Etkileşim ve kültürel yayılma

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

İskender Bey Meydanı (Tiran)

Milletler, toplumlar 4 tür etki ile algılarını genişletme imkânına sahiptir. Bunlar; kültürel etki, ekonomik etki, siyasi ve beşeri etkidir. Bu etkiler ile belli bir alanda etki alanı meydana getirirler.

Kültürel etki alanı, ekonomik etki alanı, siyasi etki alanı, antroposirküler etki alanı

Sonuncusunu açıklamam biraz zor olacak ama en iyi şekilde deneyeceğim. Önce ilkinden başlayalım. Sonrasında ise neyi ne için anlattığımı anlayacaksınız. Oradan da bir çıkarıma giderek durum değerlendirmesi yapıp geleceğe dair projeksiyonlama yapacaksınız.


Arkadaşlar, bir milletin diğer milletlerde uyandırdığı intiba, belli imgelerin algılara oturmasıyla oluşur.

Arap dendiğinde aklımıza Arap kıyafeti giymiş kimseler, petrol veya deve veya kum tepelerini hatırlarız.

Meksikalı dendiğinde kısa boylu, bodur, esmer ve o geniş şapkaları takmış, panço giymiş kimseler gelir.

Rus dendiğinde kaba saba, eşofman giymiş ve kalın altın zincir takmış biri de akla gelebilirken, eğer hayatınız Sankt Petersburg'da geçmiş ise aklınıza daha aristokrat ve kültürlü bir Rus tipi gelecektir.

İskandinav dendiğinde soğuk ve mesafeli tipler veya sistemli sosyal devletler gelebilir; İtalyan dendiğinde sıcakkanlı ve konuşkan insan tiplerine yönelik ortalama intiba, farklı bölgelerde karşılaşılan imgelerin akılda algılara oturmasıyla oluşur.


Bir milletin meydana getirdiği ve somut ve soyut şeylerin tamamına kültür denir. Mimarisi de, mutfaktaki yemeği de kafası bozduğunda ettiği küfür de o milletin içerisinde bir süreç içerisinde oluşmuş bir kültürün ürünüdür.

Toplumlar devletleştiklerinde belli bir sahayı egemenlikleri altına alırlar. Egemenlik altına alınan sahada yaşayan üst kültür ve alt kültür, birbirini etkiler.

Üst kültür, devleti kuran ve resmi dilde, literatürde, mimaride, sanatta, folklor, siyaset, medya ve orduda hakim olan kurucu kültürdür.

Alt kültür ise devletleşme sürecinde yaşadığı bölgenin ya da sosyolojik yapısının elvermemesi sebebiyle alt kültür olarak kalmış olan ya da üst kültürün hakimiyetini desteklemiş, ona tabi olmuş veya onun hakimiyetinde yaşamaya alışmış kültürdür.

Birleşik Krallık'ta İngilizler üst kültür, İskoçlar ise alt kültürdür. Bulgaristan'da Bulgarlar üst kültür, Türkler ise alt kültürdür.

Ancak aynı Türk toplum Türkiye'ye geldiğinde, kurucu milleti olduğu ülkenin üst kültürü haline gelir.

Polonya'daki bir Alman da Polonya'da alt kültür unsurudur ama Almanya'ya göç ettiğinde orada cumhurbaşkanı ya da başbakan olabilir ve üst kültürüne ait olduğu topraklardadır.

Bunu açıkladı isek hemen devam ediyorum. Ne demiştik? Toplumlar devletleştiklerinde belli bir sahayı egemenlik altına alırlar ve egemenlik altına alınan sahada yaşayan üst kültür ve alt kültür, birbirini etkiler. Tabii ki etkiler ve hep etkileyecektir de.

Dünya Ay'ı yörüngesinde tuttuğu büyük çekim gücüne karşın Ay da Dünya'yı çeker. Çeker ama sadece denizlerini bir parça yükseltir ve ona gel-git deriz. Bu kadar çekebilir Ay yeryüzünü.

Ayrıca güneş kadar olmasa da az da olsa bir aydınlatıcı etkisi vardır geceleri. Demek ki Yeryüzüne tabi olan Ay'ın bile yeryüzünü etkileyici bir özelliği olabiliyor.

İşte bu şekilde üst kültür ve alt kültür arasındaki etkileşim kaçınılmazdır. ABD'de insanlar sabah akşam hamburger yemiyorlar elbette. Bazen Hint yemeği ve bazen de Çin yemeği yiyorlar. Gün oluyor Spagetti ve gün oluyor Şavarma da denilen döner yiyorlar.

Kültürel yayılmaya uğrayarak üst kültürün içerisinde yayılma alanı bulan bu yiyecekler aslında alt kültürün yiyecekleridir. Ancak ABD halkını da etkilemiştir.


Çoğu kez bir Arap yiyeceği olan lahmacunu Türk yiyeceği sandığımız olmuştur. Lahm Arapça et demek. lahmacun ise macunumsu, hamur kıvamında yoğrulmuş ete deniyor.

O hamurun üzerine sürülen ete atıfta bulunan bu kelime ile kültürümüze girmiş olan lahmacunu yüzyıllarca yediğimiz falan yok aslında.

Sadece Arap ülkeleriyle sınır olan ve yüzlerce yıldır o bölgelerle etkileşim yaşamış olan yerlerde tüketilirdi. 1960'larda köyden kente göçle birlikte şehirlerin vazgeçilmezlerinden oldu.

Göç işte bu şekilde bir etkileşim meydana getirirken aynı zamanda da kültürü siz hiç anlamıyorken değiştirir.

Tersi de olmaktadır. Kek ne vakittir Türk mutfağına girmiştir mesela? Osmanlılar döneminde Avrupalılarla etkileşimde bulunan Ermeni ve Rum pastaneciler birkaç denemede bulunmuşlar ve kek pişirmişler.

Ancak 1800'lerde Rusya'nın birçok yerinde pastane ve fırın açan Rizeliler tarafından ülkeye getiriliyor. Getiriliyor ama Doğu Karadeniz'de mısır unuyla yapılan değişik bir şey oluyor.

Sonraları 1920'lerin işgal dönemi İstanbul'unda da kek İngilizlerin uğradığı pastanelerde pişirilerek kültüre sıkı bir giriş yapıyor.

İngilizlerden bahsetmişken İngiliz kültürünün vazgeçilmezi olan çay ve hele ki sütlü çay da Hintlilerden aldıkları bir etkileşimin sonucudur. Bu etkileşimde üst kültürün alt kültürden etkilendiği veya iki üst kültürün birbirini etkilediği de olur.

Savaşan güçlerden biri diğerini işgal ettiğinde de etkileşim yaşar. Haçlı Seferlerinde Araplarla savaşan Avrupalıların Arap coğrafyasında geçirdikleri uzun sürede Arap dilini öğrenmeleri ve ele geçirdikleri kütüphanelerdeki kitapları alıkoymaları ve incelemeleri ile başlayan Rönesans dönemi de bir savaş etkileşiminin yani iki üst kültürün birbirini etkilemesinin sonucudur.


Bir kültür, hakim olduğu alandaki diğer kültürleri etkilerken, doğal olarak onlardan da etkilenir. Sevilen bir kültür ürünü çoğu kez o kültür alanındaki tüm milletlerin hak iddia ettiği ve sahiplendiği şeye dönüşür.

Kültürel hakimiyet için günümüzde modern zamanlarda her ne kadar medya ve mamul malzemeler bir kültür taşıyıcısı olsa da eskiden kültür üç şekilde taşınıyordu. Ticaret, savaş ve dinlerin yayılışı.

Pek tabii ki üçüncüsü yani dinin yayılışı da ticaret ve siyasi sınırların genişlemesi ile paralellik gösteriyordu ancak modern zamanlarda medyanın etkisi ile kültür transferi ve etkileşimi artmıştır.

Marx'ın bahsettiği "Sınai açıdan ilerlemiş ülkeler, kendisini takip eden ülkelere kendi görünümlerini verir" mantığı tüm dünyada hakimdir.

İlerlemiş olan bir ekonominin ülkesi kendi giyim ve şehircilik şeklini kendisini takip eden ülkelere veriyor. Ülkeler aslında bunu, ona benzemek için kendileri model alıyor.

ABD'nin giyimi, kuşamı, mimarisi, gökdelenleri ve filmleri ile ABD'li yaşam şekli birçok ülkede model alınıyor. Gökdelenlerin öbeklendiği şehir merkezindeki dikey yükselen alanlar da ABD şehirlerinin kopyasıdır.

Tüm bunlar bir medya gücünü elinde tutan ülkenin dünya ile etkileşimi sayesindedir. O medya ile kültürünü yani ürettiği somut ve soyut ne varsa sizlere ve bizlere aktarıyor ve bunların bazısını beğenip alıyoruz bazısını da almıyoruz ama bizden sonrakiler alıyor ve mani olamıyoruz.

Olmaya çalışırsak da çatışıyoruz. Ya gençleri izole bir alanda yetiştireceğiz ya da dünya ile etkileşim kurmalarını teşvik edeceğiz.

Bu etkileşimde onu al ve bunu alma dememizi sağlayacak tek şey ise milli eğitimdir ve bu milli eğitim de her zaman etkili olamıyor.

Öyleyse etkileşim başlı başına bir savaştır. Geçmişte kılıçla yapılan bir fütuhatın meydana getirdiği siyasi otorite döneminde şekillenen etkileşim şimdi farklı şekillerde gerçekleşiyor.


Ekonominin meydana getirdiği etkileşim de başlı başına tezlere ve kitaplara konu olmuş bir durumdur.

ABD'de bir adamın elinde kalan çadır bezlerinden demiryolu işçileri için diktirdiği pantolonların zamanla Blue Jeans olarak yayılmasının en önemli sebebi ABD'nin küresel bilinirliğinin artmasıdır.

Küresel bilinirliğinizi de artıran şey pek tabii ki siyasi ve ekonomik başarılarınızdır. Bu olmazsa sadece basit bir kültürel yayılma ürünü olan "yoğurt" ile yetiniriz.

Ama küresel bilinirlik de varsa size ait her ürünü "sizin imgeleriniz" ile satabilirsiniz. Küresel bilinirliğe bir de küresel imaj da eklenmelidir.

Zira Çin'in her ne kadar küresel bilinirliği varsa da dünyaya kültür adına vereceği ve modern dünyanın onu benimseyeceği çok bir şeyi yoktur. Çünkü Çin kültürü dünyanın geri kalanı ile "uyumlu değildir".

Tamam, ekonomin gelişkin olabilir, güçlü bir sanayin olabilir. Her geçen gün ABD ile karşı karşıya geldiğine dair haberlerde adından söz ettirebilirsin ama senden 10 bin kilometre ötedeki adama Çin'den gelme neyi verebiliyorsun? Ejderha uçurtmalarını mı? Neyini sahipleniyorlar?

İşte bu da etkileşimini pozitif algıya çevirememiş ülkelere örnektir. Rusların da durumu bir parça buna doğru evrilmektedir.

Hintlilerin de dünyaya sunacağı fazla bir kültür unsuru yok. 33 milyon tanrılarının hiçbirinin bir marka değeri yok. Buda bile tek başına onlardan daha fazla algıya sahip.

Dünyada Budist olanları görebilirsiniz ancak hür iradeleri ile okuyup araştırıp Hindu olanların sayısı çok azdır. Bir de milyonlarca belgeden oluşan Veda, Upanişad ve Purana literatürü ve onlara eklemli sayısız şeyi nasıl okuyacaksınız?


Geçelim… Şu anda dünyada okunması ve kabul etmesi kolay olan ve yükselen 2 din vardır ve bunlar yükselmeye ve birbirini yok edene dek karşı karşıya gelmeye devam edecek.

Doğruluk iddiasındaki hiçbir doktrin bir diğeriyle bir arada uzun süre yaşamaz çünkü her ikisinin de kendi doktrinlerinde ayrı bir hâkimiyet vaadi ve ütopyası vardır.

Bu ütopyalar da bir yerde mutlaka çatışır. Bunlardan birinin diğerine üstünlüğü ise ekonomik, kültürel, siyasi boyuttaki etkileşimi ile ta ki diğerinin gırtlağına basana dek devam eder.

Bir din, er geç yok olacak veya yok olmaktan kurtulmak için gerekli şeyleri yapacak. Politik arenada birleşememiş, bir birlik meydana getirememiş, ekonomileri birbiriyle parçalı olan ve medyası düşmanının güdümünde ve etkisinde olan medeniyet er geç çökecek.

O medeniyetin liderliğine oynayan da kim olursa olsun çökecek. Çünkü demokrasi en çok bir şeyin "lideri olma" duygusunu engelliyor.

Günümüz dünyasında artık liderler, krallar, mutlak otoriteler ve sorgulanamaz kutsal krallar yok. Bunlardan biri başını yükseltip tirad çekse diğer monarklar mutlak ona karşı geliyor ve bu da birliği bir sonraki yüzyıla erteliyor.

Aralarında konfederatif veya federatif birliktelikler kuranlar ise kazanıyor. Birkaç milyonluk Afrika ülkesini ziyaret ediyor İngiltere Kraliçesi. "Ederi nedir o ülkenin?", "Tarihi nedir?", "Literatürü nedir?", "Bayrağının, meclisinin, halkının ederi nedir?"; demiyor.

Gidiyor ve eşit gibi o ülke lideri ya da kralının elini sıkıyor yan yana eşit koltuklarda oturuyor. Ona eşit olduğu duygusunu veriyor ve onun gönlüne giriyor.

"Ben bir zamanlar seni idare etmiştim, bayrak bende düştü öyleyse o bayrağın sahibi benim ve sen de benim tebaamsın" gözüyle de bakabilirsin istersen ama böyle yürümüyor dünyada işler.

Etkilemek için önce kendine eşitlemelisin ülkeleri artık. Eşitlediğin zaman seni kendine eşit görüyor ve açıyor tüm kapılarını.


Bosna Hersek'te senelerdir görev yapan bir Türk diplomatının iki cümle Boşnakça konuşmayı geçin, tüm konuşmasını Türkçe yapıp yandaki tercüman hanım eşliğinde konuşmasını hatırlarım.

Ardından mikrofonu alan Amerikalı elçinin ise tüm konuşmayı Boşnakça yapmasını… Boşnakların yüzünde oluşan gülümseme ve sempatinin adresi biz olmalıydık oysa…

Çünkü onlarla tarih birlikteliği olan biziz. Onlarla kültürel etkileşimde olan biziz. Onlarda kültürel etki bırakan biziz.

Bizlerin politik etki alanında yüzlerce yıldır yaşadılar ve dini etki alanında onları tutup şekillendiren de biziz. Öyleyse eşitler arası etkileşimde de bu olmalıydı olması gereken.


Kim gönderiyor bunları o topraklara? Kimin kafasından çıkıyor 500 yıllık etkileşimlerin bıraktığı altın bir kültürel etki mirasını hovardaca harcamak?

Bosna Hersek'te senelerdir bulunan bir üniversitenin başındaki amcaya bakıyorsun o da Boşnakça konuşamıyor. Niye? Merak etmemiştir herhalde.

Her gün çarşıya çıksa 10 kelime öğrenecek. Türklerin şu anda dünyadaki en ciddi sıkıntısı da budur.

Gittikleri yerde Türklerle birlikte takılmak ve gettolaşmak. Bu yüzden dünyaya vermekte olduğumuz olumlu şeylerin sayısı çok azalmakta.


FETÖ mensuplarının dünyada ekmeğini en iyi yedikleri şey de budur. Dünya ile bütünleşmek ve dil öğrenmek. Etkileşimin artar dil öğrendikçe.

Çevrene etki etme alanın artar. Düşünün Allah aşkına senelerdir Avrupa'ya din adamları yolluyoruz ki Türklere Türkçe hutbe verelim diye.

Alman'a İslam'ı anlatmak için hiçbir gayretimiz yok. Çok mu zordur Almanca bilen ve bu dili ustalıkla konuşan Diyanet personelini yetiştirmek ve yollamak?

İsviçre'de bir yerdeki din görevlimiz Türkçeyi zar zor konuşuyordu. Olumsuz cümlede "sayesinde" kullanmıştı adam. 

"Biz şimdi Vahhabiler sayesinde İslam'ı anlatmakta zorlanıyoruz" gibi bir şey söylemişti.

Saye Farsçada gölge demek ve sayesinde dediğinizde bir şeyin gölgesinde gelişen olumlu durumdan bahsedilir.

Babamın sayesinde bu evi alabildim veya Arkadaşımın yardımı sayesinde sınavı verdim diyebilirsiniz. Vahhabiler sayesinde İslam'ı anlatmakta zorlanmıyorsun ey güzel amcam.

Sen daha Türkçeni konuşmakta zorlanıyorsun… ne diyeyim? Bu temiz kalpli ama yetersiz kimselerle mi etkileşim yapacağız dünya ile?


Bir diğer etkileşim türü de antroposirküler etkileşim dediğim türdür. Yani insanın dünyada dolaşıp sosyal hayattaki beşeri sirkülasyonu ile meydana getirdiği etkileşimi.

"Filanca yerin adamı yaramaz abi boş ver" 

"Haa oralılar iyidir be… çalışkandırlar…"

"X yerin adamı mı? Boş ver baba yılanla çuvala sokmuşlar yılan kurtarın beni demiş"

"X yerin adamı doğmuş, Yahudi ağlamış… cimridir onlar"

İşte bu diyalogların hepsi, antoposirküler etkileşimden dolayıdır.

Bir yöreden bir kimse ile karşılaşırsın. Cimridir adam. Onun bıraktığı algı bilinçaltınıza yer eder. Sonra bir diğerini daha görürsünüz o bölgeden ve o da cimri ise bu kez algınız ilgiye dönüşür.

Sonrasında göreceğiniz kişi X bölgeden olmasa da ilk cimri kişinin memleketini sorar hale gelirsiniz. Belki 20 veya 25. cimri oradan çıkar ama siz onu aklınızda pekiştireç yaparsınız.

İşte o an sizin ilginizin etkiye geçtiği andır. Çünkü burada işlem sırası şöyle işler:

Algı-İlgi-Etki-Eylem

Algılar ilgiye, ilgi etkiye ve etkileşime, etkileşim de eyleme dönüşür.

Öyleyse;

Kötü algı, kötü örnekleri arattıracak ilgilenmeye, kötü etki bırakacak etkileşime ve kötü etkileşim de kötü kararları aldıracak eyleme dönüşür. 

İyi algı da iyi örnekleri arattıracak ilgilenmeye, iyi etki bırakacak etkileşime ve iyi etkileşim de iyi kararları aldıracak eyleme dönüşür.

Özetle, Balkanları daha da kaybediyoruz. Çok ciddi şekilde imaj kaybediyoruz ve bu imajı da düzeltmemiz için eşitler arasında eşitler diyaloğunun bilincinde olan ve gittiği ülkenin kültürünü, tarihini, özel durumlarını bilen, diline meraklı olan kimseler lazım.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Şunu da belirtelim ki antroposirküler durumlarda ülkenizin insanının bölgeye gidiş sıklığı ve sirkülasyonu da azalırsa anlayın ki sizden daha az etkilenecekleri bir döneme girmişlerdir.

2012-2013'lerde Balkanlara giden Türklerin rakamı ile şimdiki rakamlar arasında adeta uçurum var.

2020 yılında Bosna Hersek'i ziyaret eden Türk turistlerin sayısı tüm turistler arasında sadece yüzde 3,6 olmuş.

Oysa bu oran 2010'larda farklıydı. 2010'da turistlerin yüzde 5,9'u Türklerden oluşurken 2012 yılına gelindiğinde bu oranın yüzde 6,2 ye ulaşmış ve sonraki senelerde ise yüzde 10'lara doğru ilerliyordu.

Ama ne oldu? Bir anda yüzde 3,6'ya düştük. Bu ne demek biliyor musunuz? Türkün ayağının o coğrafyadan kesilmesi demektir.

Şimdi Türk insanı 1000 kilometre ötedeki Bosna Hersek'e veya 900 kilometre ötedeki Arnavutluk'a gidemez halde iken Afrika'ya, Asya'ya ve uzak adalara bizim kültürümüzü nasıl yaysın? Kim gider buralara? Maarif, Yunus Emre ve TİKA personeliyle ve diplomatik misyonların sınırlı personeliyle oluyor mu işler?

İnsan en iyi kültür taşıyıcısıdır dostlar. Kendi insanının milyonluk etkileşimi gibisi yoktur. Her insan bir kalbe giren anahtardır.

Resmi kurumların açamayacağı kalpleri kimi zaman bir yetimin başını okşayan bir el, kimi zaman bir yabancı kurumun yetkilisiyle evlenen bir Türk, kimi zaman da bir ülkede katıldığı toplantıda asil bir konuşma yaparak alkış alan bir bilim adamı açar.

Bu anahtarlar önemli anahtarlardır. Her insan bir fikrin bir kalbin bir düşüncenin taşıyıcısı veya anahtarıdır. Resmi kurumlarla temsil yapılmaz. İnsanının alım gücünü ve dolaşımını artırarak yani antroposirküler bir yöntemle algını yayarsın.

Yeryüzünde yaşayan birkaç milyon Ermeni vatandaşın inandırıldığı masallar yerine senin 80 milyon insanın dünyada gezinir ve anlatır kendi hikâyesini. Gör o zaman lobi mi kazanıyor ayaklı lobilerin mi?

Ama insanın dil bilmiyorken, uçağa bilet almaya parası yetmiyorken bunlar zordur.


Vatandaşınızın gitmeyeceği yerde diplomatik olarak da fazla bir yapacağınız yoktur. Beşeri varlığınızın olmadığı bir coğrafyada diplomatik olarak top çevirmeniz sadece masrafı akıtmanızla mümkündür.

Beşeri sirkülasyon son bulduğunda sadece diplomat atamaları ile götürürsün işi. Onlar da ne kadar ehilse işte…

Bir de Türk dizileri varsa ve medyada bilinirliğin eğer olumlu etki bırakıyorsa o da mühimdir. Şükür ki bu var. Türk dizileri sayesinde Arnavutluk'ta neredeyse tüm Türkleri boğaz kenarında yaşıyor sananlarla doldu ortam.

Sanki hepimiz 4x4'e biniyoruz sanki hepimiz villalarda yaşıyoruz. Ama yine de güzel. Algılarda bıraktığımız etki çok olumlu.

Adam bacaya Noel baba kovalamaya çıkanları mı görsün yani? Dünyaya vereceğimiz kültürel ürünler de dünya ile uyumlu ve "satılabilir" olmak zorundadır ki alıcılar yani muhatabın hayatında yer bulsun ve özümsensin.

Doğruların damara verilmesi değil bir şeyi doğru zerk etmenin önemi vardır artık.

Türkler artık daha az kazanıyor. Lira daha değersiz ve bu şekilde dışarıda gezemeyecek halkımız. Başka milletlerle (başkadan kastım bize dost milletler) daha az etkileşim kuracak, daha az ortaklıklar, daha az evlilikler kuracaklar.

Daha az etkileşimle bize ait daha az şey bilinir olacak. Şüphesiz bunun iyi yanları da kötü yanları da var.

Zira yurtdışına giden Türk vatandaşlarının belli bir kalitede olması adına şu anda çıtanın ve çan eğrisinin yükselmiş olmasının da faydaları tartışılır ama şahsen ben Arnavutluk, Bosna Hersek gibi ülkelere benden çok Arap ülkelerinin vatandaşlarının daha sık gidiyor olabilmesine bir Türk olarak üzülürüm.

Bu üzüntü ise ırkçı veya hastalıklı bir milli saplantı sebebiyle değil, bedenden kopan bacağa bedenin daha uzak kalmasından kaynaklanan bir üzüntüdür. 


Buna ilaveten Tiran'ın tam merkezinde mükemmel bir yerde bulunan Türk Başkonsolosluğu'nun hangi akla hizmetle o harika yerinden kaldırılıp şimdiki "uyduruk" lokasyona taşınmasını kim planladı ise kendisine Allah, akıl fikir ihsan etsin diyorum. 

Oysa eskiden tam şehrin merkezi meydanından Kavaye caddesine giren bir kişinin ilk gördüğü şeydi elçiliğimizin önünde dalgalanan Türk bayrağımız biliyor musunuz?

İskenderbey Meydanı'ndan ortalama 100 metre caddeye girdiğinizde solda harika bir yeri vardı elçiliğimizin. Artık yok.

Şimdi meydandan otobüse veya taksiye binip yol kenarında inip yokuş aşağı iniyorsunuz. Al sana etkileşimin önemini bilmeyen "şuursuz" bir mantıkla yapılan bir hata. 

Yaptım ve oldu diyen bir cahil çoğu kez bir hainden daha fazla zarar verir. Bunu yapan her kimse Arnavutluk'taki algımızı peynir ekmek gibi tüketmiştir.

Biraz sert ifadeler kullanıyorum ki sebep olan kişi tepki versin ve bana ulaşsın diye. Çünkü merak ediyorum bunun sebebini. Çünkü merak ediyorum bu körlüğün sebebini.

2012 senesinde benimle paylaştığı çok cazip bir proje ile bir devlet kurumumuzdan randevu almak için 10 kez o kurumu arayan Prof. Dr. Petrit Zorba'nın en son İsrail elçiliğine gidip projeyi vermesini hazmedemiyorum. O günlerde o adama verilmeyen randevu, "Muhterem Hocaefendimiz" diyemeden lafına başlayamayan tiplere fazlasıyla veriliyordu ki buna dair apayrı bir yazı gerekir.

Çok ama çok merak ediyorum o elçiliğin binasını neden öyle Tiran'ın örekesine bir yere koyduklarını. Sen bunu yapıyorken İtalyan, senin tarihinin ve kültürünün bir abidesi olan Ethem bey Camii'nin 15-20 m karşısına İtalyan Kültür Enstitüsünü konumlandırmış bile.

Tam da Ulusal Kütüphane binasının bitişiğine. İtalyan Kültür Merkezinin camından baksan meydanı ve camiyi net görebiliyorsun. Yan, dövün, başını taşlara vur ki ne vur…

Buna karşın Yunus Emre Kültür Merkezi'nin Tiran'daki yerinin bir parça daha merkeze (az daha) yakın olduğunu söylemek mümkünse de ve her ne kadar Ekonomi Fakültesine yakınsa da sosyal hayatın merkezi olan meydanda olmalıydı. Başarısız bir konumlanıştır bu.

Coğrafi etki bireyin zihninde başlar. O zihindeki algıyı nereden başlatacağını seçememiş adamlar için yazıyorum bunları biraz da.

Tiran'da geçmişte yapılan etkinlikler de saç baş yolduran cinstendir sevgili kurumumuzun. Buradan da onlara selamlarımı gönderiyorum.

Nedir etkinlikleri senelerdir? Söyleyeyim:

Ebru sanatı, hat sanatı, tezhip sanatı, ebru, hat, tezhip… Bu gibi şeylerdi. Çıkamıyoruz şu sarmaldan. Sanki Hunlar ve Avarlardan bu yana Türklerin Balkanlara geleli bin beş yüz yıllık geçmişinde bu üçlü dışında hiçbir şeyimiz yok.

Sanki kültür ve sanat adına bundan başka hiçbir şeyimiz yok. Kırk beş sene katı komünizmle yönetilmiş ve dini duygusu "takım tutmaktan öte" olmayan insanların çoğunlukta olduğu ülkede ebrunun, hüsnü hat sanatının ve tezhibin yeri nedir?

Onların gözünde çöptür efendim. Söyleyeyim. Böyle temsil falan yapamazsınız. Silinir gidersiniz sanatta ve kültürde.

Peki, şimdi diğer bir örneğe bakalım mı?

Avusturya'nın Tiran'daki kültürel işleri ile alakalı dairesini kimse bilmez. Ama bir bakıyorsun Avusturya kısa filmler haftası düzenliyorlar. Avusturya karikatür haftası, Avusturya yemekleri, tatlıları haftası, Avusturya demokrasi günleri vs…

Millet o haftalarda Avusturya ile yatıp kalkıyor. Bizler suya boya ve yağ döküp ebru denen şeyi sanat sanıp satmaya çalışırken oluyor bu.

Peki, ebru sanat mıdır? Arkadaşlar Ebru sanat falan değildir. Ebru bir zanaattır. Osmanlı'da hiçbir şekilde Ebru yapanlar sanatçı olarak görülmezdi. Bakır işçiliği, kakmacı ve oymacılar gibi bir zanaatkârlık ürünüydü Ebru.

Kitapların kapağın arkasındaki bir veya iki sayfası boş olmasın diye burayı renklendiren kimselerdi. Kullanılan ve iş gören bir mamul maddenin tamamını ya da bir kısmını yapan kimse sanatkâr değil zanaatkârdır.

Bir defa zanaat ile sanatı ayırt edemeyen kimselerin "ebru sanatı" demesi ayrı bir sorundur. Ebru bir sanat değil zanaattır ve güzel de bir zanaattır. Ama sanat değildir ve buna bu kadar gereksiz önem verilmesi de öğreniminin kolay olması ve başka bir vasfı veya entelektüalitesi olmayan bürokrat eşleri ve ünvanlı kişilerin eşlerinin bununla vakit geçiriyor olmasıdır.

Yani olay bu kimse kusura bakmasın. Hüsnü hat konusunda ise dünyada neler var neler. Modern onca ürünler ortaya konuyorken biz hala eski Osmanlı tipi şeylerle meşgulüz.

Buna rağmen eserlerinin çoğunu "geleneksel" tarzda yapan ve gayet başarılı olan Depeler kardeşler ta Almanya'dan mükemmel eserler üretiyorken onları da görmüyoruz bu tür programlarda.


Bu arada Hüsn-ü Hat sanatı da modern bir dönüşüm geçiriyor. Yemenli, Faslı, Tunuslu, Iraklı ve Lübnanlı çok güzel ve modern örnekler ortaya koyan kimseler de var ve modern dünyanın ilgisini çekebilecek şeyler üretiyorlar.

Bizde hala Osmanlı camilerinden çıkmayı başaramamış bir çizgidir gidiyor. Arkadaşlar millet bunları yüzbinlerce dolar alıp evine alıyor.

Adam ateist veya İlluminati mensubu ama Florida'daki yazlığına 7x7 m boyunda koskoca duvara çizdiriyor. O artık bir başyapıt gibi tüm Amerikan sosyetesinde yayılıyor.

Çıkamıyoruz şu geleneksel nostalji sarmalından çıkamıyoruz. Yeni yapılan her camide artık Osmanlı'nın görüntüsünü yakalama saplantısından da çıkamıyoruz.

Osmanlı kendi çağında çağdaş eserleri ve özgün eserleri meydana getirirken artık Şakirin Camii gibi modern örnekler tek tük yapılageliyor.

Altunizade'deki cami gibi örnekleri artırmamız gerekirken çizimlerini kimin yaptığını çok merak ettiğim Taksim ve Havalimanı camilerini görüyorum.


Yani Hüsn-ü Hat sanatında da doğru dürüst ve özgün eserler ile dünyaya çıkmak yerine hacı dedelerin elinden çıkan 1950'lerin klasiklerini ısıtıp ısıtıp yeniden veriyoruz.

Bol bol vav, ve, he çiziyoruz dünyaya. "Hiç" yazılı eserleri sergiliyor adam. Arap bakıyor da bakıyor "nedir bu hiç?" diye. Soruyor…. "nothing" diyorsun.

"E mantığı nedir?" diyor. Sıkıysa anlat işte. Varsa tasavvufla alakası anlıyor yoksa anlamıyor. Arap ve tasavvuf? Adam selefi tasavvufu ne yapsın…

Ben bir sergide bir Arnavut'un "Hiç" yazan şeyi okuduğunu görmüştüm. Herhalde ilahiyat veya Türkiye'de edebiyat okumuş olmalı ki eski yazıyı okuyabiliyordu.

Onların da dilinde "hiç" kelimesi vardır ve yanındakine bakıp "hiç fare" (hiç işte) dedi. Altında ne bir açıklama var ne de buna izafe edilen manalar… 

Hiç mi karikatür çizilmiyor Türkiye'de?

Hiç mi Türk Mimari Haftası yapılamaz?

Türk Akademisyenler Haftası hiç mi olmaz?

Büyük Türk Bilim İnsanları Haftası?

Büyük Türk Mimarları Haftası? 

Modern Türk Ressamları Haftası? (Bedri Baykam'ı davet edeceklerini tabii ki sanmıyorum)

Pek tabii ki Hokka oyunu gibi akıl yakan şeyleri götürmek zorunda değiliz. Türk oyunları haftası yapın mesela?

Türk Sinema Haftası

Türk Şairler Haftası, Türk Romancılar Haftası (ki bu kaç başlığa ayrılır? Mizah Yazarları Haftası, Korku Romanları Haftası, Çocuk Kitapları Haftası)

Türk Tiyatro Haftası

Türk İsimleri Haftası. Yahu bu bile yapılabilir. Arnavut halkı başka milletlerin isimlerini çocuklarına koymaya çok meraklı bir halktır. İsimleri yaz kenara ve manaları ile koy. Bunu bir sergiye dönüştürmek çok zor değildir.

Kültürün her unsuru satılabilir yeter ki NASIL ZERK EDECEĞİNİ BİLESİN!

Devam edelim mi?

Başka neler yapılabilir?

Önemli Türk Buluşları, Mucitler ve İcatları Haftası?

Türk Haritacılık Haftası?

Türk Arşivleri Haftası?

Yok bre ne gerek var? Biz ebru, hat ve tezhipten şaşmayalım.

Arnavutlar biliyorlar mı ülkelerinin kuruluşunda Arnavutluk topraklarına ulaşan son kurmay emrinde "Ağır silahların Arnavut ulusçulara verilmesi ve onların çevre ülkelerin işgalinden kurtulmak üzere bağımsız hükumetlerine teslim edilmesi" yönündeki emirnameyi?

Bul arşivden ve sergile. Hocam sizde varsa verin… Ulan verirsem kâfir olayım size o belgeyi. Alnımın derisi çatlamış bir de size emeksiz mi vereceğim?

Hem proje desteği al hem fon al hem de benden iste. Bunu benden bir yetkili isterse veririm. Yoksa umurumda bile değil belirteyim.

Arnavutluk'un bağımsızlığını Türklere karşı kazanılmış bir bağımsızlık olarak görmek isteyenlere Tiran'da meydanda yapılan Bağımsızlık ilanını koy.

26 Kasım 1912 yılında Selanik'in düşüşünden haftalar sonra aradaki kara bağlantısı koptuktan sonra Refik Toptani'nin gözyaşları ile yaptığı konuşmayı koy! 

Ne diyordu o konuşmada Refik Toptani;

Ey kardeşlerim! Size büyük bir hüzünle Türk kardeşlerimizden ayrılmak ve onların bu topraklarda yüzlerce sene dalgalanmış bayrağını indirmek ve de millî hükümetimizi kurup Arnavutluk'un bayrağını çekme zamanın geldiğini bildiriyorum. Allah bizim bu birlikteliğimizi istikbalde de bugün gibi ağızdan ağıza korusun ve bizim vatanımızı düşmanın işgalinden korumamızı mümkün kılsın! Yaşasın bağımsız Arnavutluk! Yaşasın millî bayrak! 


Mutlulukla karışık bu hüzünlü satırları koy. Koy Allah'ın ey kulu koy!

Çık şu sarmaldan ve kültürünü araştır, renkli neyin varsa koy!

Çıkın şu ebru, hat ve tezhip sarmalından ve etkileşimimizi artık bırakın zirveyi zirveyi yakalamayı geçtim bari hak ettiği yerin asgari sınırlarında tutun. Çünkü o sınırlardan çok gerideyiz.

Eski tüm sınırlardan geride olduğumuz gibi. Her ne kadar son yıllarda bu sarmalı biraz zorlayan çalışmalar olsa da yine kültürün göbeğine yerleşmiştir artık bu üçlü.

Bir de Yunus Emre'ye alınan personelin adeta mason locasına alınır gibi sadece belli bir grup insandan alınmasını da garip buluyorum.

Mutlaka edebiyatçı olacak. Edebiyat ve varsa tek tük tarihçi. Niye edebiyat? Kültür denince ve yukarıda saydıklarıma bakınca aklınıza bir edebiyat mı geliyor? Kültürü edebiyat bilenlerin kültürü tanıtırken kullanacağı şeyler de tabi kısıtlı olur.

Bu yol, doğru bir yol değildir efendiler. Madem ayağımız kesildi bari elimiz, ayağımız olan kurumlarda bizi satılabilir kültür öğesi olan her şeyimizle temsil edin. Satıldıkça kaybettirmeyen ve kazandıran tek şey kültürdür çünkü. 


İşte bu sebeplerden benim gibileri ya seven ya da nefret edenler var. Ortası bir insana rastlamadım daha çünkü nereye kimin egosuna dokunduğu umurumda değil doğrularımın. Yanlışı aktarıyorum ve o yanlışın doğrusunu da "Nasıl yapmalı?" ekliyorum beraberinde.

Hâsılı kelam, ben şu veya bu yetkililere değil, genele, sizlere yazıyorum. Belki geleceği değiştirecek olan birileri çıkar ya aranızdan, işte o vakit değişir makûs talihimiz…

Sizde hangi din veya hangi millet ne etki bırakan olmuşsa o etki ona dair fikrinizi ve aidiyetinizi de belirleyen şeydir. Algı, ilgi, etki ve eylem. Bu dördünü unutmayın.

Doğru algı için doğru imgelerle gitmelisiniz bir yere. Doğru algıyı oluşturmak için yol budur. Algıda doğru ve olumlu bir yere oturduğunuz vakit ilgi kendiliğinden gelecektir ama bunu devam ettirmek için sürekli algıyı olumlu öğelerle ve çeşitlilikle beslemelisiniz.

Etki ve eylemde ise bir toplumu, milleti ve ülkeyi size gelecekte yakın olmaya dair bir kültürel yöne bir ortak aidiyete doğru teşvik edersiniz.

O yön, mehterin yürüdüğü yöndür. Mehteri hiç göndermeyin. Mesajı gitsin yeterli. Batıya mı aitsin? Doğuya mı? Kültürel etkileşimde ve kültürlerin savaşında mesele bunu inşa etmektir kişilerin aidiyet algılarında.

Mutlaka bir yere aitsindir ve durağan cisimlerdeki atomların bile hareket halinde oldukları kainatta her yönden diğerine mutlak bir hareket vardır.

Asla ve asla hareket halindeki zıt dinamik fikirler, medeniyetler, dinler ve siyasi sistemler arasında bir "ortak yaşam" olmayacak. Şimdi değilse de bin yıl sonra biri, diğerini bitirecek.

Biten medeniyet biz olmamalıyız. Şu anda bunu değiştirmek için şansımız hala var.

Hala kelimesi bir şeyin sonlarına yaklaşıldığında kullanılan bir kelimedir. Bunu da belirtelim.

Saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU