Dosya/Soruşturma: İslam'da şiir tartışması (4)

Naman Bakaç, dosya/soruşturmanın dördüncü bölümünde Ali Karadeniz, Müştehir Karakaya, Ali Necip Erdoğan ve Sibel Eraslan ile konuştu

Görsel: Twitter

Edebiyatın en köklü ve en yaygın türlerinden biri olan şiire karşı, İslam'ın birbirinden farklı görüşleri barındıran yaklaşımları söz konusudur.

Bu yaklaşımlar kabaca olumlu ve olumsuz olmak üzere iki ana eğilimi içerir. İslam'ın şiire karşı olumsuz bir tavra sahip olduğunu dillendirenler, bunu kimi ayet ve hadislere dayandırmakla beraber, şiire karşı olumlu bir tavra sahip olduğunu dillendirenler de benzer bir yolu izlemektedirler.

Hz. Muhammed'in "Şiirde hikmet vardır" sözünün yanı sıra, ünlü Arap şair Kab b. Malik'in "Ey Allah'ın Rasulü şiir hakkında ne düşünüyorsun?" sorusuna; "Mümin kılıcıyla olduğu kadar diliyle de mücadele eder" diye cevap vermekle kalmaz, Mekkeli şair Abdullah b. Revaha için söylediği "Onun şiirleri oktan daha çabuk tesir eder" gibi sözlerinin varlığı kadar şiiri olumsuzladığını belirten tartışmalı da olsa kimi sözlerinin tarih boyunca dillendirildiği de vakidir.

Şiire karşı hem olumlu hem de olumsuz bir tutum takınan kimi edebi ve dini akım ile aktörler Kur'an'daki Şuara suresinde yer alan şu cümleleri dayanak gösterdikleri de malumun ilamıdır:

Şairlere gelince, onlara da yoldan sapanlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, Allah'ı çokça düşünenler ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, yakında nasıl devrileceklerini (başlarına nelerin geleceğini) göreceklerdir.


Suriyeli şair Adonis'in "Arap Poetikası" isimli ünlü eserinde dile getirdiği "Cahiliye Şiiri" ile "İslam Dönemi Şiiri" arasındaki karşılaştırması dikkat çekicidir.

Adonis, büyük oranda Cahiliye Şiiri'nden yana bir duruşa sahip olan biri olarak, bu şiirin güçlü ve varoluşsal damarına dikkat çekmekle beraber, İslam'ın gelişiyle birlikte Kur'an'ın şiirde epistemolojik kırılmayı getirdiğini; ancak form ve üslup olarak cahiliye şiirindeki güçlü damarın devam ettiğini ileri sürer.

Benzer bir görüşü Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Mehmet Yalar'ın "Cahiliye Şiirinin Tarihsel Gerçekliği Problemi" isimli makalesinde de görmek mümkün. Şair ve eğitimci Mahmut Yavuz "Kur'an ve Şiir" isimli kitabında benzer argümanları dillendirmekte.

Yavuz, İslami dönemdeki şiirin, Kur'an'ın dili olan vezinli, seci'li, belagatlı ve kafiyeli nesir gibi özellikler barındıran dilinden beslenerek yazılan şiirlerine, Kur'an'a aykırılık teşkil etmeyen kimi Arapların değerleri ile Cahiliye Şiiri'nin biçimsel öğelerini de içine katarak kendini inşa ettiğini bilimsel olduğu kadar verdiği kimi şiir örnekleriyle de eserinde bunu açık seçik bir şekilde ortaya koyar.

Kur'an'ın şiire karşı olmaktan çok şair(ler)in olumsuz karakterine ve bundan neşet eden şiirine karşı olduğunu bu kitabında güçlü bir şekilde işler.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Buna ilişkin kimi kaynak, makale, hadis gibi dayanaklara rağmen İslam'ın şiire karşı olumsuz bir tavır takındığına dair yaygın bir kanaatin de olduğunu söylemek pekâlâ mümkün. 

Buradan yola çıkarak "İslam'da şiir tartışması" başlıklı dosya/soruşturmamızı kimi şair, edebiyatçı ve ilahiyatçı isimlerle görüşerek meselenin farklı disiplinlerden nasıl görüldüğünü ortaya çıkarmak istedik.

Dosya/soruşturmamızın dördüncü bölümüne; Feqiyê Teyran'ın "Dîwan" isimli eseri Türkçe çevirisi ve Kürtçe aslı ile yayınlayan, Arapça-Farsça ve İngilizceden Kürtçeye şiir ve hikâyeler çevirmiş Yazar, Çevirmen ve TV Programcısı Ali Karadeniz, ondan fazla şiir kitabı bulunan, öykü, roman ve çocuk hikâyeleri yazan, şair Müştehir Karakaya, Hece dergisi yazarlarından ve "Diğer Şeyler" isimli öykü kitabı yayımlamış olan Öykücü Ali Necip Erdoğan ve Hece, Mostar ile Dergah edebiyat dergilerinde edebiyat temalı yazılar yazan, Star gazetesi yazarı, öykücü ve romancı, avukat Sibel Eraslan katkıda bulundular

Dosya/soruşturmamız şu iki sorudan müteşekkildir:

Soru 1: Yukarıda değinilen bilgiler ışığında epistemolojik olarak olumsuzlanan, üslup ve form olarak güçlü görülen "Cahiliye Şiiri"nden tutun, İslam dönemindeki şiire, oradan da Osmanlılar ve günümüze kadar uzanan tarihsel süreçte Yunus Emreler, Şeyh Galipler, Yahya Kemaller, Nazım Hikmetler, Necip Fazıllar vs. ortaya çıkarmış Doğu ve İslam toplumlarındaki güçlü şiir damarına karşın şiir geleneksel olarak neden hala olumsuz görülmektedir?

Yukarıda yer verdiğimiz Şuara Suresi'nde geçen olumsuz şair algısının bunda etkisi var mıdır? Sizin bu suredeki şair ve şiirden anladığınız nedir acaba? Buradan Kur'an'ın şiire karşı olduğu yargısı çıkarılabilir mi?


Soru 2: Şuara Suresi'nin 227. ayetinde geçen olumlu şair profili Arap ve İslam toplumlarında sizce karşılığını bulmuş mudur? Eğer bulmuşsa bu şiir damarı hangi biçim ve içeriğiyle kendini tebarüz ettirmiştir? Varsa bunun öncülleri kimlerdir?

Bunlar bir poetika veya ekol oluşturmuşsa şayet bize bu poetika ve ekollerin içeriği hakkında neler söyleyebilirsiniz?


Ali Karadeniz: İslâm'ın şiiri, kerih ve merdut saydığı söylenemez
 

ali karadeniz.jpg
Ali Karadeniz

 

Cevap 1:  Yazılı metinler ve tarihi kaynaklar sözün ahenkli, ritimli ve ölçülü bir ifade biçimi olan şiirin, yazının icadından önce de sonra da var olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim bilinen ilk metinlerden olan Gılgamış Destanı şiirsel bir metindir.

Şiirin formunu içeriğinden bağımsız olarak değerlendirmek lazım. İçerikler kültürlere, inançlara ve dillere göre farklılık gösterir ama form ve biçim aynı kalır. Dinî düşüncenin etkisinden yazılan ya da doğrudan dinî bir konunun işlendiği şiir ile dine aykırı bir düşünceyi savunan şiir arasında biçim farkı yok. Şiir sanatını oluşturan usul, araç ve malzemeler değişmez ama bunlarla inşa edilen düşünce farklılık gösterir.

İslam'ın gelişinden sonra Müslümanlar arasında şiir rağbet edilen bir sanat olmaya devam etmiştir. Etkileme ve ikna gücünün yüksek bir sanat olması, bir düşünceye ait duygunun aktarılmasında, verilmek istenen mesajın zihinde kolayca yer edip gönülde pekiştirilmesinde etkin olması nedeniyle şiir özel bir yere sahip olmuştur.

Şairler şiirin mucizevî diline aşina kimseler olarak görülmüşler, inşa ettikleri sanatsal sözlerle insanları aciz bıraktıklarına inanılmıştır. Vahyi tebliğ eden Peygamber aleyhisselamın şair olduğunu ve Kur'an'ın şiir olduğunu iddia eden müşrikler, şiirin ve şairlerin toplumu etkilemedeki gücünden hareketle bunu öne sürmüşlerdi. Ancak Kur'an-ı Kerim Peygambere isnat edilen şairlik yakıştırmasını kesin bir dille ret eder, şairliğin ona yakıştırılamayacağını ve onun tebliğ ettiği sözlerin şiir değil vahiy olduğunu açıkça belirtir.

Ayette geçen şair tipinin İslam'ı ve İslam Peygamberini hedef alan yalan, iftiralarıyla kara çalmak için uğraşan niyeti kötü kimseler olduğu anlaşılıyor. Yersiz ve yakışıksız bulunan ne şiir ne şairliktir, aksine şiirin ve şairlerin insanları etkilemede yüksek hüner sahibi olduğu kabulü vardır. Ancak bazı şairlerin var olmayanı veya kendilerinin yapmadığı şeyleri söylemekten geri kalmadıklarına işaret eder ve bu tavırda olanları reddeder.

Bu bağlam içerisinde şairlerin muteber kimseler olarak görülemeyeceğini belirtir. Kur'an'da vurgulanan bu hususun şiir ve şairlere bakışın değişmesinde etkili olduğu söylenebilir. Şiire bakışın değişmesine yol açan diğer bir nokta ise şiirin varlık ve düşünceye dair meseleleri nesir yazıları kadar komplike ele alma imkânından yoksun olması, nesrin muhakeme ve analitik düşüncenin gelişmesinde şiirden daha elverişli olmasıdır.

Şiir sanatı, keskin bir zekâ ürünü olmakla birlikte, yapısı itibarıyla bir düşünceyi oluşturmak, onu etraflıca tartışmak için elverişli bir form değil. Şiir ağırlıklı olarak dili öğrenme, güçlü ifade etme melekesi kazandırma heyecan aşılama ve duyguları diri tutma aracı olmakla sınırlı kalmıştır.


Cevap 2:  Şairler hakkında Kur'an-ı Kerim'de geçen ifadeyi şiire ilişkin olumsuz bir tanımlama olarak düşünmek yanlış olduğu gibi aynı zamanda bütün şairleri kapsayan bir yargı şeklinde görmek de doğru değil.

İmam Şafii gibi mezhep sahibi bir âlim ve İbn-i Arabi, Hafız, Celaleddin-i Rûmî, Molla Cami, Melayê Cizîrî, Muhammed İkbal gibi tasavvuf ve felsefe ehlinin, şiir yazdıkları göz önünde bulundurulursa İslam'ın şiiri kerih ve merdut saydığı söylenemez. Aksine şiir sanatı Müslüman toplumda her zaman çok güçlü bir akım olarak var olmuştur.  

Şairler seçtikleri tarza, benimsedikleri dünya görüşüne veya yaşadıkları dönemin beğenisine göre şiir yazmışlar. Kimisi yüksek sanat endişesiyle yoğurulmuş şiirler yazarken, kimisi olabildiğince sade, manzum denilen tarzı benimsemişlerdir.

Şiir özünde yoğun, derin ve kuşatıcı sanat ifadelerle donanmış anlamları içeren bir söyleyiş tarzı gerektirmesine rağmen kimi şairler bunun aksini tercih etmişlerdir. Bu iki tercih arasında şairlerin göreceli ustalık seviyesi etkili olduğu gibi, şiirden beklentinin veya şiire bakışın ne olduğu da belirleyici olmuştur.


Müştehir Karakaya: Şair; bilgisinden, ferasetinden, ilhamından ve tözünden gayrı değildir
 

müştehir karakaya.jpg
Müştehir Karakaya

 

İttifakla bilinir ki, cahiliye döneminde Kur'an indiğinde şiir doruktaydı. Onların sapkın görüşlerine ancak şiirsel bir üslupla güçlü cevaplar verilebilirdi ki, Allah her şeyi en iyi bilendir. Allah: "Muhammed şiir söylemiyor, o kendinden bir şey söylemez, Kur'an şiir değildir"  sözleri ve Peygamberimiz'in buna benzer hadisleri var bilindiği gibi. Fakat Kur'an'ın sözleri o kadar muhteşemdir ki, ancak günümüz koşullarında böyle güçlü ve sırlıdır, şiir gibidir diyebiliyoruz.

Evet, şiirle ilgili görüşler farklı farklıdır. Ama benim görüşüme göre Kur'an şiiri olumsuzlamıyor, yadsımıyor. Peygamberin sözlerinden ve tavrından da bunu biliyoruz. Kab bin Züheyr'in "Banet Suad Kasidesi" buna en iyi örnektir; Kutlu Elçi hırkasını çıkarıp Kab'a hediye etmiştir. Çünkü ne Kur'an ne de İslam şiire karşı değildir. 
Şuara Suresi son ayetlerine dönecek olursak, 224-227. ayetlerde:

Şairlere gelince, onlara yalnızca azgınlar uyar. Görmüyor musun onlar başıboş vadilerde dolaşırlar. Görmedikleri ve yapmadıkları şeyi söylerler. ANCAK imân edenler ve güzel amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ve zulme uğradıktan sonra öçlerini alanlar bundan müstesna. Ve o kimseler ki, zulmettiler, nasıl bir dönüşle yuvarlanıp gideceklerini yakında bileceklerdir.


Buradan çıkaracağımız sonuç şudur; genelde şiir, şair, edebiyat ve sanat üzerine okuyan, düşünen, yazanlar, o dönemin şairleri gibi; eğer kendi heva ve heveslerine göre hareket edecek olurlarsa, onlar gibi görmedikleri ve yapmadıkları şeyleri söylerlerse yanlış yoldadırlar ve hatalıdırlar. İlk üç ayetle dördüncü ayeti birbirinden ayıran ANCAK cümlesi var.

"Ancak"tan sonraki emir zaten İslam'ın özünü teşkil eden sıfatlardan bazılarıdır ki bu sıfatlar şairler içinde geçerlidir. Eğer zulmetmemişlerse ve zulme maruz kalmışlarsa öçlerini yerde komayıp alanların bundan müstesna sayılması ve zulme karşı devrimci bir duruşla tüm haksızlıklara karşı gelme savaşı vermeleri beklenir İslam dünyasındaki şairlerin.

Şiir evrenseldir. Coğrafya, renk, din, dil, kariyer, statü kabul etmez görüşündeyim. Dünya şairlerine baktığımızda buna ne kadar uyup uymadığına bakarım. Bir de şiirin mahfilleri var, kategorileri var, çeşitleri var, kendine göre imge, simge, metafor, alegorik betimlemeleri var. Din içi din dışı diye tanımlama yapamayacağım, buna pek inanmıyorum. Her şair, yazdıklarından sorumludur, inançlarından sorumludur, yaptıklarından ve söylediklerinden sorumludur. İçinden herhangi bir dini terim veya siyasi bir slogan veya güdümlü ideolojik bir yönlendirme dahi ister bulunsun veya ister bulunmasın, her şair inandığı değerlere sadakat gösterir.  

Sapkın, delilsiz, kışkırtıcı, saldırıcı, insanî olmayan yönlere çekme gayreti olmadığı sürece yazılanları ve söyleyenleri birer şiir olarak kabul etmede fayda vardır. Bana göre şiirin inancı olmaz, şairin inancı olur. Şiirin ideolojisi olmaz, şairin ideoloji olur. Bu da ister istemez şiirine bir nebze de olsa yansıyacaktır. Şair; bilgisinden, ferasetinden, ilhamından, tözünden gayrı değildir. Ama az, ama çok... Bu kriterlerle şairleri birbirinden ayırt edebiliriz kendimizce. İsim vermeyi gereksiz buluyorum. Çünkü her poetika ve görüş kendine has, kendine özeldir.


Ali Necip Erdoğan: Yunus Emre, hayatın her alanını kuşatan sözleriyle var olmuştur
 

Ali Necip Erdoğan.jpg
Ali Necip Erdoğan

 

Cevap 1.  Öncelikle "Doğu ve İslam toplumlarındaki güçlü şiir damarına karşın şiir geleneksel olarak neden hala olumsuz görülmektedir?" sorusunda bir ön kabul vardır: geleneksel olarak şiirin olumsuz görülmesi. Şiirin olumsuz olarak görüldüğüne neredeyse hiç şahit olmadım. Babaannem herhangi bir sıkıntıyla karşılaştığında hemen bir dörtlük söylerdi.

Gurbetteki oğluna mesajını, video çekimi ile söylediği dörtlüklerle ilettiğine şahit oldum. Annem hiç okula gitmediği halde, okuma yazmayı ben ilkokula başladığımda az çok benimle öğrenmiştir, her olay üstüne mâni söyleyebilirdi. Bu mânileri bazen ezberinden söyler bazen de kendisi uydururdu. Köyümde ezberinden şiir okumayan neredeyse yok gibiydi. Kentte şiir sevmeyen birkaç kişiyle karşılaştım, bir elin parmağını geçmez. Şiiri olumsuz görenler Anadolu'yu, kültürümüzü, insanımızı bilmeyenlerdir. 

İkinci olarak, "Şuara Suresi'nde geçen olumsuz şair algısının bunda etkisi var mıdır?" sorusunu hemen ve aniden yoktur diye cevap vereceğim. Eğer olsaydı halk edebiyatındaki, divan edebiyatındaki, cumhuriyet dönemindeki şairlerimizin çıkmamış olması gerekirdi. Oysa saymakla bitiremiyoruz şairlerimizi. Üstelik bu şairler Kur'an'ı referans almışlardır. Surede geçen ‘olumsuz şair algısını' hiçbir Müslüman şair, üstüne almamıştır.

Doğru da yapmışlardır. Çünkü "her vadide şaşkın şaşkın" dolaşmamaya gayret etmişlerdir. Bizzat Kur'an, "her vadi" ifadesiyle benzetme yaparak "sanatlı söyleyişi" seçmiştir ve o vadilerin neler olduğunu açıkça belirtmemiştir. Ayetin devamında "ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin?" denilmektedir.

"Yapmadıkları şeyleri söylemek" ne anlama gelir? Kanaatimizce (aslında çok belirgin olarak) sanatlı söyleyişi değil de gerçek anlamıyla yapmadığı şeyi söylemeyi kast etmektedir. Eniyle boyuyla kast edilen, yalan söylemektir. Çünkü şair, benzetme yapar, istiare, kinaye, mecaz, telmih, alegori yapar. Bütün bu sanatlar olmayan bir şeyin sanatı değildir. Gerçek olmadan, gerçeği temsil edecek "araçlar" bulmak mümkün değildir. Gerçeği saptırabilmek için bile "gerçeğe" ihtiyaç vardır.

Üçüncü olarak, "Sizin bu suredeki şair ve şiirden anladığınız nedir acaba?" sorusu, ikinci açıklamamızla bağlantılı olarak, şair ve şiirin yeni anlamlar üreteceğine, dolayısıyla da sapmalara neden olacağına dairdir. Çünkü ayetin devamında, "Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, Allah'ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başkadır" denilerek, diğer şairler, yani dünya ve ahiret için hayırlı işler yapanlar, demek ki bu şairlerin şiiri dünya ve ahiret için hayırlı işlere matuf, müstesna tutulmuşlardır. Kuşkusuz bu ayetleri Kur'an'ın bütünlüğü içinde değerlendirmek gerekir.

Biz bu yetkinliğe sahip değiliz. Sadece görebildiğimiz, anlayabildiğimiz kadarıyla söylemeye gayret ediyoruz. Suredeki şairler, her vadide şaşkın şaşkın dolaşmakta ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylemektedir. Her vadiden kast edilen şey, ilgili ilgisiz her konuda konuşmayı, şiir söylemeyi ifade eder görünmektedir. Bu da bize, bu şairin bilmediği konularda da yakıştırma ve uydurmayla şiir söylediğini, bu şiiri dinleyenlerinde kendisine uyabileceklerini düşündürtmektedir. Elbette bu şair, şiir sanatını bilen kişidir; ses, ritim, kafiye vb. bilmektedir. Sanatı, hakikate sadık kalmayıp, kendi hakikatini (nefsani) inşa etmeye yöneliktir.


Cevap 2.  Şuara Suresi'nin 227.Ayetinde geçen şair profilinin Arap ev İslam toplumlarında, okuduğum ve bilebildiğim kadarıyla, karşılığını bulmuş olduğunu düşünüyorum. Elbette Arap edebiyatına vakıf değilim ve yine İslam toplumlarının edebiyatına da vakıf değilim. Bu soruyu ancak Türk Edebiyatı üzerinden, o da çok sınırlı, cevaplayabilirim.

Mesela divan edebiyatının en önemli kaynağının Kur'an ve sünnet olduğunu Dursun Ali Tokel hocamız tespit etmiş, daha sonra sahabe hayatı ve nihai olarak da tasavvufun kaynaklık ettiğini belirlemiştir. Bu tespitlere katılmamak mümkün değildir. Okuduğum birçok şairin bu hassasiyeti (müstesna tutulanların içinde olmak) gözettiğini anlıyorum. Gözetmeyenler de var. Ama ben büyük oranda karşılığını bulduğunu düşünüyorum.

Halk edebiyatında, divan edebiyatında ve Cumhuriyet döneminde çok sayıda biçim ve içerik, bu hassasiyet dikkate alınarak oluşturulmuştur. Mesneviler, kasideler hatta bazı gazeller bile bu cümleden sayılabilir. Mesnevi ve kasideler hayatı ve yaşam biçimini belirlemiştir. Hz. Ali'nin divanı, İbni Arabi, Hallacı Mansur, Fuzuli, Baki, Şeyh Galip bu türün öncülleri olarak sayılabilir. Fuzuli'nin, Şeyh Galib'in Divanlarının önsözünde poetikalarını yazdıklarını biliyoruz. Tezkireler de poetikalar için önemli referanslardır. 

Kamuda kabul görmüş her şair, biçim ve içerikle kendini tebarüz ettirmiştir. Bu yüzden bir poetikaları mutlaka vardır ancak kimisi poetikasını yazmıştır, kimisi de yazmamıştır. Ekol olup olmama bahsine gelince, modern öncesi dönemin tamamında sadece şiirin değil fıkhın, tefsirin, hadisin, akaidin birlikte ekol oluşturduklarını görüyoruz.

Mesela Yunus Emre sadece şiirle değil dervişliğiyle birlikte tecessüm etmiştir. Hayatın her alanını kuşatarak ve söz söyleyerek var olmuştur. Keza Hacı Bektaş Hazretleri, Mevlana Hazretleri hep bu cümledendir. Şeyh Galip hem dergâhın başındadır hem poetikasını yazmıştır hem de hayatı bir bütün olarak telakki etmiş ve şiiri hepsini kapsamıştır. Cumhuriyet döneminde Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç… gibi şairlerimiz de bu geleneği kısmen devam ettirmişlerdir ancak bu dönemi farklı şekilde değerlendirmek gerekir.

Sorunun kapsamı geniş olduğundan ben ancak imgeler, benzetmeler üzerinden birkaç şey söyleyebilirim. İmgeler ve benzetmeler yoluyla hakikatin pekiştirilmesine yönelik her söyleyiş hem hakikate sadakati sağlar hem de o hakikatin etrafında yeni anlamlar üretir. Bunu "güzel söyleyerek" ve belirli bir biçimde yapar. Söyleyişteki güzellik söyleneni muhafaza eder. Bu yüzden biçim ve içerik sürekli değişim gösterir. İmge, hissedileni bilinenle etkileşime sokar, böylelikle hem sınırlanamaz hem de kendisini sürekli yeni anlamlara açar. Şair de tam buradan kendine yol bulur.


Sibel Eraslan: Şuara Suresi'ni şairlere dikkat çeken ve onlara adanmış bir sure olarak kıvançla bakmalıyız
 

Sibel Eraslan.jpg
Sibel Eraslan

 

Cevap 1.  Sorunuz, en daraltışmış haliyle 622 yılından bugüne kadar geçen süreci kapsıyor. Cahiliye şiirine atıflarını da düşünecek olursak, yüzlerce yıllık bir katman daha var, sanırım, Mekke şehrini kuran Hz. Hacer ve oğlu İsmail Peygambere değin iner bu zamansal süreçler yığını. Şehrin ilk sakinleri Cürhümlülerdi, bunlar savaşkan ve göçebe bir kabileydi. Yarışı, hızlı at binmeyi, ok, yay, kılıç, bıçak kullanmayı, iz sürmeyi, deve ve at yetiştirmeyi bilen bir toplumdular.

Göç etmenin o dönemlerin doğal bir hali, hatta hayat tarzı olarak düşünülmesi gerek. Ceziretül Arap boyunca Yemen dışında bir tek sulak bölge bulunmayan Nüfud, Rübulhali, Dahna gibi büyük çöllerle, gündüzün öldürücü sıcaklar, geceleyin dondurucu ayazla düşünüldüğünde; mırıltı, ıslık, gazel, şarkı, şiir, hayat yolcuların azığıdır...

Deve kafilelerinde, çöl üzerinde bir o yana bir bu yana hareket ederken, develerin hızının bile şiirle belirlendiği bir dünyadan, geceler boyunca, gökteki yıldızların altında okunan şiirlerin, insana has yapayalnızlığın belki tek şahidi olarak şiiri, elbette su ve hava gibi mukaddes bir yere koyuyorlardı.

Şiir, onların anneleri gibiydi. Kur'anı Kerim'i ilk kez dinlediklerinde de tepkileri bu yüzden, "bu nasıl da harika bir şiir, yok yok o kadar harikulade ki, bu şiirde değil, kalbimize işledi'' şeklindeydi...

Peygamberlerin mucizeleri, içine doğdukları dönemin ve toplumun kariyer algısıyla ilintilidir, tarihe baktığınızda. Hz.Musa, simyanın ve sihrin toplumda rağbet gördüğü bir dönemde elçi olarak gönderilmişti. O'nun mucizeleri de sihirbazlar, simyacılar ile yakından ilgilidir. Keza Hz. İsa, tıp ilminin ve tabiplerin saygın olduğu, değer gördüğü bir dönemde peygamberdir, onun da mucizelerinde tıbba has dikkat çekici, insanı soluksuz bırakıcı tasvirler vardır.

Resulullah'ın (sav) zamanında da şiir hâkimdi. Bir şiirle savaşa tutuşup, bir şiirle sulh imzalayan toplumlardı onlar... Hatta Kâbe'nin etrafındaki yedi askıya, her yılın en güzel şiirleri asılır, bir yıl boyunca o şiirlerin etrafında tavaf edilirdi. Büyükelçiler, aracılar, haberciler, hep şairlerdendi... Bir söz imparatorluğu vardı, Kuranı Kerim, Arap yarımadasında ilk okunmaya başlandığında...

Bu yüzden, belagati yüksek, alliterasyonu mükemmel, hikmetlerle dolu bir Söz, şiirden de üstün haliyle o topluma en uygun Rabbani davetti Kuran'ı Kerim...

Şiirin geleneksel olarak olumsuz görüldüğüne dair hükmünüze katılmıyorum. Geçmişte de günümüzde de şiir geleneğin en müşfik taşıyıcısı olarak, azizdir ve de saygınlık uyandırır.

Şuara Suresi'ni, şairlere dikkat çeken ve onlara adanmış bir sure olarak, kıvançla da bakabiliriz. Rabbimiz şarilerden bahsetmiş... Varsın, onları eleştirmiş olsun, varsın onları uyarmış olsun... Şairleri kaale almış ya siz ona bakın. Şarileri muhatap almayı murad eylemi ya siz ona bakın. Elbette onun İlahi ve Melik oluşu, dünyadaki hiç bir patronaja benzemez. Hitabındaki uyarı nidaları, elbette onun Allah oluşuyla ilgilidir... O Allah ki, yeri göğü yaradan, O Allah ki insanı yaratan, O Allah ki şairlerden de bahseden... 

Böyle de bakabiliriz. Bakmalıyız da. Batı'nın bize öğrettiği dikotomik bakışla okuduğunuzda bu sürede, yergi, te'dip, uyarı, kınama doludur. Ama bizim geleneksel okumamıza göreyse bu, bir eşi ve benzeri olmayan Allah tarafından muhatap alınıştır. Bu yüzden yergi veya olumsuzlama değil, şereftir, hidayet vesilemizdir    


Cevap 2.  "Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, Allah'ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, başlarına nelerin geleceğini yakında görecekler."

Bu ayetle sadece şairlerin değil tüm insanların güzel ahlaka daveti söz konusu. 

İmam Busuri'nin "Suvat'ı alıp götürdüler, Gönlüm öyle kırık ki...'' diye başlayan Kaside-i Bürde'sinde, Yedi Askı şiirlerinin geleneksel "atına âşık ozan'' temasını okumamak elde değil. İslam'a girişle, sözünü de Allah'ın emrine uygun hale dönüştüren şairler, edebiyatta yeni bir çığır açmışlardır. Şiir, Yedi Askı'yı ancak İslam literatürüyle aşabilmiştir.

Yedi Askı evet mükemmeldi ama bir sınırdı, çok didaktik, tavizsiz, kuralları olan, hatta zaman zaman poetikası sadece şekli güzelliğinden ibaret kalan, biçimsel yetkinliği önceleyen kristalize bir şiir. Yani matematiğe yaklaşmış asırlar içinde... Bu devasa görkemi aşabilmekse, ancak Müslüman şairlere nasip olmuştur. Onlar da yetiştikleri sanat ortamı dolayısıyla evet şekle, yani vezin ve kafiyeye önem verdiler ama onların şiiri bundan ibaret değildi. Artık ruhu vardı şiirin...

Şiir, gökteki yıldırımı avucunuzla tutup, yere indirmeye benzer. Gökle yeri onunla bağlarız. Anlam dünyamızı; en kuytu ve karanlık köşelerimizden, en saklanamaz ve saydam duruluklarımıza, fazilet bilincine kadar bunu hep şiirle kurarız. Bakmayın böyle dediğime, biz şiiri kurarız, şiir de bizi... Şiir, bizim yeryüzüne düştüğümüz günden beri vardır, insanın tanığıdır, yoldaşıdır, asası, gemisidir, sandığı, tabutudur, şiir dünyamızdır, gönlümüzdür... 

Öte yandan toplumun önde gelenlerinin edebiyata ve özellikle şiire yaptıkları atıflar, onların medeniyet bağlamındaki köklülüklerinin delilidir. Devletin kurucu unsurlarından olan dil'in şahikasıdır şiir. Şiir, yüklendiği derdi taşımanın bir imkânı olarak, aynı zamanda anıtsal bir anlama da dönüşür. Hafıza ve bilinç, şiirin sağlam bedeniyle diri kalır, zamanın tüm yıpranmalarına karşı... 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU