalist bulunmaktadır.

Öykü artık Hegel'ce anlatıldığı halindeki dinsel etkilerden de arındırılarak, doğrudan Avrupa içi (seküler) bir maduniyetten kurtuluş hikâyesine çevrilmiştir.

Kapitalizmin madunlaştırdığı ve mülkiyetten yoksunlaştırdığı proletarya, üretim araçlarını ele geçirerek, "mülksüzleştirenleri mülksüzleştirecek" ve "yeni insan"ın tarihini başlatacaktır.

Bu, sınıfsız olduğu kadar devletsiz bir toplumu da amaçlayan devrimci bir dönüşümdür. Ama bu devrim, tarihin "bilimsel" yasaları uyarınca gerçekleşecek olan adeta kadersel (determinist) bir kaçınılmaz dönüşümdür.

Ne var ki Marx'ın "ütopya"sı farklı bir biçimde tecelli edecek, olgusal gerçekleşim ("rüya"nın tevili), başka bir maduniyet mücadelesinin ideolojisini oluşturacaktır.

Ruslarla (Ortodokslar) Avrupalılar (Katolikler ve giderek Protestanlar) arasındaki egemenlik çatışması, bu kez kendisine ideolojik bir dayanak da bularak, kapitalizm-sosyalizm ve giderek emperyalizm-sosyalizm çatışmasına dönüşecektir.

Dolayısıyla sosyalist devrim hiçbir yerde Marxizm'in bir yorumuna göre "kendiliğinden" belirmeyecek; başka bir yorumuna göre ise de hiçbir yerde doğrudan ezilenlerin savaşımının bir sonucu olarak gerçekleşmeyecektir.

Gerçekleştiği yerlerde ise farklı müttefiklerle birlikte verilen bir mücadeleye dayanacaktır, doğrudan proletaryanın mücadelesine değil.

Bu da bir anlamda Nietzsche'nin ezilenlerin mücadelesinin retlere, tepkilere, hınca dayandığı ve dolayısıyla doğrudan olumlu değerlere dayanmadığına dair o tezi hatırlatır.

Elbette ki maduniyetin dönüşümü çabasında ezilenler gerekli bir bileşendir. Ama yeterli bir bileşen değil. Buna katkıda bulunan "artı" bileşen(ler) ise mücadelenin tarihsel ve toplumsal durumuna göre toplumun farklı katmanlarından gelen desteklerdir.

Ya da bu katmanlarca ortaya konulan mücadeleler ezilenlerin de iştirakiyle desteklenerek bir ivme kazanabilir. O da ezilenlerin bütünü tarafından değil, bir bölüğü tarafından.

Musa'nın mücadelesinde de anlatıldığı üzere ezilenler çoğu kere ezen güçlere kölece bağlılıklarını, fizyolojik kopmalarına rağmen sürdürürler; dolayısıyla özgürlüklerini de çoğu kez hazmedemezler, sorumluluklarını üstlenemezler.

Çünkü verili koşullar tarafından büsbütün bağımlı ve kötürüm bir hale ge(tiri)lmişlerdir. Hatta birçok yerde ezenleri daha fazla savunurlar (kraldan fazla kralcı olmak gibi). Nitekim Rusların sosyalizm mücadelesi de karşısında eski rejimin savunucuları yanında, köylüleri de bulur.

 

931AB3BA-42A2-4AEC-854E-1400C2FA2334.jpeg
İdeolojiler beraberinde bazı simgeler ve sloganlar oluşturdu / Fotoğraf: Komite dergisi



Sosyalistlerin saflarında ise Müslümanlar kadar anarşistler de vardır.

Gerek sosyalist hareketin Rusya'da bir devlet partisi halini alması gerekse Avrupa sosyalizminin başarısızlıkları (dolayısıyla da kapitalizmin başarısı), bir yandan totalitarizm eleştirilerine öte yandan ise özgürlükçü, demokratik ve daha geniş bileşenleri olan bir sosyalist mücadele çağrılarına yol açacaktır.

Gramsci'nin "tarihsel blok" olarak kavramsallaştırdığı bu geniş bileşenli cephe, devrimci (stratejik) cephe savaşları kadar evrimci (taktik) manevra savaşlarını da dikkate alan uzun soluklu ve geniş katılımlı bir mücadeleyi tanımlar ve savunur.

Benzeri bir kavramlaştırma, daha sonra Althusser tarafından gelişmeyi tetikleyen ve belirleyen bir "üst", yani "aşırı belirleme" olarak kuramsallaştırılacaktır.

Böylece doğrudan sınıfsal mücadelenin bir parçası olsa ya da olmasa da, farklı etkenlerin sürece dahli, artı bir işlev görerek sonucu belirleyen bir etken haline gelebilecektir.

Bu anlamda üst yapının bileşenleri göreli bir özerkliğe sahiptir ve hatta alt yapısal bir işlev bile görebilir.

Dolayısıyla da birçok toplumsal ve ideolojik etken bir araya gelerek tarihsel bir "kopuş" (paradigmatik kopma) yaratan karmaşık bir ittifak oluşturabilecektir.

Büyük ölçüde Machiavelli ve Vico gibi İtalyan düşünürlerden etkilenen Gramsci, iktidar savaşının temelde bir hegemonya savaşı olduğunu, bunun için de sınıfsal savaşımın yanında entelektüel, ahlaki, kültürel ve siyasal bir savaşın verilmesi ve bu konularda farklı bileşenlerle işbirliğine gidilmesi gerektiğini savunur.

Tabi ki bu, özünde toplumsal bir değişim olan devrimci sürecin, giderek bir iktidar mücadelesine dönüşümüyle, başka bir mecra kazanması anlamına gelmektedir.

Toplumsal güçler güncel şartlarda parçalanarak karmaşık bir biçimde dağıldıklarından, giderek siyasal bir mücadeleye, bu da toplumsal ittifakların bileşenlerinin geçici ve hatta rastlantısal bir biçimde oluşturduğu bir iktidar savaşına dönüşecektir.

Bir başka maduniyet karmaşası da Nazizm tarafından ortaya konulur.

Bir yandan kapitalizme ve modernizme karşı otantikliğe dönüşü öte yandan kan ve toprağa bağlı ırkçı değerleri savunan Nazizm, bütün bu stratejilerin eksikliğini, simgeselleştirilmiş bir Yahudi imgesiyle tamamlayarak, Yahudilere karşı soykırımcı bir toplumsal seferberliğe girişecektir.

Bu, egemenleşme arzusunu makulleştiren yapıntı bir "öteki" inşası, işin kurmaca ve sosyalizmi taklide dayanan ideolojisidir elbette. Bu ideolojiyi toplumla bütünleştiren irrasyonel imge, moderniteyi Ortaçağ ruhuyla birleştiren Yahudi figürüdür. Asıl çıktı ise toplumu üretkenleştiren Protestan bir seferberliktir.

Heidegger'i Nazizm'e yakınlaştıran o sahte otantizm söylemi kadar, yine o sahte modernlik ve kapitalizm karşıtlığı ise kendisini, Alman romantizmine ait o "sahici" kan ve toprak duygudaşlığına dayandırır.

 

file.png
Nazizim ve komünizmi simgeleyen görseller



Heidegger'in de sahte otantikliğinden etkilenerek bir süre yakınlık duyduğu bu hareket, kapitalizm (ABD) ve sosyalizm (Rusya) karşısında verdiği geniş cepheli bir savaşımda yenilgiye uğratılır.

Bir başka açıdan ise Nazizm, liberalizmin o mütereddit, ikircimli ve karar vermekte zorlanan demokrasi tutkusuna karşı Carl Schmitt tarafından kuramsallaştırılan "kararcılığın" siyasal bir felsefeye dönüştürülmesidir.

Oswald Spengler gibi karamsar bir "Batı'nın Çöküşü" fikrinin takipçileri olan benzeri düşünürler, Georg Lukacs gibi Marxist düşünürlerle de ortaklaştıkları şeyleşmiş ve yabancılaşmış bir toplumun gidişatından kurtulmak için umutsuzca sığındıkları Nazizm'den kısa sürede soğusalar da belli bir tepki de geliştirmezler.

Bu maceranın sonunda karşılaşılan yıkımdan sonra ise Heidegger, Hölderlin'in şiirleri ve Nietzsche'nin diliyle yoğrulan bir düşünsel yorumsalcılıkla, felsefi güzergâhı üzerinde gizemli yorumlar üreterek, kaçınılmaz o ölümü bekler.

Ona göre, "Rusya ve Amerika aynıdır; aynı kuru teknoloji çılgınlığı, ortalama insanın aynı kısıtlanmamış örgütlenişi. ‘Dünyanın karanlıklaşması, tanrıların kaçışı, yerkürenin tahrip edilişi, insanların kitle haline dönüşmesi, özgür ve yaratıcı olan her şeyin nefreti ve kuşkusu' ile karşılaşınca, Nazizm'de, Luc Ferry ve Alain Renault'nun da belirttiği gibi ‘küresel teknoloji'de ‘tehlikelerini göstererek ona etkili bir biçimde karşılık verme kapasitesi'ne sahip olan istencin kahramanca ifadesi umudunu görür."[2]

Oysa Horkheimer ve Adorno'ya göre "faşizm, bastırılmış doğanın egemenliğe karşı isyanını egemenliğe doğrudan yararlı hale getirmeye çalıştığı için de totaliter"[3] ve madunlaştırıcıdır.

Ve hatta sosyalizm de dünyayı dev bir işliğe (atölyeye) dönüştürmeye çalışır ve tıpkı kapitalizm tarafından üretilen "ezilmiş sınıf" olan proletarya gibi, devlet tarafından örgütlenmiş emeğin ürünü olan benzeri bir sınıfın ("yeni sınıf," Milovan Djilas) üretiminin yapaylığıyla sonuçlanır.

Bunlar ise temelde Aydınlanmanın o ütopik, giderek endüstriyalizme koşulan araçsal akılcılığından neşet etmektedir. Bu karmaşa içerisinde karşılaşılan koşullar ise temeldeki seçimin de yarattığı ivme ile, Hegel'in tipik bir efendilik-kölelik öyküsünde dillendirdiği Avrupa kimliğinin adım adım inşa edilmesidir.

Heidegger önceleri Nazizm'in, Nietzsche'nin Sokrates sonrası felsefesi olarak telakki ettiği "metafiziği yenecek ve dolayısıyla Avrupa'nın krizini çözecek kaynaklar sunduğunu düşünür gibidir. Ama daha sonra Nietzsche'nin de çözümün değil, sorunun bir parçası olduğunu fark eder.

Nietzsche 'nihilizmin' Batı tarihinin gizli, içsel temel yasası olduğunu düşünür. Ama nihilizmi yenmeye çalışırken gerçekte 'güç istenci metafiziği' geliştirir. Bu metafizik, en başta Descartes'tan beri Batı felsefesinin, öznelliği bilginin temeli yapma çabasında örtük olanı ortaya çıkarır.

Modern düşünce yavaş yavaş özneyi mutlaklaştırır ve onun dışındaki her şeyi -insanlar da dahil- onun ham maddesi haline getirir."[4] 

Yani Nietzsche'nin felsefesi de, eleştirel yönüne karşı, bir açıdan da benzeri bir anlayışı, güç tutkusunu sürdürmektedir.

Bu ise "Varlığın" kendi kendisini gizleyen hakikatinin Descartesçı bir öznelliğe dayanan el konulma ve kullanışlı kılınma çabasıdır.

Heidegger, son dönemlerinde Descartesçı öznellik kadar, Nietzsche'nin üstün-insan telakkisine de karşı çıkar.

Yeniden Hıristiyanlığın "Doğulu" kökenine yöneldiği "pastoral" bir okumaya göre "insan, varlıkların efendisi değil, Varlığın çobanıdır."[5] Heidegger'in eleştirdiği ama bir açıdan kendisinin de bir parçası olduğu modernliğin özü, Batı metafiziğinin de tamamlandığı nihilizmle sonuçlanır.

Postmodernlik ise, nihilist bir karşı duruş ve kemirgen bir eleştirellikle yıkıma uğratılan "büyük anlatılar" ile birlikte, sahici ve kurtarıcı bir umudun da silinişidir. Geriye kalan ise çıplak ve insafsız bir güçler savaşıdır.

 

[1] Alex Callinicos, Toplum Kuramı, Tarihsel Bir Bakış, İletişim Y, s. 146.

[2] Age. s. 336.

[3] Age. s. 380.

[4] Age. s. 338.

[5] Age. s. 339.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU