Selahattin Demirtaş ile ilettiği mektup üzerinden dostça bir sohbet

Faik Bulut Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Kasım 2016'dan bu yana hukuken değilse de siyaseten hapis yatırılan ve hatta rehine tutulan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, durumun farkındadır ve şöyle demektedir:

Beş yılı aşkın süredir siyasi rehine olarak cezaevinde tutulmama rağmen…


Dik ve dirençli durmanın yanında onurlu bir siyasetçi ve aydın olmanın gereğini de yerine getirmekte, "Halka karşı duyduğum sorumluluğun gereği olarak zaman zaman düşüncelerimi kamuoyuyla paylaşıyorum…" da demektedir.
 

Selahattin Demirtaş 2.jpg
Selahattin Demirtaş / Fotoğraf: AA

 

12 Mayıs'ta eşi Başak Hanım ile basın danışmanı Zinar Karavil aracılığıyla aydın, sanatçı, akademisyen ve gazetecilere ilettiği mektubunda seçimlerde aktif tutum alınması çağrısı yapan Demirtaş'ın önerisi şu yöndedir:

Aydınlar toplumsal ve siyasal muhalefeti ortak bir hayal etrafında buluşturarak birlikte mücadele etmek ve beraberce demokratik inşa ortamını yaratmak için bir 'Aydınlar Heyeti' kurmalıdır.

 
Aynı mektupta, "Ortak paydamız demokratik cumhuriyet, ortak evimiz Türkiye, ortak devletimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir" ibareleri de yer almaktadır. 

Demirtaş'ın mektubundaki öneri paketinin önemli bir kısmı teşvik, kalanı da temenni babındandır. Her durumda, mektubun yansıması toplumsal bir nitelik kazanmıştır.

Kimi medya organları mektubun gelişini ve içeriğini haberleştirirken, kimileri mektubu olduğu haliyle, kimi köşe yazarları ise mektuptan bazı bölümler aktarmak suretiyle eleştiri dozu hafif yorumlar eşliğinde kendi site ve köşelerinde yayımladılar.

Bunlardan eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, mektupta önerilen "Demokratik Türkiye'yi kurmak açısından ortaklaşma ve birlikte hareket etme" fikrini çok önemsediğini açıkladı. (KRT TV kanalı, 15 Mayıs 2022)

Gelenekçi Sufi İslami çevrelerde sözü dinlenen köşe yazarı Ahmet Taşgetiren ise, Demirtaş'ın mektubunda vurgulanan "ortak ev, ortak payda…" gibi açılıma işaret eden ifadeleri önemli bulduğunu yazdı. (Karar gazetesi, 13 Mayıs 2022)

Bahsi geçen mektup elime geç ulaştığından, güncelliği biraz kaybolmuş gibiydi. Bu bakımdan haberleştirmek yerine, Sayın Demirtaş ile kamuya açık şekilde sohbet etmeyi uygun buldum. 

Aslında Sayın Demirtaş'ın bu mektubu bir ilk değil; birçok siyasetçi ve basın mensubuna pek çok benzerini yazmıştı.

Öyle ki dostu sevindiren, hasmı öfkelendiren bu tutumun olumsuz örneğini Kürt sevmez ama AKP sever Aydınlık gazetesinde görmüştük.

29 Ocak 2021 tarihli haberin başlığını "Demirtaş'ın mektup arkadaşları" koymuşlardı. 
 

Aydınlık gazetesi,  Demirtaş'ın mektup yazdığı gazetecileri (Demirtaş'ın Mektup Arkadaşları) başlığıyla haber yapmıştı.JPG
Aydınlık gazetesi, Demirtaş'ın mektup yazdığı gazetecileri "Demirtaş'ın Mektup Arkadaşları" başlığıyla haber yapmıştı

 

Demirtaş, 5 Şubat 2021'de HDP'ye yönelik baskılara karşı itirazlarını dillendiren CHP, DEVA, Gelecek Partisi, Emek Partisi, Saadet Partisi, TİP ve Sol Parti başkanlarına ilettiği mektubunda, hem teşekkür etmiş hem de "Ülkenin barış ve huzuru için birlikte mücadele" önerisinde bulunmuştu.
 

Demirtaş'tan Erkan Baş'a Mektup, 12 Şubat 2022.jpg
Demirtaş'tan Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş'a Mektup, 12 Şubat 2022 / Fotoğraf: Twitter - @erkbas

 

AKP yandaşı Aydınlık ise, yine bir hazımsızlık örneği olan şu haberi yapmıştı:

Demirtaş'tan Biden tayfasına teşekkür mektubu!


Gazetecilerin röportaj sorularını eşi Başak Hanım ve basın danışmanı Zinar Karavil aracılığıyla yanıtlayan Demirtaş'ın görüşleri genelde muhalif gazetelerde yayımlanmaktadır.

"Selahattin her konuşulduğunda yalanlar söyleniyor… Biz sadece bir hukuk mücadelesi yürütmüyoruz, aynı zamanda bir hakikat mücadelesi yürütüyoruz" (Gazete Duvar, 18 Nisan 2022) diyen ziyaretçisi ve eşi Başak Hanım eksik kalanları tamamlayıcı bilgiler sunuyor.

Bu haliyle bakıldığında Selahattin Bey, geniş bir yelpazede "kamu diplomasisi" yapmakta ve hatta bütün o kısıtlı imkânlara rağmen çoğu zaman HDP dâhil, nerdeyse muhalif partilerin toplamından daha fazla kamuoyunu etkileyebilmektedir. 
 

Demirtaş mektup diplomasisi yapıyor.jpg
Demirtaş mektup diplomasisi yapıyor / Fotoğraf: Twitter

 

Sayın Demirtaş gayretli, cevval, hazırcevap, kıvrak zekâlı ve karizmatik bir politikacıdır. Fikirleri halka mal olup toplumsallık kazanmış bir aydındır.

Dolayısıyla Türkiye'de sağduyulu, vicdan ve hakkaniyet sahibi (demokrat, sol, liberal, muhafazakâr) kesimlerce sevilip sayılan bir şahsiyettir.

Popülaritesi; doğru, samimi ve kararlı tavrından ileri gelmektedir. Bu yüzden olsa gerek kendisi "Selocan" diye anılmaktadır. 
 

Demirtaş barış ve ortaklaşma fikrinde. Fotoğraf-Yeşil Gazete.jpg
Demirtaş, barış ve ortaklaşma fikrinde / Fotoğraf: Yeşil Gazete

 

Çok değil, birkaç sene öncesinde AKP ile Gülen hareketine "Sivil toplum ve demokrasi" adına methiye düzenlerden biri olması ve kibirli tavırları nedeniyle kendisinden hazzetmediğim Murat Belge'nin aşağıdaki tespiti dikkate değerdir:

…Siyasetin ufkunda Selahattin Demirtaş figürü belirdiğinden beri böyle yapıyorum (yani önemsiyorum) ve bu kişinin varlığının Türkiye için bir kazanım olduğunu düşünüyorum.

(T24, 19 Mayıs 2022)


Selahattin Bey, mektubunda şu gerçeğin altını çizmektedir:

Mevcut olanakları gerçekliğe dönüştürmek suretiyle, artık tamiri imkânsız hale gelmiş eski köhnemiş düzeni değiştirmenin zamanı gelmiş demektir.

Kendini "kadiri mutlak" ve ötekilerini de "tasfiye edilmesi gerekenler" olarak gören mevcut iktidarı tahtından indirmenin demokratik yolu ise, "yığınsal halk muhalefetini" siyaset sahnesinde görünür kılmaktan geçmektedir.

O, bu amacın, tam bir beka yani ölüm kalım meselesi olduğunun ve kibirli muktedirler için şu özdeyişi kullanmanın zamanı geldiğinin de farkındadır:

Gün akşamlûdur Sultan'ım!


"Madem tarih bize mümkünat kapılarını açmıştır, o halde hareketlenmenin zamanıdır!" demekle başlar bütün işler. Kanımca mektubun özü ve asıl mesajı budur.

Geniş anlamıyla aydınlara iletilmekle birlikte mektubun şahsen gönderilmediği diğer aydınlara, vicdan ve siyasi sorumluk taşıyan herkesedir bu mesaj. 

Tam da bu noktada, görüşleri ve mesleki becerisine değer verdiğim İrfan Aktan'ın, Prof. Dr. Nilgün Toker ile gerçekleştirip 21 Mayıs'ta yayımladığı röportajında geçen şu soru gayet yerindedir:

Türkiye'de böyle bir aydın kesimi veya entelijansiya var mıdır?
 

Prof. Dr. Nilgün Toker, Demirtaş'ın mektubu üzerine gazeteci ve aydınların durumunu analiz etti. Kaynak-artıgerçek.jpg
Prof. Dr. Nilgün Toker, Demirtaş'ın mektubu üzerine gazeteci ve aydınların durumunu analiz etti / Fotoğraf: ArtıGerçek

 

"Savaş Suçuna Ortak Olmayacağız!" metnine imza attığı için KHK ile görevinden uzaklaştırılan akademisyen Nilgün Toker, cevap olarak ülkede birkaç aydın tipinin var olduğunu belirterek, özellikle Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli gibi aydınların zor dönemlerde inisiyatif aldıklarını ve kördüğüm haline gelmiş bazı sorunların çözümüne katkı sunduklarını belirtiyor.
 

Açlık grevlerinde uzlaşı için devreye giren aydınların başını Yaşar Kemal ile Zülfü Livaneli çekmişti. Kaynak-gazeteduvar.JPG
Açlık grevlerinde uzlaşı için devreye giren aydınların başını Yaşar Kemal ile Zülfü Livaneli çekmişti / Fotoğraf: Gazete Duvar

 

Anımsatmak gerekirse, yıllar önce cezaevlerinde başlatılan ucu açık açlık grevlerini uzlaşı yoluyla sonlandırmak için devreye girmişti sözünü ettiği aydınlar. 
 

Aydınlar S. Demirtaş'a destek için Edirne Cezaevi önünde. 22 Aralık 2018. Kaynak-bianet.jpg
Aydınlar, Selahattin Demirtaş'a destek için Edirne Cezaevi önünde. 22 Aralık 2018 / Fotoğraf: Bianet

 

Aydın tasnifine kendimce aynı noktadan devam edebilirim: 

  • Duyarsız, çekingen, ürkek ve sindirilmiş aydınlar. 
  • İktidara yanaşık, fanatik, tutucu, çıkarcı aydınlar.

Bu sonuncular, Demirtaş'ın mektubunun muhatabı değiller. Bırakın böyle bir mektubu teslim almalarını, başkalarına gönderilmesine bile tahammülsüzdürler.

Öyle ki, kamuoyunu tersten kışkırtıp demokrasiye, özgürlüklere, toplumsal ve siyasal barışa karşı fiilen mücadele halindedirler. 

Muhafazakâr aydınları ise farklı ele almalıyız. Bunların bir kesimi mektubun hakkını verirken, diğer kesimi tümden karşı tavır alabiliyor. 

Peki, niçin ve neden?

CHP milletvekili İlhan Kesici vakti zamanında bu tutumun tarihi ve ideolojik arka planını şöyle anlatmıştı:

Türk boylarının kademeli biçimde yaklaşık 1000 yıldır Müslüman oldukları var sayılır. Gün hesabıyla 365.000 gün eder. Her gün beş rekât namaz kılanlar, yaklaşık 1 milyon 500 bin kere dini öğretide buyrulan 'Devlete ve Ulu'l Emr'e itaat' fikriyle şartlandırılmıştır.

Sayısı on milyonları bulan Türkiyeli Türk, Kürt, Arap, Çerkes ve benzeri Sünni toplulukların iktidara (günümüz somutunda AKP iktidarına, özellikle ilahi vasıflarla yüceltilen tek adam R. Tayyip Erdoğan'a-FB) rağmen barış, özgürlük, hak ve adalet ihlallerine itiraz etmeleri ne kadar mümkündür?

 

Gezi Davası'nda verilen cezalar protesto edildi_.jpg
Gezi Davası'nda verilen cezalar protesto edildi

 

Sol aydınlar ise daha farklı bir kategoride ele alınmalıdır: Bu bağlamda Gezi protestolarına katılanlar, "Taksim Dayanışması" adıyla bilinen farklı görüşlerdeki aydın-sanatçı-gazeteci-yazar kesiminden oluşan oldukça geniş bir topluluktur.

Gezi Davasında Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater ve arkadaşlarına ağır cezalar verilmesini protesto etmek ve mahkûm edilenlerle dayanışmak adına 888 kişi, 10 Mayıs'ta "Biz de aynı eyleme katıldık!" diyerek kendilerini savcılığa ihbar ettiler.

Aydın hareketinin duyarlı bir örneği de budur.
 

Gezi Parkı tutuklamalarina tepki gösteren 888 kişi kendilerini savcılığa ihbar etti. Kaynak-BirGün gazetesi. .jpg
Gezi Parkı tutuklamalarina tepki gösteren 888 kişi kendilerini savcılığa ihbar etti / BirGün

 

Bu çerçevede Türkiye Barolar Birliği ve TMMOB üyelerinin farklı şehirlerde "Adalet Nöbeti" eylemini sürdürmeleri de olması gereken bir aydın faaliyetidir. 

Gezi direnişinde yaşamını yitiren 8 genci katledenlerin cezalandırılması maksadıyla kurulan ve 9 yıldan beri hukuksuzluğa karşı mücadele eden "Gezi Aileleri" ise içinde aydınların da bulunduğu bir halk girişimi olarak kaydedilebilir.

Kaybedilmiş evlatlarının davasını yıllardır sürdüren "Cumartesi Anneleri"ni de bu kategoride değerlendirmek mümkündür.
 

Gezi olaylarında öldürülen 8 gencin aileleri adalet talebiyle sokakta. Kaynak-m.bianet.org_.jpg
Gezi olaylarında öldürülen 8 gencin aileleri adalet talebiyle sokakta / Fotoğraf: Bianet

 

Devam edelim:

  • Sınıfsal bakış açısıyla sosyalist bir düzeni kurmayı hedefleyenler sosyalistler.
  • Kürt meselesinde kendini Atatürkçü sayanlardan daha reddiyeci tutum alan "Ulusalcı sol" diye tanımlanan sol kesimler.

İkinci sıradakiler, Kürt hareketlerini "Emperyalizmle işbirliği yapmakla" suçlayarak siyaset yapmaktadır.  

Oysa bunlar, ülkedeki iktidarların "Emperyalistlerle işbirliği yapmak suretiyle" Kürtleri inkâr ve imha etmelerine sessiz kalıyor ve adeta içten içe sevinerek mevcut iktidarı örtülü destekleyen tavırlar sergileyebiliyorlar. 

Aynı tutum, Atatürkçüler ile sol Kemalistler için de geçerli.

Demokrat, liberal, Kemalist, Türk milliyetçisi aydınların belli bir bölüğü mevcut iktidara muhalif olsalar bile, Kürtlere ya "oy hesabıyla" sıcak yaklaşmakta ya da hasım gözüyle bakmaktadırlar. 
 

Gazeteci yargılamalarını protesto eden basın mensupları. Kaynak-Birgün gazetesi.jpg
Gazeteci yargılamalarını protesto eden basın mensupları / Fotoğraf: BirGün

 

Zaman zaman artan baskı, tutuklama, ceza ve yasaklamalara karşı basın mensupları bir araya gelerek dayanışma grupları oluşturmaktadırlar.

16 Ağustos 2016'da kapatılan Özgür Gündem gazetesine destek için sırayla "birer günlük yayın yönetmenliği yapan" 105 gazeteci, yazar, sanatçı ve aydın hakkında dava açılmıştı.

Bize göre basın camiasındaki en büyük ortak tavır da bu oldu.


Hepsi bir yana, şöyle bir gerçekle karşılaşıyoruz: Hangi kesimden olursa olsun, özellikle liberal, demokrat ve sol çerçevede sınıflandırılan entelijansiyanın kitlelerle yeterli bağı yoktur. Ayrıca bu tür dayanışma hareketleri devamlılık arz etmiyor.

Ara sıra imzalanıp duyurulan ortak bildiriler ise icraata dönüşemiyor, çoğu zaman medyada tekil bir tartışma halinde kalıyor.

Toplumsal bir hareketi cesaretlendiren kitlesel/yığınsal bir itici ve öncü dinamiğe yol açmıyor. 

Ne yazık ki niteliği itibarıyla farklı görüş, davranış ve tutumlar alan yani kendi içlerinde bir bütünlükten yoksun olan bu aydınlar, derin ve çok boyutlu kriz dönemlerinde ortak bir akılla toplu hareket etme yetilerini yitirmiş durumdalar.

Kürt coğrafyasındaki siyasi hareketlerin 150 yıllık acı tecrübesi de bize bunu gösteriyor.

Türkiye'deki Kürtlerin son 50 yılını göz önüne aldığımızda kriz, gerileme ve yenilgi dönemlerindeki Kürt aydınların acınası hali ortadadır. 

Kuşkusuz, genel bir tespitten bahsediyoruz. Vicdan sahibi, yaşadığı dönemin hakkını veren, direngen, kararlı, azimli aydınların varlığı elbette bu genelin dışındadır. 

2015 yılından itibaren içeride ve sınır ötesinde başlayan askeri operasyonlar sırasında yayınlanan "Bu Suça Ortak Olmayacağız" bildiri metni, özellikle akademisyenlerin örnek alınabilecek ortak tutumuydu. Muhalif kamuoyunda da yankısı oldu.

Bu arada silahlı Kürt hareketinin fahiş hatalarını fırsata çeviren iktidar, ceberut gücünü uygulamakta gecikmedi: Yasal alanda faaliyet gösteren HDP'ye, Kürt politikacılara ve kuruluşlarına yönelik karalama ve tutuklama operasyonları başlattı.

Bu durumda Kürt meselesi, kamuoyundan gereken ilgi ve desteği görmedi. 

İktidar ile Fethullahçı derin güçler, her türlü şiddet ve siyasi taktiği kullanarak "bölücü ve öcü" gösterdikleri Kürtleri, Türkiye genelinden tecrit etmeyi başardılar.

Yetmedi; Diyarbakır, Yüksekova, Şırnak, Cizre, Silopi ve Nusaybin'de dehşetengiz operasyonlar yaptılar; kimi şehirleri viraneye çevirdiler.

Böylesi bir dehşet ortamında sindirilen ahali suskunluğa büründü. Ondan sonra da en küçük basın açıklaması biber gazı ve sopayla bastırıldı.

Sonuç olarak yaklaşık yarım milyon Kürt, yerinden yurdundan edildi. Katledilenleri ise hiç saymıyoruz. 

Fethullah Gülen militanlarının 15 Temmuz 2016'daki başarısız darbe girişimini gerekçe gösteren iktidar, OHAL ilan ederek her kesimden muhalifleri susturdu.

Bahsedilen ortak bildiriye imza atanların haksız yere görevlerinden uzaklaştırılması çok konuşuldu ancak umulan tepkiyle karşılaşmadı. 

Kimi zaman gerçekleşen bazı bireysel çıkış ve eylemlerin bile terörize edilmesinin karşısında ortak tutumlar alındı. Prof. Nilgün Toper'in ifadesiyle:

Tek taraflı beyanlar, lehte veya aleyhte tavır almaya dönüştü.

 
İktidarın teşvik edip körüklemesiyle, ortam gerildi; kutuplaşmalar ve anlaşmazlıklar yaygınlaştı.

Kutuplaşmanın muhalif kanadı, bilhassa partiler, uygulanmakta olan baskı ve şiddeti (gözaltı, tutuklama, öldürme, işkence) açıkça eleştirmekten sürekli kaçındılar.

Bu da, "Aman ha provokasyon olur!" gerekçesiyle sinip sessiz durmakla kendini koruyacağını sanan ürkek muhalefetin ciddi hatalarından biri oldu. 

Elbette bunda mevcut iktidarın, ülke ölçeğinde yayın yapan televizyon kanallarında aydınların konuşmasını yasaklamış olmasının da ciddi bir rolü var.

İktidar, çeşitli mesleklerden oluşan 100-150 kadar aydını "kara liste"ye alarak hemen bütün görsel medya kanallarını onlara yasaklamış oldu.

Onların yerine "uzman" sıfatıyla açık oturumlara getirilip konuşturulan çapsız ve niteliksiz kimseler, kafa karıştırmak suretiyle izleyicileri serseme çevirmekteler. 

Sayın Demirtaş'ın mektubunu yorumlayan Prof. Nilgün Toker, şu görüştedir:

Mektup, genel haliyle aydın, sanatçı, fikir erbabı ve siyasetçilere hitaben yazılmış olsa da anladığım kadarıyla daha çok medyada çalışanlara, örneğin gazetecilere yöneliktir. Zira muhalif konumdaki gazeteciler, bütün o baskı ve yargısal cezalara rağmen seslerini bir şekilde kamuoyuna duyurabilmektedirler.


Bu durumda sormak lazım: Acaba Selahattin Bey'in önerdiği ortaklaşma için niyet ve zemin var mıdır?

Niyet konusunda fazla emin değilim. Buna karşılık ortak demokratik zemin, oluşma aşamasındadır.

Özellikle son bir yıldır muhalefet partilerinin birlikte hareket etmeleri ve zaman zaman gündemi belirleyen aktif tutumlar almaları böyle bir zeminin yavaş yavaş müsaitleştiğini göstermektedir.

İşçi ve emekçi kesim, hayat pahalılığı yüzünden yani genel anlamda "ekmek kavgası" uğruna ülkenin birçok yerinde grev yapıp protestolarını yolda sokakta dile getirmeye başlamıştır. 

Adalet Yürüyüşü, muhalefet liderlerinin şehir şehir dolaşarak halkın şikâyet ve taleplerini dinlemeleri, yer yer mitingler yapmaları, bu kapsamda 2022 Nevroz'unun hemen her yerde büyük kalabalıklar halinde kutlanması, 1 Mayıs'ın özellikle İstanbul'da -beklenenden daha fazla- kitlesel bir gösteriye dönüşmesi gayet önemlidir.

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 1972'de idam edilmelerinin yıldönümü münasebetiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği görkemli anma etkinliği de kayda değerdir.

CHP'li yetkililerin resmi devlet kurumlarına gidip halk adına hesap sormaları, SADAT gibi paramiliter bir kuruluşu teşhir etmek maksadıyla kapısına dayanıp açıklama yapmaları, Kürtçe söylenen konserlerin yasaklanmasını protesto babından meclis kürsüsünde Kürtçe şarkı söylenmesi somut örneklerdendir.

Kılıçdaroğlu'nun, son birkaç haftadır atak üstüne atak yaparak, adeta iktidara karşı "psikolojik yıpratma savaşı" vermesi de muhalefetin genel çerçevede "siyaset gündemini belirlemede" önemli bir rol aldığının, alacağının işaretlerindendir.

Sokağa inilerek halkla birlikte hareket edilmesi, böyle bir zeminin toplumsal ve kitlesel destek alacağını göstermektedir.

O halde ortak demokratik zeminin oluşması, biraz gayretle pekâlâ mümkündür.

Tek eksik, bütün bu gelişmeleri idare edebilecek kapsayıcı ve ortak bir merkezi organizasyonun henüz olmayışıdır. 

Kuşkusuz bu düzayak gelişen bir gidişat olmayacaktır; partiler açısından ara sıra geri çekilmeler ve yalpalamaları da beraberinde getirecektir. 

Mevcut iktidar, tahakkümünü giderek artırmakta, bir anlamda muhalif kesime kudretli veya muktedir olma hakkını, hayat hakkını tanımamaktadır. 

Kitlelere mal edilmeyen hiçbir fikir, maddi bir güç ve dinamizm yaratamaz.

Bu şartlarda aydınların niyeti ve varlığından ziyade, onların hareket edebilecekleri bir ortam, bir zemin veya alan yaratılması önem kazanmaktadır.

Böyle bir alanın kendiliğinden var olmasını beklemeden ortak iradeyle bu zemini oluşturmak gerekiyor.

Prof. Nilgün Toker, aydınların tavrına odaklandığından yukarıda sıraladığımız gelişmeler hususunda oldukça temkinli görünüyor ve şunları belirtiyor:

Neyi nasıl yapabileceğimize dair yeterli fikre sahip değiliz. Demirtaş'ın hitap ettiği aydınlar, şu ana kadar yaptıkları her şeyin etkisiz olduğunu görmekten veya buna inanmaktan yorulup geri çekilmiş de olabilirler. Her birinin farklı nedenleri de olabilir. 

Aydınlar, gazeteciler, siyasal aktörler dâhil, kamusal sorumluluğu olan herkesin oturup gelmekte olan üzerine düşünmesi ve buna dair konuşmanın zeminlerini hazırlaması gerekiyor. Belki şehir şehir dolaşıp oraların kamusal aktörleriyle tartışmak, topluma hitap etme kapasitesini artıracak yollar bulmak lazım.

Türkiye entelijansiyası bu sorumluluğu yerine getirecek güçte mi? Bunu, ancak harekete geçtiği zaman anlayabileceğiz.


CHP'nin girişimiyle 22 Mayıs'ta İstanbul Maltepe'de gerçekleşen miting, İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu'na verilen hapis cezasına ve siyaset yasağına dipten gelen tepki dalgasının parti genel merkezine yansıması sonucudur.

CHP önderliği, "Susma, sustukça sana sıra gelecek!" özdeyişine uzun süre direnmiş, bu yöndeki talepleri sürekli ötelemiştir.

Dolayısıyla parti sustukça başına vurulmuş; çekingen davrandıkça iktidar kendisine biraz daha yüklenmiş; suskun kaldıkça kapı arkasına sıkıştırılmış; belediye başkanları hakkında davalar açılmıştır.

Kaftancıoğlu'na verilen ceza bu partiyi adeta can evinden vurmuştur. Suskun kalarak iktidarla başa çıkılamayacağını hayattan öğrenen halk, CHP'yi meydana adeta sürükleyerek getirmiştir.

Kitleleri sandığa kilitleyerek ve sadece seçimler için hareketsiz vaziyette bekleterek bir yere varılamaz.

Maltepe'ye giden kitle, toplumsal muhalefetin ve meydan okumanın ne kadar isabetli bir yöntem olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. 

Ortak zeminin nasıl hazırlanıp somutlaştırılacağının basit bir örneğidir bu.

Eleştirel güç yetmez, onu toplumsallaştırıp aktif mücadeleye dönüştürmekle olur ortaklaşma.

Her şeyden önce gayet serinkanlı, aşamalı ve uzun vadeli bir plana ihtiyaç vardır. Bunun yolu da vaatler ve söylemlerin samimi olmasından geçmektedir.

Günübirlik eyyamcı tavırlarla idare-i maslahatçılık yaparak yaşananları, meydana gelenleri doğru dürüst kavrayamayız.

Siyasetçi veya entelektüellerin görüleni iyi anlayıp bunu bir vizyona (uzgörüye, öngörüye) dönüştürmesi gerekir. 

Kimileri buna "sosyopolitik teori" de diyebilir. Değiştirip dönüştürmeyi amaçlıyorsak buna uygun zemini de hazırlayabiliriz.

Sıkça, "Bu devlete sahip çıkacağız!" diyen Kılıçdaroğlu, mevcut devletin bütün aygıtlarıyla artık bir "AKP devleti" olduğunu anlamadığı sürece, halkın arzu ettiği hak ve özgürlüklerin demokrasi temelinde değişimini gerçekleştiremez.

Mevcut devlet yapısını savunmak yerine, onu köklü bir değişimden geçirmek esas alınmalıdır.

Türkiye'nin çözülmeyi bekleyen bütün meseleleri (Kürt meselesi, Alevi sorunu, kadın hakları, ekonomik kriz, çevre, sınıfsal sorunlar, vs) böyle bir değişimin kapsamına alınmalıdır. 

Bu konuda yol açıcı fikirler neler olmalıdır?

Düğüm buradadır. Kriz bu noktadadır.

Demirtaş'ın mektubunda hitap edilen aydınların, bilhassa gazetecilerin kuru sıkı, sabun köpüğü gibi ucuz bir popülizm yerine neyi nasıl anlatacaklarına dair fikirlerle beslenmeleri şarttır.

Beslenmek yetmez, bunları içselleştirip özümsemeleri de gerekir.

Bu kural siyasetçiler ve muhalif partiler için de geçerlidir. İçselleştirip özümsenen ön açıcı ve çözüme yönelik fikirler sayesinde halkı bilinçlendirme becerisi gösterilebilir, yaratıcı yol ve yöntemler bulunabilir. 

Yaşadığımız bu kriz döneminde iktidar yanlısı olsun olmasın, gri alanda bekleyen kararsız kitlelerin gözü kulağı çare bulup gösteren eleştirel seslerle davranışlara açıktır.

Bol kelam edip kitlelere gitmeyen ve onların kendilerini aşıp geçeceklerinden çekinen CHP ve sistem içi muhalefet partileri, sorunlara çözüm bulacaklarına ikna edemedikçe halkı kendi yanlarına çekemezler. 

Aynı şey, sözde yüksek seviyede teorik takılan kimi sol ve sosyalist çevreler için de geçerlidir.

Sol, neredeyse 40 yıldır hâlâ halkın vadisinde değil de kendi dar kulvarında dolaşıp durmaktadır. 

Verili durumda mektubun iletildiği gazeteci ve aydınların, yukarıda bahsedilen fikirlerle donanmış olduklarını sanmıyorum.

Ortak zemin üzerinden bir "Aydınlar Heyeti" oluşturmaları ne ölçüde gerçekleşir, bunu da bilmiyorum. 

Esasen sosyal ve mesleki konumları icabı, bu kesimler "kolektif" düşünüp birlikte çalışmak yerine "bireyci" davranmalarıyla ünlüdür.

En azından mevcut post-liberal düzen, onları bu hale getirmiştir. İşin bu yanını görmeden, yapılan önerinin başarı şansını kavrayamayız.

Sadece hak ve adaletten söz etmek yetmez. Dar ekonomizme kaymadan yoksul kitlelerin "ekmek davasına" şiddetle vurgu yapılmalıdır.

Zira mevcut iktidar resmen ve hileyle insanların aşına, ekmeğine ve işine göz koymanın ötesinde temel ihtiyaçlarını dahi elinden almaktadır.

Çinliler, yanlarına giden devimcilere hep şu uyarıda bulunurlarmış:

Büyük açlıklar yaşanmadan, devrim şartları oluşmaz!


İster bileğiyle, ister sazı ve sözüyle, isterse kalemiyle adam adama markaj ilkesinden yola çıkarak köy, mahalle, belde veya şehir demeden çok yer dolaşılmalıdır.

İnsana dokunup yüz yüze konuşarak birlikte derdine çare bulmanın o büyülü formülü zamanaşımına uğramış değildir; tersine, bugün daha fazla geçerlidir. 

Değişim ihtiyacı kapıya dayanmıştır. Ancak bunun farkında olmayan, görmezden gelen, aymazlık hali yaşayan kimi vurdumduymazlar, özetle bilinçsiz kesimler henüz fikirsel bir açmaz içerisindeler.

Akılları karmakarışık, yer yer ufku kararmış, akıl tutulması illetinden sıyrılamamış geniş bir aydın kesimi var. 


Her taraftan kuşatılmış, on binlerce kadrosu ve taraftarı tutsak kamplarına tıkılmış HDP ise, bu kuşatmadan çıkabilecek ciddi bir "huruç harekâtı" planına sahip değildir.

27 Eylül 2021 tarihinde kamuoyuna duyurulan 11 maddelik "tutum belgesi" ile bir nebze olsun bu akıl tutulmasını aşıp "huruç harekâtı" için siftah yapmaya çalışmıştır. 

Ancak beklenen ve umulan olmamıştır. Çünkü 2022 Newroz sonrası başlatılan tutuklama ve dava açma furyasına ek olarak başta CHP-İYİ Parti ikilisi olmak üzere muhalefet partilerinin HDP'ye "uzak durulması gereken lanetlenmiş parti" muamelesi çekmesi; ayrıca iktidarın tutuklama ve zulmüne itiraz etmemeleri sonucu, partide tekrar duraksama başlamıştır.

Dikkat ediyorum da rutin geziler, konuşmalar ve faaliyetlerin dışında bir olağanüstülük yok HDP saflarında.

HDP dışı Kürt hareketinin kentlerde ve kırsal alandaki yanlış politikaları ve mücadele anlayışları sonucu parti saflarında eskisi gibi görkemli bir gençlik hareketlenmesi de yok, kalmadı.

En önemli nedeni ise yanlışı iyi gören iktidar aygıtlarının, gençliği atıl ve pasif hale getirecek ölçüde tutuklama, sindirme ve katletme planlarını devreye sokması oldu. 

Haziran 2015 seçimlerinde ciddi bir başarı kazanan HDP, kendi dışındaki silahlı hareket tarafından bir açmaza itildi.

Şöyle ki:

Söz konusu hareket, seçimdeki başarının tümünü kendisine mal eden açıklamalar yaptı.

Aynı süreçte kamuoyunda "Hendek olayı" diye anılan "özyönetim eylemlilikleri" denilen yarı sivil-yarı paramiliter faaliyetler tırmandırıldı.

İktidarın çözüm süreci boyunca "savaş hazırlığı" yaptığı pekâlâ bilinmesine rağmen, kimi PKK yetkilileri böyle bir savaş planını silahlı şiddet yoluyla bozabilecekleri zehabına kapıldılar. Uyarılara rağmen yanlışlarında ısrar ettiler.

HDP saflarında, bu hatalara itirazlar da az değildi. Ancak itirazlardaki kararlılık ve ısrar hususunda pek emin değilim.

Sonuçta olan kitlelere oldu. Kürtler, söz konusu hareket ile kendi arasına mesafe koydular. Eylem çağrılarını kulak ardı ettiler. 
 

Kobani davasında sanıklara 38'er yıl ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendi.Kaynak-Yeni Şafak.jpg
Kobani davasında sanıklara 38'er yıl ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendi / Yeni Şafak

 

Bu arada vurgulamam gerekiyor: "Hendek olayı" ne kadar yanlışsa, 6-12 Ekim 2014 Kobani gösterileri de o denli haklıydı.

Zira Kobani'deki kardeşlerinin IŞİD eliyle yok edilmesini isteyen iktidar, bu şehrin düşmesini müjdeleyen tarzda açıklamalar yaptı. Bunun üzerine de Diyarbakır'da tepkisel öfke patlaması oldu.

Mevcut yönetimin bunun suçunu HDP yetkililerine yükleyip dava açması, "Siyasi intikamcılık" diye yorumlanabilir.

Medyada Kobani eylemlerini maksatlı biçimde kötüleyenleri bir kenara bırakırsak, iyi niyetle yapılmış eleştiriler o zamanki yanlış bilgilenme ve algılamadan kaynaklanmaktadır.

Bu yanlış algıyı icat eden de iktidar mekanizması ile yandaş medyasıdır. 

Kanımca o büyük yıkım ve tahribatın baş sorumlusu iktidar idi. Ancak feci şekilde "kurmay hatası" yapan Kürt hareketinin iktidarın istismar edeceği bahaneleri vermemesi de elzemdi.

Bu fecaatin bir muhasebesi yapılıp halkla paylaşıldı mı, bilmiyorum. 

Umutların tekrar yeşerdiği 2022 Newroz'u ise, Kürtlerin kendi davalarına sahip çıktıklarını ama örgütle aralarındaki mesafeyi hâlâ koruduklarının bir göstergesidir. 
 

 

Bu minval üzere Selahattin Bey'e dönersem, şu kadarını söylemeye hakkım olduğu kanısındayım:

Geçmişten günümüze coşku ve heyecanını korumuş olmasına rağmen Sayın Demirtaş'ın önceki yıllarda genç bir politikacı olarak bazı acemilikleri de olmuştur.

Örneğin, Diyarbakır'da aydınlar ve politikacıların katıldığı bir toplantıda, çözüm süreci öncesinde PKK ile devlet (AKP iktidarı) arasında gizlice yapılmakta olan Oslo Görüşmeleri'nden haberdar idi.

Kendisi buna değinmeden, dolaylı biçimde, "Kürt meselesinde çözüm süreci başlamıştır; karar için sıra son rötuşlara gelmiştir…" mealindeki tespitini davetliler önünde paylaşmıştı.

Bunun üzerine birkaç deneyimli kişiden itiraz geldi.

Bunlardan biri olan 1992'de HEP Genel Başkanlığını yapan Feridun Yazar, itirazını şöyle dillendirmişti:

Kanımca aceleci bir tespittir. 150 yıllık Kürt meselesi birkaç görüşme ve rötuşla çözülmez. Önümüzde çok uzun ve zahmetli bir yol vardır.


Sayın Demirtaş, benzer siyasi acemiliğini 11 Mayıs 2013 tarihli Reyhanlı patlaması sonrasında verdiği demeçte ve aynı dönemde Suriye'nin Lazkiye bölgesine ilişkin değerlendirmesinde de gösterdi. 

Keza 28 Mayıs 2013 tarihinde Taksim'de başlayan Gezi Olaylarındaki özensiz bir ibaresi de yanlış anlamalara yol açmış; kimi ulusalcı solcular, bunu demagojik tarzda yaygınlaştırıp HDP ile sol kesimler arasında barikat kurmaya yeltenmişlerdi.

İlaveten iki HDP milletvekili, "Gezi Olayı'nın, Kürtler ile AKP iktidarı arasındaki çözümü baltalayan bir çıkış olduğu" mealinde açıklama yapmıştı.

Bu tutum, bahsedilen sol kesimlerin olumsuz tavrının temel gerekçesini oluşturuyordu.

Bilhassa Haziran Hareketi bileşimi içindeki bazı milliyetçi solcular, bunu adeta kan davasına, HDP kitlesini ötekileştirip hesap sorma noktasına vardırmışlardır.

Bu önyargı, aynı kesimin HDP'ye mesafeli ama CHP'ye yanaşık durmanın gerekçesi olarak hâlâ ileri sürülmektedir.

Gerçi HDP, daha sonra aldığı uyarı ve eleştiriler üzerine kitlesini serbest bırakmıştı. Türkiye ölçeğindeki taraftarları, protestoların olduğu mekânlara çadırlarını kurarak destek vermiş, eylemlere de katılmışlardı.

Belirtmeliyiz ki sol kesim, şöyle bir algı yaratmaya çalışmaktaydı: Sanki Gezi'de, HDP'nin kitlesini katmaması nedeniyle zafer elde edilememişti.

Bize göre HDP kitlesi bütün gövdesiyle katılmış olsaydı bile, Gezi Hareketi o plansız ve kendiliğindenci haliyle yine de başarılı olamayacaktı. 

Tecrübe, geçmişteki olumlu veya olumsuz olaylardan ders çıkarmanın diğer adıdır.

Anlaşılan o ki Selahattin Bey de yaşanan tecrübeler ışığında daha bir olgunlaşmıştır; Türkiye'ye ilişkin temel meselelere oldukça geniş ve kapsayıcı bir açıdan bakmaktadır. 

Kürt mahallesindeki değerlendirmeleri şunun için yazdım: Kürt halkını da temsil iddiasında olan parti, politikacı ve aydınlar; kendilerini kamuoyundan alabildiğine tecrit eden, kuşatıp boğma ve imha etme gayretinde olan iktidara karşı, Türkiye'deki muhalif kesimlerle ortak zeminde buluşmak istiyorlar.

Bunun bir şartı da yukarıda değindiğim iç ve dış muhasebeyi yapmaktan geçmektedir. Yoksa inandırıcı olma ihtimalimiz yoktur. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU