Seçim öncesi siyasi partilerin mülteci ve sığınmacılarla ilgili vaatleri tutarlı bir göç politikasını yansıtmıyor

İrfan Tatlı Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AP

Türkiye bir seçime giderken, iktidarın ve muhalefetin vaatlerinin temel akslarından birinin de göç ve mülteci meselesi olduğu görülüyor.

Ancak, her ne şekilde olursa olsun mülteci ve sığınmacıların iç ya da dış siyasette bir pazarlık unsuruna dönüştürülmesi ve istenirse bir eşya gibi araçlara tıkılıp sınırlara bırakılabilecek nesneler gibi görülmeleri, köktenci bir yaklaşımla bu insanların tümünün terörist, sapık, lümpen gibi sıfatlarla tanımlanması gibi söylem ve politikalar ne hukukla ne de insanlıkla bağdaşmamaktadır.


Seçime giderken 

Türkiye bir seçim sathına girerken iktidar bloğunun da muhalefet bloğunun da seçim kampanyalarının ana gündem maddelerinden birini göç ve mülteci meselesi oluşturuyor.

Her iki bloğun bileşenleri de bir seçim vaadi olarak göç politikalarını açıklarken birçok gerçeği bilerek ya da bilmeyerek ıskalıyor.

Güvenlik odaklı bir yaklaşımla ele alınan göç meselesi hakkında doğrudan siyasi parti yetkililerinin ağızlarından yayılan dezenformasyon ise toplumda ciddi bir yabancı düşmanlığına sebep oluyor.

Popülist ve şovenist söylemlerin hava da uçuştuğu kampanyalarda, bir taraf onurlu bir geri dönüşü sağlayacaklarını ancak zaman konusunda bir öngörüde bulunamayacaklarını söylerken diğer taraf ise geri dönüşün bir yıl mı yoksa iki yıl mı süreceği konusunda uzlaşmaya çalışıyor. 

Ancak görülen o ki her iki blok da mülteci ve sığınmacıların geri gönderilmesi konusunda mutabık. İki tarafın, ülkedeki yabancıların sayısı konusunda da bir anlaşmazlık içerisinde olduğu söylenebilir.

Muhalefet ülkede 13 milyon mülteci ve sığınmacı olduğunu iddia ederken, iktidar bloğu ise bu rakamın gerçeği yansıtmadığını söylüyor.

Ancak, bu yazıda iki tarafın söylemlerine değil, temel olarak göç politikalarını belirlemekteki yanlışlara değinmek istiyorum.

Zira, mülteciler, sığınmacılar, göçmenler, Suriyeliler, Afganlar gibi tanımlamalarla bir küme olarak gördüğümüz bu kitlelere dair ithamlarda bulunmadan önce bu kitleleri oluşturan tek ve biricik insanları görmeli ve duymalıyız. 


Göç yönetimi popülist politikalara kurban ediliyor

Hem bir geçiş ülkesi hem de bir hedef ülke olan Türkiye için göç politikaları bir çırpıda belirlenebilecek kadar kolay bir olgu mu?

Siyasilerin göç politikalarına dair açıklamaları biraz irdelendiğinde, bu söylemlerin ne kadar popülist söylemler olduğu da ortaya çıkıyor.

Aslında bu konuda oldukça geniş bir literatür de mevcut. Göçün güvenlikleştirilmesi bağlamında, öncelikle güvenlik meselesi olarak gördüğünüz göç ve göçmen grupları bir tehdit unsuru haline getirerek toplumu buna ikna etmeniz gerekiyor. Ülkemizde yapılan da tam olarak bu. 

Genel olarak bakıldığında, vatandaşlık almış olan ve oy kullanabilen "dünkü yabancıların" iktidar partisine oy verdiğine dair peşin kabul muhalefeti mülteci ve sığınmacı karşıtlığına iterken, özellikle milliyetçi kesimin tepkisi de iktidar bloğunu mülteci ve sığınmacı karşıtı söylemlere itiyor.

Muhalif bloğu bu karşıtlığı sert bir söylemle devam ettirirken, iktidar bloğunun daha yumuşak ve zamana yayıcı bir söylem ve politika izlediği söylenebilir.

Ayrıca, göç meselesi yalnızca Suriyeli ve Afganlar üzerinden okunarak bu iki grubun geri gönderilmesine indirgenmiş durumda.

Bu insanları ülkelerine geri gönderebilirsek göç yönetimini başarıyla gerçekleştirmiş ve göç meselesini çözmüş olacağız gibi bir algı yaratılmış durumda.

Elbette durum bu kadar basit değil. Gerçekçi ve makul bir göç politikasının belirlenebilmesi için hedef ülkenin yanı sıra, kaynak ülkenin de dikkate alınması, göç sebepleri ve göç eden grupların yapılarının incelenmesi gibi birçok bileşenin iyi analiz edilmesi gerekiyor.

Ancak bu şekilde gerçek bir göç politikasına sahip olabilir ve göçü ülkeniz için de faydalı bir insan hareketine dönüştürebilirsiniz.

Bugün Avrupa'nın pek çok ülkesinde aşırı sağcı grupların ülkelerindeki göçmen gruplara karşı yine güvenlik gerekçeleriyle şiddet eylemlerine varan pek çok fiziksel ve söylemsel saldırı gerçekleştirdiği görülüyor.

Türkiye'de ise durum biraz daha farklı. Türkiye'de sol tandaslı partilerin göç politikalarının sağ tandaslı partilere göre daha sert olduğu söylenebilir.

Göç yönetimindeki bu tutum "Türkiye'de aslında sol sağdır, sağ da soldur" tespitinin sahibi İdris Küçükömer'i doğrular cinsten.

Seçim sürecinde birçok siyasi partinin, halkın göç ve mülteciler konusundaki hassasiyetlerini kaşırcasına açıkladıkları göç politikaları ve geri gönderme söylemlerindeki tutarsız ifadeler, ülkedeki göçmen karşıtlığını ve yabancı düşmanlığını da körükler cinsten.

Her gün ekrana çıkan siyasilerden, popülist söylem ve politikalara kurban edilen göç politikaları dinliyoruz.


Göç gerçekten bir sorun mu?

Yapılacak en büyük hata, göçe dair politikalarınızı belirlerken göçün bir sorun olduğu ön kabulüyle işe başlamanızdır.

Bu ön kabulün en önemli nedeni ise göçün yalnızca bir kitlenin yer değiştirmesi olarak görülmesinden kaynaklanıyor.

Artık göçün yalnızca insanların fiziki olarak yer değiştirmeleri olarak algılanmaması gerekiyor.

Göçün doğasındaki taşıyıcılığın yanı sıra, çağımızdaki göç hareketliliği hem dönüştürücü hem de dönüşüme açık bir sosyal hareketlilik aslında.

Ancak göçün bu doğası toplumu belki de en fazla rahatsız eden unsurlara dönüşmüş durumda.

Ülkedeki farklı milletten insanların kendi kültürleriyle var olmaları, ülkelerindeki alışkanlıkları devam ettirmeye yönelik eylemleri toplumun birçoğunu rahatsız ediyor gibi gözüküyor.

Ancak, Almanya gibi etnik milliyetçiliğin oldukça yüksek olduğu bir ülkede dahi Merkel birçok riski göze alarak mülteci ve sığınmacılara yönelik açık kapı politikası uygularken, bu göç dalgasını ülkesi için iyi bir fırsata dönüştürmeyi de büyük oranda başarmıştı.
 


Türkiye ise izlediği açık kapı politikasını ekonomik ve toplumsal bir katma değere dönüştürmek konusunda yetersiz kaldı. Birçok kurum ve yasa 2011 sonrasının ürünü. 

Türkiye'deki mülteci, sığınmacı ve göçmen gruplara meşru bir zemin sağlanamaması da bizim problemimiz.

Böylesi bir zeminin olmayışı, toplum tarafından mülteci ve sığınmacıların gayri meşru gibi görülmesine neden oluyor.

Yasal yollarla göç ve sığınma gibi imkanları kısıtlayan her durum düzensiz göçü de teşvik ediyor. İngiltere'de de benzer problemler görülmekte.

Manş Denizi üzerinden ülkeye ulaşmaya çalışan düzensiz göçmenler yasal yollara yönlendirilmek yerine yakalanarak zorla geri gönderiliyor ya da üçüncü ülkelere gönderilmek isteniyor.

Ancak, bu politikanın işe yaramadığı oldukça açık. Almanya ve İngiltere, önümüzde duran iki örnek.

Sorun olan göç değil, göçü yönetememek, göçü yönetecek yasal ve kurumsal zemini oluşturamamak. 

İktidar, aradan geçen zamana rağmen halen bu konuda eksikleri giderememişken muhalefet ise göç yönetimini "zorla da olsa" geri gönderme üzerine inşa ederek büyük bir hata yapıyor.

Göçü yalnızca ülkenin güvenliği için bir tehdit olarak görerek, tek çözümün ise bu "lümpen sürüsünü" ülkelerine geri göndermek olduğunu iddia ediyor.

İmzalanan mutabakat metinlerinde bunun hukuka uygun yapılabileceği söylense de siyasilerin söylemleri, ilgili uluslararası hukuku yok sayarcasına, tam tersini göstermekte. 


Uluslararası toplumun sorumluluklarını üstlenmesi gerekiyor

Göçün salt güvenlik bağlamında ele alınmasındaki sorumlulardan biri ise başta Birleşmiş Milletler'in ilgili organları olmak üzere uluslararası aktörler.

Göçün küresel bir mesele olduğu gerçeğinin ağırlığına göre politikalar üretilememesi, ülkeleri kendi başlarının çaresine bakmaya itti.

Bu sebeple, göç hareketliliğine daha fazla maruz kalan ülkeler, "göç yükünün" adil paylaşılmamasını gerekçe göstererek kendi politikalarını devreye soktular ve bu durum, göçün ve göçmen grupların siyasi çıkarlar uğruna bir enstrüman olarak kullanılmasının da önünü açtı. 

Giderek radikalleşen söylemler ve göçmen grupların "günah keçisi" ilan edilerek olumsuz olan her şeyin sorumlusu olarak gösterilmesi, uluslararası hukukun ikinci plana atılmasına sebep oldu.

Dolayısıyla, güvenlik odaklı söylemler ve politikalar, mülteci, sığınmacı ve göçmenlerin insan haklarını ve uluslararası anlaşmaları hiçe sayan yaklaşımlara maruz kalmalarına neden oldu.


Demokrasi ve ırkçılık bir arada var olamaz

Seçim sürecinde göç politikaları, göçmenler, mülteciler ve sığınmacılar üzerinden girilen bu tartışmalar giderek ırkçılığın farklı bir boyutuna dönüşmektedir.

Açıkça bir despotizmin işareti olan bu söylemler, halihazırda yeterince kutuplaşmış olan bir toplumda nefreti daha da körüklemekten başka bir işe yaramaz.

Mülteci ve sığınmacılar üzerinden yürütülen bir seçim propagandası da ancak bu amaca hizmet eder.

Göç ve göçün yönetilmesi oldukça önemli meseleler ancak meselenin siyasi düzlemde ele alınarak, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde çözümler üretilmesi gerekmektedir.

Göç meselesi yalnızca güvenlik alanına indirgenerek çözülebilecek bir mesele değildir. 

Oldukça hassas dengelerin gözetilmesini gerektiren böylesine önemli bir konunun siyasetin kirli pazarlıklarına alet edilmesi, nefret söylemleri ile halkın kışkırtılması vahim bir durumdur.

Irkçılığın farklı bir boyutunu temsil eden söylem ve eylemlerden uzak durulması, toplumsal huzurun tesisi için oldukça önemli.

Ayrıca, bir taraftan hukukun bağımsızlığını, özgürlükleri ve demokrasiyi savunurken diğer taraftan yabancılara yönelik nefret söylemlerinde bulunmak büyük bir çelişkidir.

Seçmen nezdindeki güvenirliliği de zedeleyebilecek bu ırkçılığa varan söylemlerden uzak durulması gerekiyor.

Zira unutulmamalıdır ki, demokrasi ve ırkçılık asla bir arada var olamaz.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU