Sol ve sağ

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Gelişmiş demokrasilerde birbirine karşıt olan fikirler, dünya görüşleri ve bunların parlamentodaki yansımaları ile kararlar şekillenir ve politikalar yontulur.

Bir kâğıdın yırtılmaması ve dik durması için bile farklı iki noktadan kuvvet uygulanması gerekirse, devletler gibi kolektif yapıların da dik durabilmeleri için farklı kuvvetlerce dengelenmeleri gerekir.

Kuvvetler ayrılığı bu noktada devletin yapısal yönünü garanti eden bmir sistemdir; ancak o kuvvetler ayrılığı meclisteki "fikirler ayrılığı" ile dengelenmezse o vakit tek parti rejimleri ve kontrolsüz gücün yol açabileceği "dedim oldu" yönetimleri ortaya çıkar.

Hatalar doğallaşır, hesap vermemezlik ve kutsal liderler kültü gelişir. Vergilerle maaşını alan bir memurdan ziyade "yarı tanrı" liderler ortaya çıkar. Şükür ki bu tarz bir örnekten çok uzaktayız. 


Mesele sosyoloji olduğunda Rumelili genç arkadaşım Batuhan Bozbay ile sıklıkla konuşup yazışırım. Kendisini sosyal medyadan da takip edenler çok şeyler öğrenebilirler.

Bu yazıda onun da analizlerinden faydalandım; çünkü sosyoloji, başlı başına bir alan ve yarım doktorun candan, yarım imamın da imandan etmesine benzemesin diye alanından kişilerin fikirlerini alırım.

Hatta demem odur ki çoğunlukla onun fikirlerini okumanızı istedim çünkü geçenlerde bir meselede kendisine "Kaldır bu tweeti gereksiz yere sana komünist demesinler" demiştim ama aldığım cevapla 'evet, insanlar bunu bilmeli' düşüncesi bende oluştu.

Çocuk aslında "sistemi dengeleyecek bir sosyalist oy oranı olmadan kapitalizm terbiye edilemez ve halk için sosyal politikalar hayata geçirilemez" demek istiyordu.

Ama sosyalistten kastı Türkiye'de laleleri tokatlayan kızıllar giymiş 1 Mayısçıları değildi tabi. Sadece ortamdaki "halkçı" politikaya dair ses eksikliğiydi.

Sosyalizm ve komünizm arasındaki farklılığa ise bu yazıda girmeyeceğim ama. O apayrı bir uzun konudur. Ama sosyolojik çıkarımlarla Batuhan'ın anlattığı meseleyi biraz da kendi örneklerimle daha fazla açacağım.

Çünkü sosyolojiyi keşfederseniz aslında toplumunuzun sosyal DNA'sına mikroskopsuz eğilme imkanına kavuşursunuz.


Arkadaşlar en küçüğünden, en büyüğüne tüm topluluklar dengelenmiş olmaya mahkûmdurlar. Bu dengede denklik vardır ama eşitlik olmayabilir.

Denk ve eşit aynı kelimeler değildirler. Misal, ben senin denginim dediğimizde bu kelimenin yerine "eşit" kelimesini koyduğumuzda aynı manayı karşılamaz.

Denk, gücün, vasfın, kapasitenin birbirini dengelediği noktada geçerlidir. Denk ve eşit matematikte bile aynı değildir ki sosyal alanda aynı olsun.

Hiçbir zaman bilenle bilmeyen birbirine denk olmayacak, hiçbir zaman da eğitimli ve eğitimsiz denk olmayacaktır. Parası olanla olmayan da denk değildir. Ama Tanrı ve adalet önünde "eşittirler".

Bu eşitlik, hayatın başka hiçbir anında söz konusu değildir. Eşitlik insanlar arasında olmalıyken denklik ise onların yarattığı dünyevi sistemlerde geçerli olmalıdır ve hayatidir.

Denklik işte bu sebepten dengenin birinci unsurudur ve hayatiyetini sağladığı ölçüde de tüm topluluklar, üretim; tüketim, bölüşüm ve dolaşım basamaklarını içeren, ama en temelini üretimin aldığı bir çembere bağlıdır.


Merkezini üretimin aldığı bu çember olmadan bir topluluğun varlık göstermesini beklemek olanaksızdır. Üretim, ise yeniden üretime mahkûmdur.

Yeniden üretim için o toplumun belirli anlamlar, değerler başta olmak üzere ortak mutabakat alanlarına ihtiyacı vardır. Okul vb. çeşitli kurumların amacı bu ortak mutabakatları yaratmaktan ibarettir.

Millet olmanın, eşit olmanın, imecenin öğretildiği okullar, insanları vatandaş ve birey olmaya yönlendirirken aslında "vergi mükellefi" olacakları üretkenleşecekleri bir sisteme de onları hazırlar.

Üretim bazlı sistemlerde bu da bir gerekliliktir. Bu yüzden okullar, bu ortak fikriyatın "mutabakatının" sağlandığı merkezlerdendir.

Peki, ama mutabakat nasıl bozulur?

Bölüşüm temelli sorunların pekişmesi sonucu denge ortadan kalktığı an tabii ki.

Çünkü denge üstü kapalı şekilde aktörleri sınırlayarak sistemi çalışır kılar. Dengelenmemiş her sistem tek taraflı işleyeceği ve sonuç olarak bir noktadan sonra meşruiyet krizi yani mutabakat krizi yaşatacağı için varlığını sürdürmesi zorlaşacaktır.

Bir noktada yeniden üretim koşullarına karşı tepkiler yükselecektir.

Bu girizgâhtan hareketle, modern kapitalist dünyanın dengelenme temelli sorununa odaklanmak uygun düşecektir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Türklerin yükselişinin zirvelerinde olduğu 16'ncı yüzyıla gelindiğinde Avrupa'da özetle şöyle bir tablo bulunmaktaydı: 30 Yıl Savaşları ile Protestan-Katolik kırılması yoğunlaşmış, Vestfalya Anlaşması ile Avrupa imparatorluk geleneği parçalanmış ve büyük devletlerin birbirlerini dengelemelerine dair bir sistem ortaya çıkmıştır.

Bu durum, dışarda bunu yaratırken, içerde de hızla meşruiyet Kilise (Tanrı) ve İmparator'dan alınıp kademeli şekilde burjuvazi eliyle kitlelere verilmişti ya da geçmişti diyelim.

Bu son derece sancılı olsa da, sonuçta ortaya çıkan tabloda egemenliği bölünmez ulus devletler, onların çekirdeği olan kapitalizm ve kapitalizmin yarattığı homojenleşme (bükokrasi, dil, kültür, ekonomi vb. her alanda) zeminlenmiştir.

Eski Avrupa'da büyük tarlalara, gelir getiren mülklere sahip olan kilisenin otoritesi, coğrafi keşiflerle ortaya çıkan ve zenginleşen burjuva sınıfı karşısında geriledi.

Neredeyse yazılan tüm kitapları ve kütüphaneleri kontrol eden kiliseye rakip olarak gelişen bir burjuva destekli medya da bu dönemde belirdi ve dini otorite, bilim ve medya ile dengelendi.

Sermaye eğer birbirini dengeleyen güçlere sahipse o sermayenin desteklediği yerlerde de denge oluyor hayliyle.


Ancak feodalizmden kapitalizme geçişle birlikte ortaya çıkan tabloda rekabet, belirsizlik gibi faktörler son derece güçlü olgular haline gelmiştir, çünkü aristokrasinin aksine burjuvazi doğal bir hak ile değil, kazanması, elde etmesi gereken bir hak yani servet ile gücünü koruyabilecektir.

Böylece servetini korumak, onu geliştirmek adına bencil, soğukkanlı, sinsi burjuva ruhu yavaş yavaş kitlelerin özü olmaya başlamıştır.

Bu şartlar altında 1848 sonrası hızlanan kapitalizm, hızla farklı coğrafyalara telgraf, demiryolu, bürokrasi ve tabi medya ile yayılmaya başlamıştır.

Bu durum bugünkü küreselleşmeye bir açıdan benzer bir tablo oluşturmuştur.

Özellikle kapitalizmin dönem itibarıyla en gelişmiş olduğu ülke olan Britanya'da işçi hakları sorunu son derece olumsuz şekillenmiştir.

19 saat çalışma, fabrikalarda özellikle daha kolay çalıştırılmasından ötürü kadınların ve çocukların çalıştırılması vb. faktörler, İngiltere'yi günümüzdeki halinden çok farklı bir ülke yapıyordu.

Hiçbir kule, köleler olmadan dikilmez ve hiçbir imparatorluk da mazlumların kanı ve teri olmadan yücelmez. Bu kuralı aklınızın bir köşesine kazıyın.


Bugün tanımlanan vahşi kapitalizm imgesini oluşturan şey işte o tam o dönemki gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi halklarına ve dışarıya karşı tutumlarının yansımasıdır.

Bu tabloda görünen şey aristokrasinin burjuvazi tarafından etkinliğinin zayıflatılması sonucu, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında dengesiz, eşitsiz bir ilişkinin pekişmesidir.

Tam da bu koşullar altında da sosyalist sol ortaya çıkmıştır; tarih her zaman olduğu gibi pratikten teoriyi doğurmuş, dengelenmemiş bir sistemden, sistemin karşıtını savunan bir okuma çıkmıştır.

Sosyalist sol, benim gibi sosyalizme çok mesafeli bir insan olarak söylüyorum, ülkelerde ses çıkarması ve sistemde ağırlığının olması gerekli bir eğilimdir. Bu eğilim olmadan sermayenin acımasızlığını susturacak pek bir şey yoktur. 


Peki, o dönemin ardından gelen, kamucu refah devleti modeli nasıl oldu da Avrupa'da yeşerdi ve bu dengelenmemiş sistemi bir nebze, belirli bir dönemi kapsasa da dengelemeyi başardı? 

Şöyle açıklayalım: Günümüz dengesiz koşullarını yani yüzde 1'lik nüfusun yüzde 99'un üzerine tahakküm kurduğu günümüzü düşünürsek bu soru ve cevap son derece anlamlı gelmektedir.

Öncelikle şunu anlamakta fayda var: Kapitalizm doğası gereği tekelleşmeye yatkın bir sistemdir. Bunu sadece sosyalist eğilimli okuma ile değil, ana akım bir iktisatçı olan Schumpeter'ın okumasında ve daha nicelerinde görebiliyoruz.

Rekabet altında sürekli üretkenliğini artırmak isteyen sermayedar sadece makineleşmeye eğilimli olmamaktadır; aynı zamanda girdi kalemlerini de kontrol etmek istemektedir.

Kapitalizm sağ siyaseti sever, kapitalizm milliyetçiliği, dini kullanmayı sever. Kapitalizm, din dışı, ahlak dışı olanı da kullanmayı sever.

Kapitalizmin kutsalı olmadığı gibi, kutsal olmayan bir şeyi de kutsallaştırabilir. Kapitalizm, üretim ve tekelleşme ile tek güç olmaya eğilimli olduğu için aşağıya refahı getirme endişesi taşımaz.

Genişleyen ve yükselen pazar, kendi iç standartlarını örneğin ABD'deki saat ücretlerinde olduğu gibi yükseltir ve burada aslında görüntüde bir gelişme varsa da fotoğrafın arkasında ciddi bir sosyal devlet iflası vardır.

Sağlık ve yükseköğretimin neredeyse tamamen paralı olduğu bir sistem söz konusudur. Kapitalizmin getirdiği refah da ancak emperyalist politikaların başarısı ile sadece "belirli bir kesim için" mümkündür.


Bu anlamda meselenin sanayileşme sonrasındaki dönemine bakacak olursak o dönem itibarıyla sermayenin merkezi olan Avrupa'da 1848 sonrası ortaya çıkan tablo 1900'lere gelindiğinde devasa bir tekelleşme yaratmıştır.

Bir tarafta sanayi sermayesinde tekelleşme, öte yanda finans sermayedeki tekelleşme ve en sonunda bunların kurduğu ortaklığın nasıl tekelci sermaye olarak kaynak savaşlarını tetiklediği bugün bilinen bir gerçektir: Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi. 

Ortaya çıkan bu azgın tabloda Batı aydınları kapitalizmin dizginlenmemesi koşulunda ortaya çıkartacağı sorunları görmüş ve kamucu model temellendirilmiştir.

 
Bretton Woods ile dünya rezerv parasının ABD Doları olması, ABD'nin ise Büyük Buhran sonrası New Deal ilan ederek (Roosevelt'in açıkça sendikalardan ve halktan sermaye karşısında attığı bu adıma destek istemesi önemli bir gösterge) kamucu döneme geçmesi bu sürecin uzantısıdır.

ABD üzerinden kurulan bu yeni refah modeli sistemi, geminin dümenini ABD'nin almasıyla Avrupa'ya da sıçramıştır.

1960'larda dünya günümüzdeki gibi değildi. Hayli müreffeh sosyalist ülkelerin sosyal devletleri ve politikaları konuşulmaktaydı.

Rusya liderliğindeki en büyük sosyalist güç olan Sovyetler Birliği, bu konuda kendisini en iyi tanıtan ülkeydi.  

Bu dönemde Sovyetlerde üniversite bursu alarak evlenen ve kiralarını ödeyebilen öğrenciler, ucuz uçak biletleri ile ülkenin bir yerinden diğer ucuna uçma imkânları, herkesin kalabileceği sanatoryumlar, tatil merkezleri mevcuttu.

Sibirya'da İrkutsk'ta öğretmenlik yapıyorsun ama Kırım'a veya sıcacık Soçi kumsallarına gidip bedavadan tatil yapabilme imkânın oluyordu. Yiyip içtiğin de yanına kardı.

Sovyetler Birliği'nde 1922 tarihli iş kanunu, en az beş buçuk aylık çalışma süresi olan tüm işçilerin yıllık iki haftalık izin hakkına sahip olduğunu şart koşuyordu.

Ve 1920 gibi gayet erken bir tarihte, Sovyet liderleri, işçilerin üretim ve işçilikten yıllık molalarının faydasını en üst düzeye çıkaracak bir dizi tatil kurumu yaratmaya başladılar.

O tarihlerde bunları bırakın Osmanlı'da, Avrupa'da bile düşünmek olanaksızdı. Sovyetler, daha ilk senelerinde bir düzeltme yakalayabilmişlerdi.


Genel olarak konuşursak, Sovyetler Birliği'nde yıllık ücretli izin kavramı ancak 1918'de tanıtıldı. 1967'ye kadar yıllık izin ödeneği sadece 12 iş günüydü, ancak daha sonra yavaş yavaş 15'e yükseltildi (bugün 28 takvim günü veya 20 iş günüdür).

Yine de bazı insanlar daha uzun izin hakkına sahipti. Örneğin, bir kişi Sibirya'nın soğuk bölgelerinde veya Kuzey Kutbu'na yakın yerlerdeki madenlerde mesela Murmansk gibi bir yerde çalıştıysa paralı izni 45 iş günüydü. Bunu birkaç parçaya bölüp sene içerisinde 9'ar günlük 5 ayrı kere tatil yapabiliyordu.

Eğitim kurumlarında çalışanlar için izin ödeneği ise 24 ila 48 iş günü arasında değişiyordu. Tehlikeli endüstrilerde çalışan kişilerin ise 36 iş günü vardı. İzne gitmeden önce, herkes tatil ücreti alırdı, yani izinli olduğu süre için ortalama ücreti artı çalıştığı ayın günleri için ücret.

Bu nedenle, iki ila üç haftalık bir tatil için izin ücreti genellikle bir kişinin tam aylık maaşı kadardı. Tabii ki, çoğu insan yaz aylarında tatil yapmayı tercih ediyordu çünkü yazın ayrı bir aurası ve sezon dinamizmi vardır.

Karadeniz kıyısındaki bölgelerde yılın her vakti iklim az çok güzeldir. Diğer birçok bölgede ise yaza mahkumsunuz… Karadeniz kıyıları, Baykal gölü kıyıları gibi yerlerde çokça sağlık merkezi yani "Sanatoryum" mevcuttu.

Buralara insanlar sadece tatil için gelmez, belli bir diyet, bir tedavi ve akşam eğlenceleri içeren programda tüm sene yükünü atarak sağlıklı bir çalışma senesine merhaba derlerdi.

Bu tesisler çoğunlukla abartılı bir "brutal mimari" ile inşa edilir ve binlerce tesisle Sovyetler Birliği, "refah ülkesi" algısını verirdi.

O tarihlerde dünyadaki 68 kuşağı türü sol sempatizanı gruplar bir parça da bu özentiyle ağızları sulanarak sosyalist olmuşlardır.

Çünkü 80'lerin sonundaki Sovyetler ile 60'ların sonundaki Sovyetler arasında Ay'ın iki ayrı yüzü kadar fark vardı. Tatilcilerin hiçbir şey harcamayacakları "her şey dahil" tatil sistemi aslında ilk Sovyetlerde uygulanıyordu ama devlet eliyle.

Yeteneksiz biri de olsanız, bir mahkum da olsanız mutlaka bir işiniz ve maaşınız oluyordu çünkü dinin kaldırıldığı sistemde kutsallaştırılan şey emekti.

Yasaklanan ya da batıl inanç olarak öğretilen dinin "veremeyeceği" iddia edilen cenneti de emeğin karşılığı ile vermek zorundaydı devlet. Vermeliydi ki kendini ispat edebilsin. 


Tatil yerine bağlı olarak harcayacağınız kuponun değeri de değişiyordu tabii ki. Deniz kenarındaki bir sağlık tesisinde üç haftalık tatil kuponu 160-220 rubleye (aylık ortalama maaş 170 ruble civarında idi) mâl olurken herhangi bir tıbbi tedavi maliyeti olmayan bir tatil oteline verilen bir kupon ise yaklaşık 40 rubleydi.

Burada da sadece tam pansiyon konaklama, havuz gibi imkânlarınız vardı. Genelde hiç kimse tam fiyatı ödemek zorunda değildi ve ödemiyordu da.

Örneğin işçiler tam miktarın yalnızca üçte birini öderken, emekliler, gaziler ve bekâr anneler ücretsiz tatil kuponları alırdı.

Sistemin işleyişini sağlayan ve Sovyet halkının içerisindeki "devlet düşmanlarını" ayıklamakla yükümlü olan muhbirler de vazifeleri karşılığında ücretsiz veya çok az bir ücretle tatillerini yapabiliyorlardı.

Bunun yanında belirli bir başarıyı yakalamış lisanslı sporcular, bilim adamları, şairler, yazarlar ve sosyalist sistemi yücelten herhangi bir edebiyatçı da para ödemiyordu.

Yabancı bir ülkede ajanlık yapmış biri ya da "din ve dogmalara karşı mücadelede başarı" sertifikası almış biri de paralı tatil yapmıyordu.

Özgürlüğün ve düşünce hürriyetinin numunesi olsun diye din belli bir sembolik kurumda temsil ediliyordu. Aslında din resmen yasak değildi ama gerçekte bitirilmişti.

Mesela Stalin sonrası Sovyetler Birliği'nde müftüler vardı ve yakın zamana dek müftü olan Talgat Tacüddin, Özbekistan, Buhara'da o dönemde faal olan bir medresede eğitim almıştı.

Müslüman "alimlere" sahip olmak, Sovyetlerin İslam ülkelerinde özellikle Arap sosyalizminde karşılık bulmasını ve önyargısız sosyalizm fikrinin yayılmasında önemli bir araç oluyordu.

Din, araç olarak sosyalizmin hizmetinde tutuluyordu. Hutbeler sosyalist fikirleri yayıyor, dini yayınlar (ki sınırlı olarak basılırdı) Sovyetler Birliği'nin ideallerine tam hizmet edecek doktrinleri din sosuyla sunuyordu.

Okullarda okutulmayan, medyada yeri olmayan ama kendi köşesinde duran ve bir İslam dini vardı ve bir Baasçı Arap lider ziyarete geldiğinde karşılama komitesinde veya yemekte çağrılan bir "müftü efendi" dekoru ya da figüranı vardı.

Tabii ki bu müftüler de KGB'nin yetiştirdiği kişilerdi. Tıpkı Komunist Bulgaristan'daki Nedim Gencev gibi…  

İslam ülkelerinde Sovyetlerin nüfuzunu yaymaktaki vazifeleri karşılığında bunlar da sistemin tüm nimetlerinden bi hakkın faydalanırlardı.

İşte Sovyetler Birliği'nin İngilizlerin ifadesiyle "heyday" günleri ('hey gidi güzel günler' diye esprili bir şekilde çevirelim) bunlardı.

İnsanlara idealizmi konfor sosu olmadan verirseniz ve belirli ihtiyaçlarını karşılamazsanız o idealizm halkta geniş taban bulmuyor.

Bu sebeptendir ki Sovyetler Birliği'nde ansiklopedide "özgürlük" kelimesinin karşısında şu yazmaktaydı: "İhtiyaçların karşılanması".


Ömrünüzde başka bir bayrak görmeden doğup büyüdüğünüz bir ortamda özgürlüğün kafada bir başka kavramla yer bulması çok zordur. 'İhtiyaçlarım karşılanıyorsa özgürüm. Daha ne?' dersiniz.

İşte vatana bağlılık için Sovyetlerdeki beyin yapılandırmasında farklı etnisitelerin ve milletlerin özgürlük kavramını akıllarda bir düşünce ile sabitleyen ana algı buydu.

Bildiğiniz farklı bir özgürlük yoktu ve olamazdı. Çünkü özgürlük, aklınıza gelen ve görebildiğiniz her şeyi size sağlayan devletinizce sizlere veriliyordu.

Özgür bir Azerbaycan, özgür bir Özbekistan ve özgür bir Kazakistan fikri çok ama çok uzaktı. Buna rağmen Elçibey ve Kırımoğlu gibi mükemmel vatanseverler bu dönemlerde milletleri adına özgürlük için ortaya çıkabilmiş veya hapiste bedel ödemişlerdi.


1960'larda yaşayan birinin Batı ülkelerindeki ağır çalışma koşulları (tabii ki iyi de ödüyorlardı) yanında konforun esas adresi olan Sovyetlere ağzının suları akar şekilde bakmasının sebebi bu gibi avantajlardır. Başka bir şey yoktur. Yani 'emek, barış, özgürlük' gibi fikirleri külahıma anlatın.

Şimdilerde nasıl yurtdışında AB veya ABD'de bir pozisyon bulup o sevinçle sosyal medya hesabında pasaportu ve uçak biletini paylaşan ve daha öndeki bir refah ülkesine gitme heyecanı yaşayanlar varsa o dönemde de refahın ama daha çok konforun ülkesi Sovyetlere özenti bir realiteydi.

İdeolojik sempati elbette vardı ama o ideolojiyi sempatik hale getiren de buydu. Parası biten ideolojilerin satacağı genelde pek bir şey yoktur zira. Kutsal devlet ve o devlet için ölmek fikrinden ötesi verilemez.

Sovyetler bu kutsal devlet fikrini II. Dünya Savaşı'nda yaşadı ve tatillerin iptal edildiği tek dönem de o dönem oldu.

Sonrasındaki senelerde Sovyetler Birliği dağılana dek bu sistem, devletin kaynakları ölçüsünde sonuna kadar sürdürülmüştür.


Sovyetlerin bu süreçte tek faydası, pek çok ülkede sosyalist sol sisteme eklemlenerek sosyal demokrasi haline getirilmiş bir sistemi tetiklemesi olmuştur.

Bu şekilde sendikal haklar kabul edilmiş, böylece azgınlaşan sermayeye karşı devletin gizli müttefiki olmuştur ve ülkelerde dengeden söz etmek mümkün olmuştur.

Örneğin yarı Avrupa kapitalizmi yarı Sovyet sosyalizmi arası bir yapı geliştiren İsveç ve temsil ettiği İskandinav sosyalizmi de 1980'ler başına dek mucizesiyle adından söz ettiren bir sistemdi.

Bunu da şüphesiz toprağının altındaki demir filizi ve gayet yüklü "çelik üretimi" ile başarıyordu. Sonraları İsveç bunu da hakkıyla sürdüremedi ve günümüzde hala bunun sıkıntılarını yaşamakta.

Sosyal devleti ayakta tutmak için devasa bir vergi yüküyle sistemi adeta inadına sürdürmekte ise de sistem şu anda eski fakir komşusu Finlandiya'nın gerisinde bir refah düzeyine yenik düşmüş durumdadır.

Sonuçta hepsi de az çok bir dengeyi yakalamıştır. Avrupa ülkelerinde sosyal demokrasinin başarısı da işte budur. Sosyalist ideallerle kapitalizmi dengelemeleri.

Bugün geriye dönüp refah devleti olarak tanımlayabileceğimiz tüm değişkenler işte bu dengelenme sürecinin sonucu olarak doğmuştur.

Arnavutluk mesela o sosyalizmi eline yüzüne bulaştırdı. Yugoslavya da ABD dolarları aşısı ile ayakta tutuldu. Alınan paraları kenara koyup baktığınızda sistemin nasıl sürdürüldüğünü görmektesiniz.

Peki, hikâye nerede koptu?

Çok sayıda değişken bulunsa da David Harvey'e göre 1960'ların stagflasyon dalgası, 1973 Petrol Krizi ile maliyet enflasyonu dalgası, teknolojik ve lojistik gelişim ile sermayenin sabit sermayesini ucuz iş gücü olan ülkelere yayabilmesi sonucu sistem rafa kalktı.

Bu birikim modelinin revize olması demekti ve beraberinde yeniden bölüşüm ilişkileri değişime uğramalıydı.

Aslında neo-liberalizm adına kamucu modelin tasfiyesi bu yeni birikim modelinin, buna ilişkin bölüşümün tanımlanması adına olmuştur.

1980'lerde Britanya'da Margaret Tatcher, ABD'de Ronald Reagan, Türkiye'de Turgut Özal gibi sağ eğilimli politikacıların kürsüye çıkması, politik olarak kamucu devlete karşı tutum koyması tam olarak küresel sermayenin yukarıda ifade ettiğimiz yeni pozisyonunun yansımasıdır.


Turgut Özal'ı, dindar yönü ile tanıtıp sevdiren bu küresel sistem (aslında kendisi değil annesi tarikatlı idi), onun Dünya Bankası geçmişini pek az zikreder.

O da bir denge kurmuştu. Eşi Semra Hanım mayosunu kendisi de şortunu giyer poz verir ancak hacca da giderdi.

Eşi bu konuda "Çok seyrek içki içerdi. Arada bir, biz zorlayınca bir kadehe konyak koyar içerdi. Ama 1987'deki kalp ameliyatından sonra ağzına hiç içki koymadı" demiş.

Resmi davetlerde ise beyaz şarap yerine elma suyu, kırmızı şarap yerine vişne suyu koyup içermiş.

Rahmetli Turgut Özal, bir dengeyi korumaya çalışırken yönettiği toplumdaki dengeyi de koruyordu.

Ancak Thatcher, Özal ve aktörlükten ABD başkanlığına gelen Reagan gibilerinin başa geçmesini bu küresel sistemin iradesine bağlıyorum.

Bu sistem, size istediğinizde birini sevimli de gösterebilir sevimsiz de. Bir anda askeri vesayetin demokrasiye geçme kararı alması ve Turgut Özal gibi gayet ılımlı bir denge adamının ipleri ele alması da eşyanın tabiatına aykırıdır.


Dünya Bankası gibi kapitalizmin kabesi olan bir kurumda ekmek yiyen bir insanın ne kadar dindar olabileceğini sorgulamayan İslamcılar, milliyetçiler ve sosyal demokratların da kendisini ait hissedebilecekleri 4 eğilim (AP, MSP, MHP, CHP) böylece Turgut Özal liderliğindeki ANAP'ın kadrolarında küresel sermayeyle barışık bir Türkiye'nin günümüze gelmesini sağlayacak dönüşümü yapacaktı.

Sonrasında bu yönetim güçlenip "milli" hissiyatla Sovyetlerden ayrılan "Türk dünyasında bir atılım" yapmaya yeltendiğinde ise Özal'ın ipi çekilecekti.

Özal'ın Özbekistan ziyareti videosu ünlüdür. Bu videoda İslam Kerimov'la yaptığı görüşmedeki işaret parmağını kaldırarak yaptığı konuşmadaki buyurgan tavrı ve konuşmasını izlerseniz o dönemler FETÖ'nün rolünü de anlayabilirsiniz.

Özal, Kerimov'a FETÖ okulundaki öğrencileri göstererek "işte bunlar Özbekistan'ın geleceği" diyordu. 
 

 

Oradaki ifadesinde şahsen bu okulların kimlerce fonlandığını bilmediğini sanmıyorum.

MİT, şimdi olduğu gibi o dönemde de cemaatin ciğerini biliyordu ve kendisine bağlı kurumdan gelen her şeyi dikkate almakla yükümlü olan bir Başbakan elbette bir şeylerin farkındaydı.

Büyük olasılıkla küresel sermaye ve onların sahadaki badem bıyıklı piyonlarını refere ederek onlarla da bir "denge kurma" çabasındaydı diye yorumluyorum.

Ertesi gün Buhara'da İmam Buhari türbesini geziyordu mesela. Bu da tarikatçılara ve tasavvufçulara göz kırpmasıydı.

Özal döneminde Refah Partisi'nin doğru dürüst oy alamamasındaki en büyük sebep de dört eğilimi şiddetle kendi şahsında ve politikalarında ve tabi icraatlarında beslemesiydi belki de.

Özal sonrası dönemde dört eğilim iğdiş edildiğinden, halk da her bir eğilimin gerçek adreslerine gitti.

80'lerde gerek İngiltere, gerek ABD ve gerekse Türkiye'de bu yeni yöneticilerle başlatılan şey hızla sendikaların tasfiyesi, devletin küçültülmesi girişimi olmuştur.

Ancak neoliberalleşme temelli küreselleşme adına kırılma 1990'larda görülmüştür. Özellikle SSCB'nin dağılması ile sosyalist sol korkusu kalmayan sermaye, ABD'de Bill Clinton, Britanya'da Tony Blair gibi isimler ile bir anda geleneksel solu bugün ABD'de Obama-Clinton-Biden ekolünün temsil ettiği çizgiye sokmuştur.

Böylece sağda ve solda neoliberalleşmeye dönük olumsuz aktörler tasfiye edilip ideolojiler revize edilmiştir. 


1990'larda kısa süre içinde çok sayıda uluslararası kuruluş kurularak sermayenin rahatça gezindiği küreselleşmiş bir dünya ortaya çıkmıştır.

Bu durum pek çok olumlu şeyi getirse de, olumsuz tabloların başında prangalarından kurtulmuş vahşi kapitalizmin kendisi bulunmaktadır.

Hızla tekelleşen sektörler, yüzde 1'lik nüfusun yüzde 99 üzerinde kurduğu tahakküm, özellikle pandemi sonrasında bunun katlanarak artması işte bu prangalarından kopan kapitalizmin yarattığı bir durumdur.

Yani hikâye başladığı yere geri dönmüştür: Dengelenmemiş bir sistem. Kapitalizm, bu dönemde deyimi yerinde ise köpeksiz köyde değneksiz gezer olmuştur.


Türkiye'de sosyal demokrasinin varlığı değil de yokluğu söz konusudur. Kendini o sosyal demokrasinin yerine koyarak yolsuzluk ve kadrolaşma bataklığına batmış partilerin harcadığı şey sadece sosyal demokrasinin ismi değil, aynı zamanda alternatif bir ümit olasılığıdır.

Gelinen noktada Türkiye, milliyetçiliğin başarısına mahkûmdur ve milli retorikle süslenmiş ve halkını inandırmış herhangi bir idareci, her türlü muhalefeti "gayrı millî" olmakla susturabilir ve bunun da birinci sorumlusu, sosyal demokrat rolünü oynayıp başarılı olamayan ve inandırıcılığını kaybedenlerdir.

Tekrar ediyorum ki Türkiye, milliyetçiliğin başarısına mahkûmdur. Çünkü gerçek bir milliyetçi, milletin sosyoekonomik dokusunu ve geleceğini kurtaracak sosyal ideallere bağlı olmalıdır.

Pasaportunu alanın sevine sevine gittiği milli ve dini retoriklerin havada uçuştuğu ülkede milliyetçiliğin hikâyesinin yeniden yeni bir enerji ile yazılması şarttır.


Milli olmak, bu ülkeyi bir ülkü ile yeniden yükseltmenin artık tek çaresidir. Ömrünü bitirmiş sosyalizm ve komünizm idealleri ve hikâyesini boş beleş kişilerin elinde harcamış "sosyal demokrasi" yaygarasına karşı retorik ve söylemle değil, eylemle ve inançla yürümek gerekmektedir.

Protokol kalabalığı ve güçlü liderler değil, kızına ayakkabı alamayan Elçibey gibi liderleri yetiştirmek ve bu ülke evlatlarının başına koymak zorundayız.  Koyduğumuz zaman anlayın ki bin yıl daha kazandık demektir.

Biz, sosyal demokrasinin dine karşı tavır aldığı, eşarba, inanca karıştığı yılları da hakkıyla aşamadık. Hafızamızda yara etmiştir bu dönemler…

Dindar kesimin de içinden belki haklı olarak atamadığı bu mesele artık bir kan davası gibidir. Net bir şey vardır ki Türk halkı, muhafazakâr bir toplumdur.

Her türlü garip ve anlaşılmaz sapıkça inancın, fikrin dolaştığı veya dolaşıma sokulduğu, kutlu kişiler ve eleştirilemez taşralılarla dolu bu büyük coğrafyada Toroslardaki bir yörük göçerinin sağdığı süt kadar saf ve temiz bir umut da vardır.

Umut iyidir. Bazen öldürücü, bazense başa bela sebebidir. Özgürlüğü alınmış ve boyunduruk altına alındığında, kişinin hapishane duvarlarının dışına bir güvercin gibi çıkabilen tek varlığıdır.

Doğu Türkistan'da hapislerde olanlar için de umut vardır, adaletsiz bir antlaşma ile katilleri ile aynı çatıda yaşamaya itilmiş Bosna Hersek'te de. Barış döneminde aniden saldırıya uğrayarak sınırın dışında kalmış olan Rumeli topraklarındaki insanlarımız için de.

Ama umudun amiral gemisi kazanmalıdır ki diğer coğrafyalara bir işaret fişeği gibi yayılsın ve ışık olsun o umut. İspatlanmamış ve zafere ulaşmamış umut, züğürt tesellisidir.

En kötü dönemde, Yunan Sakarya'yı geçerken dirilen umudu yükselttiğimiz gibi, en zor dönemlerde de o umudu çekip çıkaracak olanlar yine bizleriz.

Her yok oluştan sonra umudu inşa edecek olan da bizleriz. Uğrunda ölenlerin üzerinde kurulacak bir cennet vatana yemin edenler ve belki onu hiç görmeyecek olanlar da.

Biz kalıcıyız, bizler asil, bizler kurucuyuz. Biz bu toprakların milli olan ruhuyuz. Milli olmayan ne varsa gidecek ve bizler kalacağız.

Biz fizik bedende kalmasak da fikirlerimiz kalacak ve bu topraklarda yeni bir hikâyeyi yeniden yükselteceğiz. Bizler ittihadın bizler terakkinin ve gelişimin yeniden mimarı olacağız.

Dünya savaşına hiç girmeseydik, boğazları hiç kapatmasaydık, Rusya'da Ekim Devrimi asla olmayacak ve dünyaya sosyalizm asla gelmeyecekti ve hiçbir zaman dünyada yayılmayacaktı.
 

 

Dünyada komünizm gibi bir canavar, kapitalizme karşı hiçbir zaman gelişip rakip olmayacak ve bir güçler dengesinde hayatta kalacak Türkiye Cumhuriyeti de olmayacaktı.

Deyimi yerinde ise Türk, savaşa girmekle komünistlerin devrim yaptığı Rusya'yı yanına çekmiş ve onun silahlarını kullanarak Kurtuluş Savaşı'nda görünürde Yunanistan'ı; gerçekte ise onu önden süren İngiltere'yi ve Batı emperyalizmini mağlup etmişti.

Sonraki dönemde bu iki ülke ile kurulan dostlukla da yine bir dengeyi yakalamıştık.


Sadece Türkiye Cumhuriyeti değil, II. Dünya Savaşı sonrasında istiklaline kavuşan birçok mazlum milletin doğuşunun da mimarı, eğer dediklerimi doğru okursanız, dolaylı olarak bizleriz.

Bu konuda geçen aylarda yazdığım "İttihatçı düşmanlığı ile şeref tribününe selam vermek" adlı makaleyi okursanız meseleyi iyi anlayacağınızı düşünüyorum.

Bizler kalemimiz gizli odalarda, kilitli kapılar ardında kırılmışken son nefesimizle son bir savaşa girerek bir küresel denkliğin kurucusu olmuştuk.

Boğazları kapatmasak Çarlık Rusya'sı devam etseydi komünizm mi olacaktı dünyada? Kapitalizm karşısında ona denk bir güç mü olacaktı? Konuşulacak bir Sosyal Demokrasi mi olacaktı? Bunları düşünün diye yazıyorum…


Dünyadaki dengeyi kurmak için içeride aç ve tok arasında dengeyi kuracak olan, kurması gerekenler de bizleriz.

Dindar ile dinsiz, milliyetçi ile vatansız, birey ile tebaa arasındaki denge de bizim ve başarımızın elimizdedir.

Hepsi ekmek yiyecek ve mutlu mesut yaşayacak istiyorsak, onlardan sonra gelenlerin kendilerini "ait hissedecekleri ve borçlu hissedecekleri" vatan düşüncesini de biz inşa edeceğiz.

Milliyetçi kimselerin vatansız evlatları olabildiği gibi, vatansız kimselerin de doğru bir idare ile milliyetçi evlatları olabilmektedir.

Ülkeden sürgün edilen 150'liklerin çocuklarından birçoğu bu ülkeye faydalı kimseler haline getiren de yine bu cumhuriyettir ve önümüzde güçlü bir örnek olarak durmaktadır.

Milli başarı ve milli çöküş insanları en keskin şekilde dönüştüren süreçtir. Başarı hikâyeleri onları babalarının hatalarına değil, devletine bağlı kılar.

Tersi durumda ise "üstün ırk" hikâyeleri ile dehlenmiş bir Alman Nazizm'in bir toplumu birkaç sene sonra yarım ekmek için fahişelik yapacak noktaya dönüştürdüğüne de şahidiz.

Yöneticilerin başarısı ve başarısızlığı biz ve bizden sonrakilerin efendi ya da köle, birey ya da tebaa, diri ya da ölü olmalarını sağlayacak olan şeydir ve yöneticilerin başarısı için de "Hayır!" diyecek seslerin ve siyasi dengelerin olması şarttır.


Hiç kanmayın sağ iktidarlar tebaa, sosyalist iktidarlar birey meydana getirir laflarına. Venezuela'da şu anda sağ iktidar mı var? Herkes tebaa. Sovyetler döneminde de sisteme hayır diyecek kaç kişi vardı?

Komünist ülkelerin de en ciddi sıkıntısıdır sistemi dengeleyecek bir sağ partinin olmaması. Çin'de Komünist Parti'nin uygulamalarını ve insan hakları ihlallerini dengeleyecek ne vardır?

Uygur Türklerinin iktidarın zulmünden sığınacakları hangi parti vardır Çin'de? Bir siyasi denge olsaydı o vakit barış da olabilirdi değil mi? Ya da en azından bu kadar zulüm olmazdı…

Sağ ve sol değil, orta yoldur aslında Türk milliyetçisinin yolu hatta Atatürk'ün ilk dönemlerde Sovyetlerle olan iyi ilişkilerinin sonraları değişmesi de milli refleksinden kaynaklıdır.

Türkiye'de sosyalizm diyenlerin ağırlıklı olarak (hepsini kastetmiyorum) vatansız ve ülkeyi bölmeye hazır tutumları (benzeri maalesef muhafazakâr bazı kliklerde de mevcut) ve dine karşı son derece patavatsız tutumları, sosyalizm ve komünizm kelimelerinin bu topraklarda adeta lanetlenmesine sebep olmuştur ki bu, komünizm için son derece isabetlidir bence.

Milli insanların alternatif olmak veya yoksa da üretmek gibi bir sıkıntısı vardır. Yoksa da olmalıdır. Bu yazıda da en çok bunun üzerinde durmaya çalışıyorum.


Milli insanlar, milletinin iyiliğini isteyen, hayatiyeti milletinin başarısına bağlı olan diğer milletlerin de refahı ve güvenliğini isteyen samimi milliyetçilerin yükü ağır, görevi uzun ve çok da meşakkatlidir.

Dengeyi kurmak güçsüz anında savaşa girmeyi de gerektirir ve biz bunu başarıyla yapmıştık. Şimdi de aynı dengeyi refah ile bir işler hikâye yazmakta kullanmamız gerekiyor.

Bu denge yakalanırsa anlayın ki meşru ve sağlam bir düzen kurduk demektir. Ama demek değildir ki o düzenin gölgesi altında huzurla yaşayacağız…

Büyük olasılıkla görmeyeceğimiz bir şeyi çocuklarımız veya onların çocukları için istemek durumundayız.

Çünkü güçlü ve dengeli bir yapı çoğunlukla bir insan ömrüne sığmaz, sığmak zorunda da değildir.


İlk satırlarda ifade edildiği üzere, dengelenmemiş her sistem meşruiyet krizini pekiştirir, insanlık tarihindeki devrimler ve savaşlar bu yoğunlaşan çelişkinin kaçınılmaz sonucudur.

Bugün dünyada yaşanan tablo budur: Çelişki yoğunlaşmaktadır. Bu anlamda İkinci Dünya Savaşı'na ve otoriter iktidarların yükselişine dünyayı götüren şey, bölüşüm ilişkilerindeki bozulma ve siyasetçilerin halktan tamamen koparak meşruiyet krizini pekiştirmesi olmuştur.

Bugün dünyada ortaya çıkan tablo da öncekilerin benzeridir: Silahlanmadaki artış, siyasetçilerin halktan kopması, TV tartışmalarından kaçınmaları, tartışmasız ve mutlak kutsal önderlere dönüşmeleri, aşırı zenginleşmiş siyasetçiler veya siyasetçi iş adamları ağı ve daha niceleri insanlığın yakın dönemde yaşadığı dengesizliğe dair tabloyu bizlere tekrar sunmaktadır.

Bu açıdan mevcut siyasal tabloda kapitalist sistem bir dünya savaşı, ciddi krizler ve halk hareketleri görerek yok olmak istemiyorsa, neoliberalizm kenesinden kurtulması ve hücresine geri dönmesi gerekmektedir.

Aksi halde yaklaşan şeyin sesini duymamak imkânsızdır ve korkarım bu ses barutun, ateşin ve yıkılan binalarla acı çığlıklarının sesi olacaktır.

İnsanlar inandıkça ve haykırdıkça ezanlar hiç susmayabilir; ama sütsüz ve anasız kalmış yavruların kahkahası sussa her şey susmuş demektir.

Susmasını istemediğimiz şey de odur. 

Dixi et salvavi animam meam.

Saygılarımla.    

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU