Türkiye'nin temel sorunlarından biri; hizmetçi-siyasetçi meselesi

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Bu ülkenin temel sorunlarından biri de halkın hizmetine talip olarak ortaya çıkan siyasetçinin bir süre sonra, seçmenlerinin başına zebani kesilmesidir.

Aynı sorun memurlarda da var. Onlar da memuriyet dereceleri ne olursa olsun halkın hizmetine soyunmuş, onlara hizmet etmesi gerekirken ayağı yere sağlamca bastı mı insanların başına diktatör oluyorlar.

Oysa siyasete soyunan da, memuriyet yapan da bu halkın vergileri ile geçimlerini sağlamakta ve onların verdiği yetkiyi kullanarak işlerini yapabilmektedirler.

Ülkemizde memur ve siyasetçiler hizmetine talip oldukları insanları hiçbir şekilde insan yerine koymamakta ve onları koyun kendilerini ise çoban gibi görmektedirler.

Memur ve siyasetçilerin hepsi bu şekilde davranıyor demek doğru değil elbette. Ancak büyük çoğunluğu böyle davranmaktadır.

Onların bu tavrını en güzel açıklayan Kayserili hela bekçisinin hikayesi meşhurdur.

Hani bir helanın önünde bir bekçi varmış. O zamanlar musluk suyu olmadığından defi hacetten sonra ihtiyaç hissedilen suyu ibriklere koyarmış.

Bu ibrikleri giriş kapısının sağına ve soluna yerleştirirmiş. Gelen o ibriği alır işini görürmüş.

Günün birinde bir adam içeri girmiş ve kimseye sormadan bir ibriğin kulpundan tutuvermiş ve tam gideceği sırada bekçi; "Hop hop dur hele nereye böyle?" demiş. 

Adam çok şaşırmış; "Hayrola? Buraya gidiyorum" demiş. Bekçi "O ibriği alma, diğer taraftakini al" diye söylenmiş.

Adam; "Yahu ne fark eder, ha onu aldım ha şunu?" deyince bekçi öfkeyle; "Fark eder, fark eder. Biz burada eşekbaşı mıyız? Sen onu bırak şu taraftakini al" diye çıkışmış.

Adam mecburen, bekçinin dediğini yapmış ve bu hikaye de bize ders olarak kalmış.


İnsanlar en alt düzey memur dahi olsalar, memuriyete girebilmek için ellerinden gelen çabayı gösterirler.

Seçildikleri andan itibaren de bambaşka bir insan olup, artık hizmet ehli değil, yönetici çavuş oluyorlar.

Zaten ülkemizde ortalama insanda bile çavuş olma, insanları yönetme duygusu o kadar yoğun ki, herkes birilerini yönetmeye idare etmeğe kalkıyor.

Bu tavır ve davranış şeklini bankadaki gişe memurundan, hastane girişinin önündeki güvenlik görevlisine kadar hemen her memurda görebilirsiniz.

Bunun sebebi de "memurum işini bilir" anlayışından kaynaklanan bir boş vermişlik halidir.

Oysa memurun derecesi ne olursa olsun temel görevi halka hizmettir. Halkın daha iyi, daha düzgün bir şekilde hizmet almasını sağlamaktır.


Benzer bir tavır siyasetçilerde de var. Adam veya kadın bir partinin herhangi bir pozisyonuna girdiğinde kısa bir zamanda bambaşka bir insan oluyor. 

Belki büyükşehirlerde bu çok görülmeyebilir, ama küçük şehirlerde, Van'da veya Hakkari'de daha çok görülüyor ve hissediliyor.

Üç gün öncesine kadar normal bir insan gibi hayatını sürdürmekte olan biri, eğer iktidarda olan partinin yöneticisi olmuşsa hemen arkasına iki üç koruma takılmış bir halde dolaşıyor.

Peki, aralarında dolaştığı insanlardan korunma ihtiyacı hissediyorsa biri, o insanlara nasıl hizmetçi olabilir?

Bazen de sabah evden çıkıp işe giderken yolda olağanüstü bir güvenlik önlemi olur.

Bütün yollar, kavşaklar tutulmuş halde, her kavşakta bir polis panzeri, yanında beş-altı memur bekliyor.

Bilirim bir yetkilinin, bakanın veya genel müdürün geldiğini. Ama yine de sorarım; "hayrola, ne bu tertibat?" diye. Memur nazik biriyse; "Hocam falanca bakan gelmiş" der.

Hani Cumhurbaşkanı olsa, Başbakan olsa, hatta İçişleri Bakanı dahi olsa anlaşılır bir şeydir de Sağlık Bakanı için, Tarım Bakanı için veya Ticaret Bakanı için bu kadar tertibata ne gerek var...

Kim onlara ne yapabilir ki? Niye yapsın ki? Ama şehirlerin bir güvenlik protokolü var ve gelen her bakana aynı şey uygulanıyor.

Yüzlerce memur o gün akşama kadar, akşam da kalmışsa ertesi güne kadar şurada burada süründürülüyor.

Peki, buna gerek var mı?

Bir halktan bu kadar korunan biri, o halka nasıl hizmet edebilir?

Oysa bir bakan bir şehre geldiğinde, halkın arasına karışmalı, çarşısında pazarında dolaşabilmeli, halkla konuşabilmelidir. Esnafla, onun dükkanında görüşebilmelidir.

Birkaç yıl öncesine kadar bu tür esnaf gezmelerine rastlanıyordu buralarda. Ama şimdi o buluşmalar bitti.

Halk ile devlet arasına güvenlikten bir duvar örüldü ve yetkililer kendilerini halktan soyutladılar.

Bütün bu olumsuzlukları beraber eleştirdiğin bir tanıdığın, seninle arkadaş olan, yıllar yılı aynı sevapları ve günahları beraber işlediğin arkadaşın, bakıyorsun hasbelkader bir yerlere girmiş. İktidar partisinin bir kademesinde iş sahibi olmuş...

Bu beni tanıyor, bari buna derdimi söyleyeyim diyecek oluyorsun ve ona gidip söylüyorsun derdini. 

O çok iyi tanıdığını sandığın adam, -Vahap Coşkun dostumuzun da doğru tespitiyle- elini çenesinin altına koyup, seni şöyle küçümseyerek süzüp, ne kadar da cahil olduğunu ve 'Oysa yıllar yılı ben bunu bir şey sanmıştım, gerçektende arkadaşlığıma layık değilmiş' vb. onlarca düşünceyi içinden geçirdiği yüzündeki o istihzai tebessümden anlaşılıyorken, kafasını sallıyor ve "Hayır öyle değil, bilmediğin çok şeyler var. Devlet yönetimi öyle kolay değil" diyor sana.

Sanırsın ki kozmik odanın yeni bekçisi olmuş... Böyle bir edayla konuşan arkadaşına "Bilmediğim ne var, sen düne kadar burada benimle bu siyasetçileri eleştirirdin. Şimdi ne oldu da işe girince, terfi alınca değiştin?" dersin - ya da diyesin gelir...

Aslında onun da bildiği, bizim Yüksekovalının bildiği kadardır.


Biliniyor, Yüksekova İran sınırında bir ilçemiz. Yüzyıl önce sınırlar yokken insanlar bir köyden başka köye gider gibi gelip gidiyorlardı. Şimdi artık çok değişti.

Aynı aşiretin insanları amcasının, dayısının, halasının bin yıllık köyüne başka bir devlete gider gibi gidebiliyor. Çünkü sınırlar aileleri dahi bölmüşler.

İşte bizim Yüksekova'dan biri karşıya, yani İran'a gitmiş.

Zaman, Kıbrıs harekatı zamanıymış.

Yüksekovalı radyoyu açmış ve o zamanın diliyle "ajans" dinlemeye başlamış. Spiker her cümlesini bitirdiğinde bizim ki de "hıımmm, hımmm" dermiş.

Derken ajans bitmiş. Tabii İranlı akrabalar Türkçe bilmedikleri için Yüksekovalıya "Ne vardı haberlerde, neler oluyor?" diye sormuşlar. 

Yüksekovalı da her haberi aklında tutacak kadar Türkçe bilmediği için onlara dönüp; "Her şey öyle uluorta söylenmez" demiş, kesip atmış.

Bizim de ahvalimiz bundan ibaret ne yazık ki...

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU