Sonrasında 15 Temmuz darbesinin “yıkıcı” etkileri (1)

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Sistemleri oturmamış toplumlarda komplocu düşünce yaygın oluyor. Bu düşüncenin en yaygın hallerinden biri 15 Temmuz darbe girişimi değerlendirmelerinde gözlemlendi. Her şeyin oyun olduğuna, Erdoğan’ın tekçi iktidar hayalleri uğruna düzenlediği bir tiyatro olduğuna dair neler üretilmedi ki…

Hiç şüphesiz darbeye teşebbüs edildi. Böyle bir darbe     bekleniyor muydu? Bilgiler, darbenin beklendiğini ama tarihinin tam kestirilemediğine işaret ediyor…

Darbeye, 15 Temmuz gece yarısına doğru teşebbüs edildi. 16 Temmuz’da gün ışırken bastırılmıştı. Bastırılmasına rağmen 20 Temmuz’da olağanüstü hal (OHAL) ilan edildi.

Darbe girişimi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın durumu açıklayan unutulmaz cümlesiyle “Allah’ın lütfu” oldu. Sürekli OHAL rejimine dayanarak devlet ve toplum düzeni değiştirildi. Çok partili parlamenter düzen giderek yerini Baasvari tek adam rejimine bıraktı. 

Sonuç olarak, 15 Temmuz darbe girişiminin toplumsal bilinçte yarattığı “şok” ortamı fırsata çevrilerek tekçi rejim inşa edildi.

Tek adam rejimi talebi var mıydı?

Hiç şüphesiz halkın tek adam rejimi talebi yoktu.

Egemenlerin, siyasetçilerin, özellikle muktedir derinlerin böyle bir siyaseti var mıydı?

İşte burada bir sorun var…

Tek adam rejimi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tercihi olarak ortaya çıktı, denebilir.

Ancak o günlerin havasını da hatırlayalım: Erdoğan darbe girişimini yeni atlatmıştı. Üstelik halk, partiler, demokratik eğilimler darbeye karşı çıkmışlardı. Meclis bombalanmıştı. AKP’li milletvekilleri Mecliste, başta CHP olmak üzere siyasi partileri dört gözle beklediklerini, geldiklerinde nasıl da rahatladıklarını hala anlatıyorlar. 

Demem o ki, Erdoğan tek adam rejimini dayatacak halde değildi. Bu hayalini ertelemişti. Bahçeli’nin tutumu güncelledi. Herhalde hadiseyi Bahçeli ile de sınırlamamak gerekiyor; ülkenin ‘muktedir derinleri’ Bahçeli üzerinden tekçi rejimi güncellediler. Darbe girişimi nedeniyle kendini bir hayli zayıflamış gören Erdoğan, bir anda tekçi rejim hayalini gerçekleşebilir bir alternatif olarak önünde bulunca sarıldı, diyebiliriz.

Sonrasında, devlet ve iktidar gücü kullanılarak tekçi rejim topluma dayatıldı.

Darbe teşebbüsü misliyle bertaraf edilmişti. Buna karşın OHAL’in her seferinde uzatılmasına ve sınır tanımayan uygulamalarına, muhalefetin adeta “uzlaşı” içinde ciddi ve sürekliliği olan bir tepki göstermemesi, denebilir ki “seyretmesi” bu espri içinde anlam kazanıyordu.

Olağanlaşan OHAL rejimi şekli bir yasallığa, Kanun Hükmünde Kararname’ye (KHK) dayanacaktı.

Yasama organı, Milli Güvenlik Kurulu tavsiyeleri eşliğinde, fiili olarak Başbakanlık ve Bakanlar Kurulu olacaktı.

Yürütme organı ise Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan olacaktı!

Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın başkanlığında, MGK, iç ve dış politika, askeri, toplumsal ve diğer gelişmelerle ilgili Başbakan’a ve Bakanlar Kurulu’na tavsiyelerde bulunacaktı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlığında toplanan Başbakan ve Bakanlar Kurulu bu tavsiyeleri gözeterek, Kanun Hükmünde Kararnameler ve paralel yasalar çıkaracaktı.

15 Temmuz darbeciliğine direndiği vaaz olunan “Gazi Meclis” devreden çıkarılarak mükâfatlandırılacaktı (!). İçi boşaltılmış bir organ olmanın timsali olarak, istenen zamanda ve şekilde, tersi olması gerekirken önce Kanun Hükmünde Kararname, sonra kanun çıkaracaktı Meclis…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kontrolü ya da bilgisi dahilinde, kim oldukları, nasıl seçildikleri bilinmeyen, muhtemelen Meclis tarafından da bilinmeyen, dar bir çekirdek kadro; asker, polis, yargı YÖK, RTÜK, MİT gibi “eski devlet” kurumlarının içini boşaltacaktı. Süratle atama usulüyle emek, liyakat vb. ölçüleri pek gözetmeden yeniden dolduracaktı…

OHAL, 15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilmişti. Ancak “Terörle mücadele” son derece subjektif ölçülerle OHAL kapsamına alınacak, “eski” rejim mensubu on binlerce akademisyen, gazeteci, yazar, asker, polis vb. tasfiye edilecekti. 

KHK'larla hapsedilen insanların  ailelerine de yaptırımlar uygulandığı oluyor, bir kısmının malına mülküne el konuyor, tahliye veya beraat olanlara iş verilmesi engelleniyor, bir tür “beyaz ölüm” siyaseti uygulanıyordu. Kısacası hukukun "cezaların şahsiliği" ve "ceza içinde ceza olmaz" ilkeleri yerlerde sürünüyor. 

Meclisin devreden çıkarıldığı, temel devlet kurumlarının Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bağlandığı, iktidar çevrelerinin “Türk tipi” dediği, Baasvari tek adam rejimi organize ediliyordu.

İşte fiilen uygulamada olan tekçi rejim, OHAL altında yapılan 16 Nisan Anayasa referandumu ve 24 Haziran Genel seçimleriyle “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” adı altında resmileşecekti. 

Üç yıl önce, üç yıl sonra…

Yeni sistemde yasama, yürütme ve yargı arasında -nispi - kuvvetler ayrılığı yoktu. 

Kuvvetler birliği vardı.

Hemen hemen bütün devlet kurumlarının güç ve yetkileri merkezde, üstelik “tek kişi de” yoğunlaşacaktı.

Ve Türkiye olağan devlet etme biçiminden olağanüstü devlet etme biçimine 3 yıl önce (7 Haziran 2015 Genel Seçimleri sonrası) geçecekti. 

25 Haziran 2018 Genel Seçimleri sonrasında olan yaşanan fiili durumun resmileşmesinden ibaretti.

Modern insan itiraz eden insandı!

İtirazlar, devlet bekası tehlikede, vatana ihanet, dış güçler kuşatması, içeride ve dışarıda savaş, türlü “hileli” yönlendirmelerle baskı ve kontrol altına alınacaktı.

Siyasi iklim sertleşecek; anti-Kürt ırkçı kışkırtma tavan yapacaktı.

Ülke çapında 170 cezaevi boşuna mı yapılıyordu?

12 Eylül darbesinden daha kısa bir süre içinde daha fazla insan “Silivri”lere hapsedilecekti.

12 Eylülcüler, baskıcı ve işkenceciydi, ancak asgari olarak uydukları bir devlet nizamı vardı.

Bir görüş ifade ettiğinizde ya da etkinlik gerçekleştirdiğinizde, ne olacağını şu veya bu şekilde bilebilirdiniz.

Şimdikiler öylesine kuralsız kaidesiz davrandılarki belirsizlik ortamında insanlar şaşkınlık içinde ne yapacaklarını, nasıl itiraz edeceklerini bilemez hale geldiler.

Yılgınlık hali adeta toplumsallaştı.

Havanın “kurşun gibi” ağırlaştığı yaşanmazlıklar koşullanması altında, orta sınıflardan, sermayederlerden, hatta önemli sayıda solcu kesimlerden insanlar, ilk fırsatta kapağı yurtdışına attılar. İçeride halkın ve aydınların geri çekilme eğilimi buna eşlik etti…

Yeni zamanların Türkiye’si tasarımında muhalefetin payına düşen bir yanıyla bunlardı.

Yeni rejim buydu, itaat rejimiydi... Son Başbakan’ın, “İtaat et, rahat et” cümlesi durumu açıklıyordu.

Düşünüyorum da, 15 Temmuz darbecileri başarsalardı, öz olarak farklı ne yapabilirlerdi?

Ez cümle: Darbelerin ve darbe heveslerinin panzehiri katılımcı ve özgürlükçü demokrasidir!...

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU