Dünyanın en zor işi; Türkiye’de Kürt olmak (2)

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Geçtiğimiz hafta yayımlanan Dünyanın en zor işi; Türkiye’de Kürt olmak (1) başlıklı yazıda verdiğim sansürleme örneklerinden de anlaşılacağı gibi yüzyıl önce ekmek, dağ, kitap, İstanbul ve benzeri kelimeler ne kadar doğal ise, Kürt ve Kürdistan kelimeleri de o kadar tabiiydi. Fakat daha Cumhuriyetin ilk yılında kabul edilen 1924 Anayasası ve ardından 8 Aralık 1925’te uygulanan Kürtlerin inkarı, Kürdistan'ın yok sayılması ve buna benzer istenmeyen kelime ve kavramların kullanılmamasına dair kanun ve tamimler uygulanmaya başladı. O güne kadar doğal olan her şey bir anda gayri tabii kabul edilip, süreç tersine döndürüldü. Ne olduysa ondan sonra oldu ve bu ülkenin şu yüzyıllık tarihini herkes bilir. Ben burada bu tarihi tekrar etmeyeceğim. Benim amacım bu makalede Kürtlerin kendi varlığından ve hem de coğrafyalarının isminden çektiği insani sıkıntıları bir kaç mesel ile size anlatmaktır.

Mesela bu son günlerdeki Trabzon olaylarını ele alalım.

Düşünün siz Irak'ta, Irak Kürdistanı'nın Halepçe kentinde dünyaya gelmişsiniz. Ailenizden bir kaç kişi 16 Mart 1988 Halepçe katliamında ölmüş; bir kısmı ise halen sakat. Siz bu hikayelerle büyüyorsunuz. Enfal'den, Halepçe'den ve diğer katliamlardan kurtulmuş bir ailenin çocuğusunuz. Zaman gelmiş, Saddam devrilmiş, Ali Kimyavi yargılanmış ve memleketinde kısmi bir refah oluşmuş. Memleketin çok sıcak. Bir kaç günlüğüne de olsa, daha serin daha güzel bir yere gitmek istiyorsun. Sosyal medya mecralarından veya tur rehberliği yapan acentelerden Karadeniz'in ve özellikle de Trabzon Uzungöl'ün rüyalarındaki kadar güzel bir yer olduğunu duyuyor ve bir grup arkadaşınla beraber oraya geliyorsun. Trabzon'a gidene kadar da birçok şehirden geçiyorsun ve Halepçe, Süleymaniye ve Duhok'taki sıcaklığın yarısı kadar bile olmadığını hissediyor, yola çıkmakla, buralara gelmekle ne kadar iyi ettiğini düşünüyorsun. Bu derin duygu ve düşüncelerle ertesi gün Uzungöl'de gezinirken, sadece fotoğraf çekimi için bir platform hazırlandığını ve arkadaşlarınla orada bir hatıra fotoğrafı çekmenin iyi olacağına karar veriyorsun. "Haydi, arkadaşlar, bir fotoğraf çekilelim" diyorsun.  

Fotoğraf çekilirken de, çocuğunun üzerinde Kürdistan yazılı atkısını çıkarıyor ve bir de atkılı bir poz veriyorsun. Gayen bir sosyal medya platformunda fotoğrafını paylaşırken, Halepçe sıcağında, Erbil hararetinde kalmış arkadaşlarına, bak dünyada ne kadar güzel yerler var diye hava atmaktır. Ancak gel gör ki, aslında fotoğraf çekilmek için aldığın çocuk atkısı sadece bir atkı değil. O "bölücülüğün, kışkırtıcılığın, ayrımcılığın" sembolü (!) olan bir bayrak imiş. Oralarda gezinmekte olan; damarlarında kendisinin dahi tarifinde zorlanacağı bir ulusalcılığın ve ırkçılığın kanı dolaşmakta olan bir adam, kırmızı görmüş bir İspanyol boğası gibi sana doğru bir şeyler söyleyerek gelmekte ve elindeki atkıyı alarak, bağıra çağıra bir şeyler söylemektedir. Sen Türkçe bilmediğin için anlamıyorsun. Ama adamın ses tonundan kötü bir şey yaptığını biliyorsun lakin ne yaptığını bilmiyorsun. Bekliyorsun ki ahali sana yardıma gelsin, etraftaki polis veya kolluk güçleri seni kurtarsın. Çünkü kendinden eminsin; kötü bir şey yapmadığını biliyorsun. Kimsenin karısına, kızına bırak laf etmeyi yan gözle bile bakmamışsın. Ama adam bağırıyor, çağırıyor, küfrediyor ve hakaret ediyor. Aslında küfrettiğini, hakaret ettiğini de ses tonundan çıkarıyorsun. Yoksa adamın dilinden de anlamıyorsun…

Sana yardım edecekler diye beklediğin ahali de o adamla beraber sana saldırıyor. Linç etmeye çalışıyor. Ne yapacağını bilemiyorsun. Bir umut gözlerin güvenlik görevlilerinde. Ama o da ne? Onlar diğerlerinden de beter, seni tartaklıyor ve derdest edip nezarete alıyorlar...

Ötesini hepiniz biliyorsunuz, zaten soldan ve sağdan onlarca ehli vicdan gazeteci ve yazar bunları yazdı. Benim tekrar etmeme gerek var mı?

 

kürdistan atkılı turistler.jpg
Irak Kürdistan Bölgesi’nden (IKB) gezi amaçlı Trabzon Uzungöl’e gelen 9 turist 'Kürdistan' yazılı atkıyla fotoğraf çektirmek isterken çıkan olaylar sonucu sınır dışı edilmişti / Fotoğraf: Twitter

 

Şimdi bütün bu kargaşanın Kürdistan yazılı bir atkıyla fotoğraf çektirmek istemenden kaynaklandığını anladıktan sonra sen ne yaparsın? Böyle cahil ve cühela bir dünyada yaşadığına lanet etmez misin?

Gelin bir de Kabe'ye gidelim ve orada dua etmekte olan bir hacının başına gelenleri görelim.

Hacca veya Umre'ye gidenler bilir ki, Hac zamanında her dem, Umre zamanında da bazen Kabe'nin etrafı çok kalabalık olur. Kabe'ye veya Hacer-ul Esved'e yakınlaşmak, elleyebilmek çok zordur. Lâkin bizim hacılardan biri Kabe'nin köşesine kadar gelmiş ve tavaftan sonra ellerini yukarı kaldırıp, sanki Rabb'ulalemîn Kabe'nin damında imiş gibi Allah'a Kürtçe yalvarıp yakarıyor:

Ya Rabbim tu harikariya me bike, Ya Rabbi tu rehma xwe li gel me bike.

Yani şöyle feryad û figan ediyor:

 Ya Rabbim sen bize yardım et, ya Rabbim sen bize merhamet et.

Tam arkasında Türk bir hacı bizim dua edeni dürterek: 

Hacı... Hacı sen Allahtan korkmaz, Kabe'den utanmaz mısın ki, burada da o pis dili kullanıyorsun?

Gariban hacı arkasına dönüyor, muhtemelen ne dediğini bile anlamamış, ama Allah'a bu kadar yakınlaşmışken tekrar dua etmeğe devam ediyor.

İmdi bu Kürt hacı, Türkiye dışından bir Kürt olabilir ve bir kelime dahi Türkçe bilmeyebilir. Biri ona arkasından kendisini dürtenin Türk olduğunu ve dua ettiği Kürtçe diline hakaret ettiğini söylese, adam ne hisseder?

 

medine ıkby.jpg
"Mescid-i Nebevi'ye girmekte olan bu kadın, sırtında ne taşıdığının farkında mı acaba?" (M. Xalid Sadînî)​​ 

 

Yine çok konuşulan bir hac olayı daha var. Oraya gidenler bilir ki her ülkenin hacıları, cami çıkışlarında ve kalabalık ibadet yerlerinde birbirlerini ve rehberlerini daha kolay bulabilmek için geldikleri ülkenin bayrağını ya elbisenin göğsüne ya da sırtına işlenmiş bir şekilde taşırlar. Çoğu zaman taşıyan taşıdığının farkında değil. Ama bizim acar gazeteciler bazen IKYB bayrağını taşıyan hacıları, mesela Arefe Dağı'nda veya Mina'da toplu olarak gördüğünde hemen deklanşörüne basıyor ve altında "Bölücüler Arefe Dağı'ında bayrak açtı" diye yazıyor.

Şimdilerde bir partinin genel başkanlığını deruhte eden bir hanımın İçişleri Bakanı olduğu dönemde, trafik ışıkları sarı-yeşil-kırmızı renklerdedir diye değiştirilmesi gündeme gelmiş ve o renklerin evrensel olduğu, değiştirilemeyeceği söylenmişti de, trafik ışıklarımız kurtulmuştu. Maazallah yoksa şimdi kırmızı-sarı-yeşil yerine mürdüm-beyaz- turkuaz renklerini kullanıyor olabilirdik.

Hatta o zaman İstanbul (ki belediye başkanı şimdiki Cumhurbaşkanımızdı) ve Diyarbakır Belediyelerinin, park ve bahçe düzenlemelerinde özellikle sarı, kırmızı ve yeşil renkli lale ve diğer çiçekleri tercih ettiğini ve bunun da insanları bu renklere alıştırmak için yapıldığını o zamanın gazeteleri yazmıştı. Meraklısı bu gazeteleri bulabilir. 

Değerli okurlar, bu tür yüzlerce örnek daha verebilirim. Kişisel yaşanmışlıkları sahiplerinin ismiyle beraber de verebilirim. Ve sanabilirsin ki ben bunları yazmaktan keyif alıyorum. Hayır. Sadece acı ve ıstırap duyuyorum. Vatandaşlarımın bu hale gelmesinden ve getirilmesinden mutsuzum.

Haftaya Kürtçe meselesi ile devam edelim...

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU