Mümtaz’er Türköne: Bireyler ne kadar güçsüz, korumasız kalmışsa cemaatler o kadar etkili sığınaklara dönüşür

Independent Türkçe, 2016’dan bu yana tutuklu bulunan, Zaman Gazetesi’nin eski yazarı Mümtaz’er Türköne’ye, avukatı aracılığıyla ulaştı

Fotoğraf: Twitter

Fikirlerin, düşüncelerin açıklanması ve uygun araçlarla kamuoyuyla paylaşılması meselesi tüm dünyada sorun teşkil etmeye devam ediyor.

Halkın haber alma hürriyetinin gerçek bir karşılığı olabilmesi için özgür basının varlığı olmazsa olmaz önem taşıyor.

Lakin basın kuruluşlarının sermaye tekellerinin ve devletin yoğun baskısı altında sansürün, otosansürün ve çeşitli adli yaptırım tehditlerinin gölgesinde sağlıklı bir gelişimin öznesi olamadıkları da malûm.

Tutuklu gazeteciler konusu da söz konusu hazin gerçekliğin en trajik yanını oluşturuyor.  

Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün 2019 yılında yayınladığı Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye, 180 ülke arasında basın özgürlüğü hususunda 157'nci sırada yer alıyor.

Gazetecilerin güven içinde çalışabilecekleri ülke sayısının düşmeye devam ettiğinin altını çizen Sınır Tanımayan Gazeteciler’in raporunda otoriter rejimlerin medyaya yoğun baskı uyguladığı belirtiliyor.

Politik liderlerin gazetecilere yönelik şiddet olaylarını kışkırttığının altı çizilen raporda gazetecilerin küresel çapta nefret objesi haline getirildiğinden de dem vuruluyor. 

Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması'nın (FETÖ/PDY) yayın organı olduğu gerekçesiyle kayyuma devredildikten sonra kapatılan Zaman Gazetesi'nin eski yazarlarından Mümtaz’er Türköne de tutuklu gazeteciler listesinde yer alan isimlerden.

1980 öncesinde milliyetçi görüşleriyle tanınan Mümtaz’er Türköne, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde AK Parti’den İstanbul milletvekili aday adayı olmuş ama seçilememişti.

5 Ağustos 2016 tarihinde "Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması'nın amaçlarına hizmet etmek" suçlamasıyla tutuklanan Türköne'ye avukatı aracılığıyla ulaştık.


Mümtaz’er Bey, kaç yıllık gazeteciniz? Neyle suçlanıyorsunuz ve aldığınız ceza nedir?

2006’da, yani on üç yıl önce köşe yazarlığına başladım. 1999’da, yirmi yıl önce profesör olmuştum. Aslında siyaset bilimi alanında 10'un üzerinde kitabı olan bir akademisyendim. Köşemde siyasi analizler yaparken kendimi hapiste buldum.

Hem tutuklu hem de mahkûmum. Zaman Gazetesi köşe yazarı olarak “terör örgütü üyeliği” suçlaması ile henüz kesinleşmemiş, Yargıtay’da temyiz aşamasında olan bir davam var. Şahin Alpay, Ali Bulaç gibi tanınmış isimlerle beraber yargılandım.

Bir de yine bir köşe yazımdan dolayı “Cumhurbaşkanına fiili saldırı” suçundan 4 yıl 2 ay kesinleşmiş bir cezam var. Bu suçtan mahkûm olarak cezaevinde yatıyorum. Hem tutuklu hem mahkûm olmamın hikâyesi böyle. 

"Cumhurbaşkanına fiili saldırı" suçu derken ne kastediliyor? Bu suç gazete makalesiyle mi işlenmiş? 

Doğrusunu isterseniz ben de anlamadım. 2016 yılı Mart ayında Bülent Arınç’ın Şırnak, Cizre ve Sur ’da hendek savaşlarına dair sözlerini analiz eden bir yazıydı o. “Benim görüşüm değil” diye özellikle bir vurgu da var. Yazıyı hakaret, tehdit gibi basın yoluyla işlenen bir suça sokamamışlar.

Ceza Kanunu’nda “Cumhurbaşkanına suikast ve fiili saldırı” suçunu düzenleyen özel maddeye dahil etmişler. Cezanın verildiği duruşmada mahkeme başkanı kanun maddesinin içeriğini bilmiyordu. “Fiili saldırı”yı “tehdit” olarak yorumlamış. “Maddede o da yok,” deyince şaşırdı.

Şunu söylemiştim: Benim cumhurbaşkanına bir gazete makalesi ile fiili saldırıda bulunabilmem için bu makaleyi makasla kesip bundan kâğıttan bir uçak yapmam, sonra cumhurbaşkanının geçtiği bir yerde havaya atmam, kâğıt uçağın da gidip cumhurbaşkanının gözüne değmesi lazım.

Ezcümle 4 yıl 2 ay hapis çok ciddi bir sonuç ama ne dava ne de hüküm ciddi değil. Size yargılamaların, siyasi yargılamaların bütünü hakkında bir fikir verebilir.

Peki, temyiz aşamasında nasıl onaylandı?

5 yıldan az olduğu için istinaf kararı kesinleşme için yetiyor. İstinaf kararının da gerekçesi yok. Sadece kesinleşme şerhi var.

Tutuklu olduğunuz davada durum ne?

Uzun bir hikâye olduğu için komedi kısmı daha uzun. Şöyle bir döküm size bir fikir verebilir: Beş yazımdan, cümle içinden başı sonu belli olmayan iktibaslar, beş yazımın da sadece başlıkları ile üç kez ağırlaştırılmış müebbet talebiyle dava açıldı. Hepsi demokrasiyi ve hukuku savunan iktidara yönelik eleştiriler içeren yazılar.

2014 yılı Mart ayında açılmış bir soruşturma. İlk defa Sulh Ceza Hâkimi’nin karşısına çıktığımda, “suçlamanız ne?” diye sormuştum. Hâkim, “17/25 Aralık darbesi” diye cevap vermişti.

“Yolsuzluklar mutlaka soruşturulsun” tezini savunan yazılar. Bu yazılar az bulunmuş olsa da gerek yine başlıklardan oluşan on üç yazıyı savcı mütalaada eklemiş.

Toplam yirmi üç yazının başlığı ve birkaç kelimelik iktibaslarla “terör örgütü üyesi” olduğuma hükmedildi.

Ne kararda ne gerekçede yazılarla terör örgütü üyeliği arasında bir bağlantı yok. Mantık çok sade: İktidarı eleştirdin, o zaman terör örgütü üyesisin!

Nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?

Bütün bu yargılamaların tamamı  için Yargıtay’ın büyük bir keşif yapmasını bekliyoruz.

Keşif Amerika Kıtası’nın keşfi gibi çağ açacak ama nispeten kolay bir keşif. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile ceza verdikleri maddelerin tamamının başında yer alan “cebir ve şiddet kullanarak” ifadesini yargıçların bir gün fark etmesini umuyoruz.

Mevcut kanunlarla hatta çok eleştirilen TMK ile bile bu cezaların verilmesi imkânsız. Eleştiri eşittir terör suçlaması, kolay sürdürülebilir, yargıçların mesleki saygınlığını koruyabilecekleri bir formül değil.

Yargılandığım dosyada Orhan Kemal Cengiz adında bir avukat vardı. Entelektüel bir avukat, üç ağır müebbet isteniyordu, son talep kısmında.  Ama metinde hiçbir yerde ne adı, ne bir suçlama yer alıyordu.

Esas suçlama sadece iktidarı eleştirmek mi?

“İktidarı acımasızca eleştirmek” ibaresi iddianamede yer alıyordu. İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2017/67 esas, gazetecilerin yargılandığı davanın gerekçeli kararında suçlamalardan biri “hükümeti ve AK Parti’yi çok sert bir dille eleştirir içerikler” yayınlama suçu yer alıyor.

Bütün gazeteci davalarında haber ve yorumlar, zamanında hiçbir suçlamaya ve soruşturmaya uğramamış içerikler. Basın Kanunu dava açmayı üç ayla sınırlıyor. Biz bu içeriklerle “terör örgütü üyesi” sıfatıyla beş yıl sonra yargılandık ve ceza aldık.

Size bir de Türk yargısının insan haklarına getirdiği yeni kategoriden bahsetmem lazım: Yönetici hakları. Biz “yönetici haklarına saldırmak” suçuyla yargılandık. İddianamede var bu ibare.

Örgüt üyeliğine dair başka bir belge yok mu?    

Vallahi yok. Gazete makale başlıkları -cümle değil- cımbızla çekilmiş ibareler, akla ve mantığa tamamen aykırı gerekçeler. Bütün amaç tutukluluğu bir cezaya dönüştürmek. Yargılama devam ettiği için tutukluyuz.

AİHM’in tutumu ne oldu?

AİHM, Türkiye’den binlerce dava ile karşılaşmamak için AYM’yi bekliyor. AYM ise top çeviriyor. Benim dosyada tutuksuz Ali Bulaç Hakkında “hak ihlali” kararı verdi ama tutuklu olan benim hakkımda vermedi.

Öncelikleri, bürokratik pozisyona bağlı görünüyor. Bir yargılama faaliyeti bir hukuk koruması yerine iktidar ve AİHM arasında politik bir denge oluşturmaya çalışıyor. Hukuk değil bürokratik refleksler devrede.

Siz 12 Eylül’de de  tutuklandınız. 12 Eylül dönemi ile şimdiki dönemi karşılaştırır mısınız?

12 Eylül’de fiziki işkence vardı. İşkenceden ölenler vardı. Ben de işkenceye maruz kaldım yine de sıkıyönetim mahkemeleri yürürlükte olan kanunları uyguluyorlardı.

Bugünün mahkemeleri kanunda yer almayan suçlar icat ediyor, açıkça “karar bozulana kadar tutuklu kalır” diyerek yargılama sürecini hukuksuz yargılamayı bir cezaya dönüştürüyorlar.

Görüyorsunuz üç yıldır hapisteyim ve sonunda beraat edeceğimi beni yargılayanlar da biliyor. Terör örgütü üyeliğinden bana verilen cezaya hâkimlerden biri muhalefet şerhi yazmış ve “verilen cezanın temyizde bozulma ihtimalini” muhalefet gerekçesi olarak zikrediyor.

İçeride siyasi gündemi takip edebiliyor musunuz?

Sadece televizyondan. Sosyal medya imkânı olmayınca birçok şeyden haberimiz olmuyor.

Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun yeni parti kurma çalışmaları hız kazandı. Sizce bu parti kurma teşebbüslerinin arkasında toplumsal bir destek var mı? 

Ayrışma yeni değil. Meseleye ekonomik ve toplumsal dengeler açısından bakınca her şey netleşiyor. 2015 yılının Ekim ayında Davutoğlu başbakan iken Ali Babacan hükümet adına Orta Vadeli Ekonomik Program açıklamıştı. Temel tezi reel sektöre özellikle sanayi sektörüne öncelik verilmesi idi.

Erdoğan o zaman cumhurbaşkanı olarak Ali Babacan ile bir polemiğe girmiş ve “İnşaat sektörünü ezdirmem” demişti. Finans sektörü müteahhitlik sektörü üzerinden büyük kârlar elde etmişti.

Kredi imkânları pahalı fiyatlarla müteahhitlik sektörüne gidince, sanayi zor durumda kaldı.

Şimdi inşaat sektörü battı. Müteahhitlik firmaları peş peşe iflas etti. Kendi yağıyla kavrulan reel sektör, Ali Babacan’ın arkasında çıkış arıyor. Finans sektörü de. İnşaat sektörünün konut kredi faizlerinin düşürülmesine rağmen toparlanması zor.

1 milyon konut stoku var. Her şey rant dağıtımı üzerinden kolay yürümüş. Şimdi tıkandı.

2002’de AK Parti’yi iktidara getiren sosyo-ekonomik dinamikler, Anadolu sermayesi ve ilave olarak finans sektörü Babacan ile yeni bir çıkış arıyor. Davutoğlu’nun ekonomik arka planı bu kadar güçlü değil. Devam eden ekonomik kriz enflasyon ve en çok da işsizlik güvenli bir liman arayışı ile Babacan’ın önünü açıyor.

Sonucu mukayeseli üstünlük belirler. AK Parti’nin ekonomik aktörler ve sosyal taban itibariyle ömrünü tamamladığı tezi gerçeklerle uyuşuyor.

Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunu olmaya devam ediyor. Üç ilin belediye başkanının görevden alınması ve yerlerine kayyum atanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suriye iç savaşı Türkiye’nin Kürt sorununun ağırlık merkezini Kuzey Suriye’ye taşıdı. Bu zaman aralığı yumuşama, uzlaşma ve birlikte yaşama iradesi adına, iktidar tarafından fırsata dönüştürülebilirdi. Arada çıkan yeni çözüm süreci sözleri böyle bir umudu veriyordu. Tam tersi veya çözüm süreci öncesi çıtayı yükseltmek gibi bir yaklaşım var.

Önce şunu söyleyelim. Bu belediye başkanlarının görevden alınması, hem de yargı kararıyla değil de idari tasarrufla görevden alınmaları anayasal demokrasiyi rafa kaldırmak demek. Çoğunluk azınlıkta kalanların haklarını, seçme ve seçilme hakkını, demokratik temsil imkânlarını kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan sınırlayamaz.

Buna çoğunluk diktası denir. Bu normal kabul edilirse asgari düzeyde demokrasi var olamaz. 

Gücünü sandıktan alanların, rakip partilerden seçilen yerel yöneticilerin seçilme ve temsil hakkını çok sağlam deliller olmadan ortadan kaldırması kendi meşruiyetini de tartışmalı hale getirir. Bunun adı çoğunluk diktasıdır.

Çoğunluğun hukukta kayıtlı olmadan, azınlıkta kalanların en temel haklarına saygı göstermeden tasarrufta bulunması demokrasiyi ortadan kaldırır.

Kayyum talimatının 31 Mart’ta yerel seçimle aynı gün verildiği iddiası şayet doğruysa bu durum skandal ötesi bir vahim durum olur.

Halkın yüzde 13’ünün oyunu almış bir politikacı tutuklu yargılanıyorsa, kanunların lafzi yorumunun çok üzerinde, yargının meşru dayanaklara ihtiyacı olur. Belediye başkanları, parti başkanları gibi temsil görevi üstlenenlerin maruz kaldığı muamele, doğrudan onlara oy verenleri hedef alıyor demektir.

Selahattin Demirtaş ve belediye başkanları, onlara oy verenlerle tartılmalı çoğunluğun iktidarı, azınlığı haklarından mahrum bırakıp sistemin dışına iterse bunun adı çoğunluk bölücülüğüdür. Azınlık bölücülüğünden daha tehlikelidir çünkü telafisi yoktur.

- Cemaat ve tarikatlara hükümetler neden ihtiyaç duyuyor?

Örgütlü kesimler oldukları için cemaatler konusu gündemden hiç çıkmayacak. Sosyolojik perspektife ihtiyacımız var. Cemaatler, yani Tönnies’in Gemeinschaft’ı evrensel bir gerçekliktir.

Durkheim’in, din ile toplum, özel olarak cemaat yapısı arasında kurduğu eşitliği dikkate almazsak, dinlere savaş açmış oluruz. Bireyler ne kadar güçsüz, korumasız kalmışsa cemaatler o kadar etkili sığınaklara dönüşür.

Cemaatleri yok saymak ya da yok etmeye kalkmak dinin toplumsal tezahürüne, dolayısıyla dinin, kendisine savaş açmak demek. Cemaat evrenseldir. ABD’yi Püriten cemaatler kurdu.

Yerel demokrasileri hâlâ onlar işletiyor. Eğer cemaatlerden endişe duyuyorsanız yapacağınız tek şey aralarındaki rekabeti garanti altına almak. Belli bir büyüklüğü aşan ve tekel oluşturan bir cemaat zaten cemaat olma vasfını kaybeder.

Türkiye’de sorun cemaatler veya tarikatlar arası rekabetten değil, bu organizasyonların siyasetle ilişkisinden kaynaklanıyor. Siyaset toplumsal alan üzerinde yükselen bir kapsayıcılık,  bir güç temerküzü oluşturdu. Tıpkı selin yükselmesi ve karanın daralması gibi.

Yükselen siyaset cemaatleri ve tarikatları de siyasi limanlara bağladı. Siyaset asli alanına dönse, kendiliğinden cemaatlere, tarikatlara dönük sorunlar da ortadan kalkar. Özellikle tarikatların geleneksel özerkliklerini korumaları lazım.

Cemaat ve tarikatların yer aldığı dini alan bir genişlemeye uğramıyor; tersine siyaset bu alanları domine ediyor, siyasileştiriyor. Mevzu çok derin. 

Cezaevinde nasıl zaman geçiriyorsunuz, neler yapıyorsunuz?  

Yazıyorum. Hayal gücüne dayalı roman, senaryo gibi şeyler yazıyorum ağırlıklı olarak. Bir de zeytin çekirdeklerinden tespih, kolye, bileklik yapıp sevdiklerime gönderiyorum.

Düşünme, hayal kurma, yazma sizi hapishanenin boğucu atmosferinden uzaklaştırıyor. Yan koğuşlarla, arka koridorla düzenli iletişim kuruyoruz.

Askerler vali, kaymakamlar ve tabii gazeteciler var çevremde. Askerlerin çoğu kurmay subay ve vazife başındalarmış gibi gelişmeleri takip ediyor.

Türküler okunuyor. Nesimi’nin “Minnet Eylemem” ilahisi en favori parça.

Bir söz vardır, “Cezaevinde yıllar kolay geçer, günler ise zor geçer” diye. Doğruymuş.

Herkesin bir tarafı dışarda. Ben de çalışma odamı, yerlerini ezbere bildiğim kütüphanemdeki kitapları özlüyorum.


 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU