Afrika söylemi

Ahmet Sait Akçay Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Matt Withers/The Economist

Nedir Afrika benim için:
Bakır güneş ya da kızıl deniz,
Orman yıldızı ya da orman yolu,
Bronz renkli güçlü adamlar, ya da ihtişamlı siyah
Aslanlarından doğduğum kadınlar
Cennetin kuşları ne zaman ötmüştü?

Countee Cullen


The Economist dergisi geçen yıl "Afrika'nın Yeniden Paylaşımı" başlığını kapağa taşımıştı.

Afrika'nın ilk paylaşımı, 1884-85 yıllarında sömürgeci güçlerin yaptığı Berlin Konferansı’nda gerçekleşmişti.

İkinci paylaşımı Afrika'nın bağımsızlık sonrasında, Soğuk Savaş döneminde Rusya ve ABD arasında Marksist tiranlarla kapitalist despotlar arasındaki bir iktidar mücadelesi olarak tanımlayan dergi, üçüncü paylaşımın ise günümüzde yeni güçler dengesinde gerçekleştiğini iddia ediyordu. 

Stratejilerin değiştiğini, Afrika ile iş birliğinin yatırımlar ve ortaklıklar üzerinden geliştiğine dikkat çeken The Economist dergisi, Afrikalı liderlerin herhangi bir taraf tutmaları gerekmediğini söylerken dikkatli davranmalarını salık veriyordu. 

Her Afrika deyişimizde Edward Said'in o meşhur sözü akla gelmelidir:

"Afrika'yı tasavvur etmek Afrika üzerine bir muharebeye girmektir" der Said.

Şüphesiz bu söz kıtanın tüm yükünü sırtlamıştır, öyle ki Afrika söyleminin hegemonyasını, iktidarının yanı sıra nasıl tüm dünyayı kuşattığını bize haber veriyor. 

Bugün Afrika'yı konuşmak, kıta dışında her şeyi konuşmak demektir. Şunu demek istiyorum: Afrika hiçbir zaman bağımsız bir düşüncenin ya da mekanizmanın nesnesi olmamıştır ve olamaz da.

Afrika bağımsız bir özne olamaz, bağımlıdır hep. Bugün Afrika söyleminin dışında Afrika’yı konuşamazsınız. 

Afrika kaçınılmaz olarak özgül bir söylem biçimidir. Afrika'yı konuştuğunuz andan itibaren boca edilmiş bir sürü hikâyenin ortasına düşüverirsiniz:

Açlık, yoksulluk, geri kalmışlık, hastalık, paganizm, ilkellik, vahşet, yamyamlık, yetersizlik, bağımlılık, insani yardım, tembellik vs. Bu liste uzatılabilir elbette, ancak dikkat ederseniz bir olumlu sıfat bile yakıştırılmaz kıtaya. 

Said'in Şarkiyatçılık kitabının önsözünde 'şark' için söylediklerini Afrika'ya uyarlayarak kelimesi kelimesine buraya almakta bir beis görmüyorum:

Afrika, "Avrupa'nın maddi uygarlığı ile kültürünün bütünleyici bir parçasıdır."

Afrika, "bu bütünleyici parçayı, kültür, hatta ideoloji düzleminde, bir söylem biçimi olarak –bu söylemi destekleyen kurumlarla, sözcük dağarcığıyla, araştırmalarla, imge dağarcığıyla, öğretilerle, hatta sömürge bürokrasileri ve sömürge biçemleriyle birlikte– dile getirir, temsil eder." 1

V. Y. Mudimbe, Sömürge Kütüphanesi’nde2 gösterdiği gibi, söylemlerin sosyokültürel kökenlerinin meşruiyetini epistemolojik bağlamlarından aldıklarını söyler.

Mudimbe, Afrika düşüncesinin sömürgecilik sürecinde Afrika-merkezcilikten Avrupa-merkezciliğe kaydığını iddia eder. 

Mudimbe, Afrika'nın her zaman için salahiyet söylemine tabi kılındığına işaret ederken kıtanın yeterliliğini kanıtlamasının neredeyse imkânsızlığına da parmak basar. 

Sanırım sömürgeciliğe meşru zemin hazırlayan "uygarlık misyonu" civilizing mission işleyişiyle sömürge kütüphanesi arasındaki uyuma da dikkat çekmek gerekmektedir.

Ancak bu uygarlık misyonunun yerine gelip gelmediği tartışma konusudur. Biodun Jefiyo, Batı'nın uygarlık projesinin başarısız olduğunu iddia eder.

Çünkü Jefiyo'ya göre Afrika halkları Batı'nın dayattığı "medeni" olmayı reddetmiştir. En azından Fransızların asimilasyon emelleri sonuca ulaşmamıştır ve güçlü bir direnişle karşılaşmıştır.

Sömürgecilik modernitenin gerisinde kalırken, modernitenin de bilinçdışına tekabül ettiğini söyler Jefiyo.

Ona göre modernite ve sömürgecilik arasında güçlü bir bağ vardır. Bu paralelliği orantısız da olsa modern sömürge devlet yapısında açıkça görüyoruz. 

Bugüne kadar kıta üzerinde hâkimiyet kuran tüm imparatorlukların bir tek amacı vardı: Genişleme [iktidar] arzusu ve ekonomik çıkar.

Yerli halkı pagan ve vahşi gören imparatorlukların uzantıları sömürgeci yönetimler, dinsiz, tanrısız olarak gördükleri, putperest diye niteledikleri halkların toprağını işgal etmeyi sırf bu yüzden bir hak olarak gördüklerini söyler David Chidester.

Putperest bir halkın bir değeri de olamazdı. Chidester'in Savage Systems 3 [Vahşi Sistemler] adlı çalışmasında çok detaylıca anlattığı gibi, Batının Afrikalıların dinini inkâr etmesi ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar devam edecekti. 


Animizmi ‘paganizm’, Afrikalıları ‘primitif’ gören bir zihniyet, Afrika’yı ancak ötekileştirir, dahası vahşileştirir, insani değerden arındırarak ehlileştirmeye layık görür. 

Afrika’yı gerek doğudan gerekse batıdan işgal eden güçlerin ortak kaygısı toprakları sömürürken siyahları da doğduğu topraklara, kültürüne, değerlerine, dinine yabancılaştırarak uysal bir tebaa kılmak. 


Afrika kıtasının yüzyıllar boyunca fanteziler ve egzotik masallarla gündeme geldiğini söylemek mümkün.

Batı’nın Afrika’yla yüzleştiği ilk andan itibaren, kıtanın olağanüstü güzelliğinin yanı sıra, insanlarının çirkince betimlenmesi tezadını nasıl açıklamak gerekir? 

Bu manzara şüphesiz kıtanın dondurulması ve hatta tarihsizleştirmesi çabasıdır ki, Afrika’nın önemli filozoflarından Achille Mbembe, bunu kıtanın insani değerlerden arındırılması olarak görür.

Mbembe, Afrika’nın her zaman insani yönünden ziyade hayvansılaştırıldığından, değersizleştirildiğinden dem vurur.  

Afrika sömürgeci edebiyatının mimarlarından olan Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği romanında siyahların insanlığından şüphe edecek derecede vahim bir tablo çizmesi, Mbembe’nin vurguladığı bu değersizleştirmenin sadece bir örneğidir. Şüphesiz Karanlığın Yüreği’ni bir prototip olarak gördüğümüzde, Batı’nın Afrika arzusunun ardındaki psişik nedenler de ortaya çıkar. 


Chinua Achebe’nin “kanlı ırkçı” olarak andığı Conrad’ın irrasyonel öfkesi tam da Mbembe’nin iddia ettiği Afrika’yı “canavarlaştırma”, insani değerin bir parçası olarak değil, bizzat insani değerden bağımsız güdük, cinsel özgürlüğe düşkün ve gaddar olarak görme eğiliminin tezahürüdür. 4

Sömürgecilik kara kıtayı ötekileştirirken argümanlarını Afrika’nın yokluğu, insanının hayvansılığı ve manzarasının olağanüstü çarpıcılığı üzerine kurdu.

Emperyal gözün kurduğu estetik doğanın kusursuzluğu karşısında insanın değersizliği vurgusunu öne çıkardı.

Ki Achebe, kıtayı kuşatan ve ötekileştiren bütün edebiyatın tamamıyla yüzyıllar süren köle ticaretinin gerekçelendirdiği görüşünü savunur.

Gerek Arap Köle Ticareti Arab Slave Trade gerekse Siyah Atlantik Köle Ticareti Black Atlantic Slave Trade yoluyla Müslümanlar ve Hristiyanlar Afrika halklarını köle ve hizmetçi kılmıştı. 


Kamerunlu filozof Fabien Eboussi Boulaga, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda, Afrika’daki misyoner faaliyetlerini eleştirirken iki önemli hususa dikkat çeker.

Birincisi, misyonerliğin yerli kültürü “paganizm” olarak adlandırarak yıkması; ikincisi ise, yerlileri medenileştirme projesini esas almasıdır.

“Çünkü, paganizm” der Boulaga, misyonerler için “insan doğasına aykırıdır, insan dışıdır. Kaçınılmaz olarak kölelik, bebek katli, yamyamlık, çokeşlilik, her tür sapkınlık ve noksanlıkla beraberdir”.

Boulaga, Hristiyanlaştırmanın insanlaştırmak ve değersiz insanları medenileştirmekle özdeş olduğunu ekler. 

Afrika’nın evcilleştirilmesinde en önemli rolü şüphesiz din oynamıştır.  Araplar ve Batı, dini Afrika’yı ehlileştirmenin bir aracı olarak öne sürmüştür.

Durum böyleyken, Afrika edebiyatının da ana mücadelesi dinin işlevsizleştirdiği yerli dinler ve kültürlerin yeniden inşa edilmesi olacaktır.   

Achebe, bir konuşmasında kendisi üzerinden Hristiyanlık algısını şöyle anlatır:

Dinin içindeydim, yabancıların dininin; çünkü babam din değiştirdiğinde orada değildim, dolayısıyla bu hayatın bir tarafıydı. Sorgulamıyordum dini. Gerçekte, Hristiyanlığın iyi bir din ve bizim için değerli olduğu düşünmüştüm. Bir süre sonra bize anlatılan hikâyenin eksik olduğunu düşünmeye başladım. Igbo dininin anlaşılması için herhangi bir çaba yoktu. Basitçe, taşlara tapınma olarak göz ardı edilmişti. 5


Dinî söylemin siyasileşmesi misyoner faaliyetleriyle gerçekleşti. Ancak edebiyatta dinin bir deneyimden öte söylemsel boyutu, 1950’lerden sonra ayırt edici bir özellik olarak belirecektir.

Özellikle Achebe, Wole Soyinka, Christopher Okigbo, Ngugi, Mongo Beti gibi yazarlarda bu durumun vahameti çok net çizilir. Hatta dinle yüzleşmenin trajik yönü tüm çıplaklığıyla ortaya konur. 

Nitekim lusofon edebiyatının en önemli romancılarından Angolalı Pepetela, [asıl adı Artur Carlos Maurício Pestana dos Santos] ise Angola halkının dindar olduğunu ve Angola edebiyatının dinin farklı çehrelerine yer vermesi gerektiğini söyler. 


Afrika söylemine dönersek; Roland Barthes, Said ve Michel Foucault'dan önce Afrika söyleminin yapısının kıtayla ilişkisinden çok Fransızların, dolayısıyla sömürgecilerin görme biçimiyle, zihniyetiyle ilişkisine dikkat çeker.

Afrika'yı tanımlayan sözcük dağarcığının tamamen "varsayım" olduğunu saptayan Barthes, bu dilin bir yasa kurucu olarak hareket ettiğini ve kelimelerin içerikleriyle bağlantısının olmadığı ve kozmetik olduğunu savlar.

Barthes bu saptamasıyla söylemsel yapıların işleyişiyle ilgili önemli ipuçları vermektedir. 

Bugün herkes Afrika'yı konuşuyor, Afrika Araştırma merkezlerinin sayısı kadar Afrika eğitimi gören kimse yoktur. Bu konuda adeta bir enflasyon söz konusudur.

Afrika araştırma merkezlerinin amacı nedir?

Afrika'yı çalışmak ne demektir?

Bu soruların yanıtı Afrika söyleminin merkezindedir. Bugün Afrika'yı konuşmak neredeyse imkansızdır. 

Bu o kadar riskli ki, Afrika'yı konuştuğunuz andan itibaren sömürgeci söylemin bir parçasına dönüşüverirsiniz.

Hatta daha ötesini söyleyeyim: Afrika'yı konuşmaya cesaret etmek bile kıta üzerindeki iktidar arzusunun dışavurumudur.

Aslında Said'in çarpıcı saptaması, Afrika'yı konuşmanın imkansızlığını da göstermiş oluyor. Buradan yola çıkarak Afrika söyleminin karmaşık olduğu kadar evrenselleştiğini de söylemek pek tabiidir. 

Durum böyleyken Countee Cullen'in dizesinden ilhamla sorayım: Peki nedir Afrika sizin için? 

 

 

1. Bkz. "Önsöz", Edward Said, Şarkiyatçılık, çev. Berna Yıldırım, Metis Yayınları, 1999.
2. Sömürge kütüphanesi, Afrika'yı bir öteki olarak icat eden temsilleri ve metinleri kapsayan tarihsel bir arşivdir; bu arşivin işlevi sadece kayıt tutmak değil, Afrika halklarını zihinsel esaret altına almak için epistemolojik kolonyalizmin de ana arterini oluşturur.
3. Bkz. Chidester, David. Savage Systems: Colonialism and Comparative Religion in Southern Africa,  University of Cape Town Press, (2018). Kitabın ilk baskısı 1996 yılında yapılmıştır.
4. Mbembe, Achille, On The Postcolony, 5.
5. Achebe’nin 2008 yılındaki bir konuşmasından. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU