Kuyruklu bir yıldız gibi

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Unsplash

Toprak ve biz

İnsanoğlu doğar, yaşar ve ölür. Yani gelir geçip gider bu dünyadan. Arkada bıraktıkları geçmiş olur ve geçmişe mazi derler bu topraklarda.

Burada sanki bir ufak geçiştirme, bir atlama var. Neden derseniz, çünkü aslında geçmiş geçmeyen bir şeydir. Geçmiş geçmez çünkü.

Şimdinin içinde şu ya da bu şekilde yaşar, sürer gider. Bunun en belirgin işareti de anılardır. Onlar hep insanda yaşar. Bazılarını unutsak da bazıları unutulmaz.

Bazen anlatır bazen yazarız onları. Bazen umdukların, hayal ettiklerindir yazdıkların, bazen de geçmişte yaşadıkların...

Bu sırada toprağın gözü sendedir, toprak unutmaz, toprak affetmez, o hep sotada bekler. Zaman gelip geçer, yaşlanırsın ve nihayet kaçamaz, sonunda toprağın kucağına düşersin.

Toprak ki ölümün gözü, gözetler durur bizi. Sonunda yapacağını yapar verdiğini geri alır, alır götürür bizi. Topraktan gelen toprağa gider.

Soru şudur: Geldin, yaşadın, göçtün, gittin; peki ama geride ne bıraktın?


Gençlik ve gelecek

Bunu gençken pek kimse aklına getirmez. Daha çok yaş geçerken akla gelir. Neden mi? Çünküleyin; artık arkada kalan zaman çoğalmış önündeki ise iyice azalmıştır.

Hızla gelir her şey üstüne. İşte tam bu sırada telaşlanır insan.

Eyvah, işte geldim işte gidiyorum. Ama ne kaldı geride? Niye geldim niye gidiyorum? Ne anlamı var bu yaşamın? Madem ölecektim niye doğdum, madem doğdum niye ölüyorum?

Hükmü bu sorulara geçmezse o zaman geride ne bırakıyorum diye hayıflanır insan. Fakat belki de biraz geç kalmışsındır ve selam.

Çünkü zaman, istemediğin halde bir küheylan gibi dörtnala gelip geçmiş, sen sorularla baş başa kalmışsın. Atı o saatten sonra durdurmanın mümkünatı yoktu. O anda bir şey yapmanın da. Geçmiş ola. Sen onu daha evvel düşünecektin.


Yaşlanmak…

Bu artık yaşlılık perdesinin dideye indiği zamandır. Yaşlanmak… Ah yaşlanmak… Yanık sesli ozan Aydın, "Keşke ölüm olaydı da yaşlılık olmayaydı" diye feryadı figan eder stranında. Sevdiği kadın iki tel beyazı saçlarında görünce "Sen yaşlandın" diyor, o da hayıflanıyor.  

Oysa her yaşın kendine göre bir güzelliği var diye düşünmeli insan. Ne ki kimse fazla yaşamış olmaktan ötürü yaşlanmaz. İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar.

Hâlbuki yaşamadıkça yaşlanırlar. Burada fark yaratan cesarettir, umuttur, yaratıdır. İnsan ki cesareti derecesinde genç korkuları derecesinde yaşlıdır.

İşte bu noktadan sonra en büyük korku ölmek değil, neden yaşadığını bilmeden geçip gitmektir bu darı dünyadan... Bir değer yaratmadan... Topluma, insanlığa bir nebze de olsa bir şey katmadan.. 

Zaten yaşlanmak başlı başına hüzünlü bir şey. Geçen zaman çok, kalan azdır ya ve gittikçe de azalmaktadır ya, işte o zaman iç burukluğu bir yandan içini kemirir insanın öte taraf telaşı vardır insanda. İster istemez düşünür. 

Ne ki geçen zamanın çokluğu çokça tecrübe kazandırmıştır, kalan kısmının enerjisinin azlığına karşın. Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir, tırmandıkça yorulursun ama görüş açın ve ufkun genişler.

Zirvede görüntü bambaşkadır. Gençlikte yüksek enerjiye karşılık tecrübe azlığı söz konusuyken şimdi tersidir artık geçerli olan. Hayat böyle kendini denge de tutar.

Sonra ölüm gelir, son eşik, evet son eşik olan ölümdür. E "ne yaşadın, neden yaşadın", soruları dönenip durur peşini bırakmadan.


Ölüm ve yaşam

İnsanoğlunun en temel duygularından biri korkudur. Korku insanın diğer birçok davranışını biçimlendirir. Korkuların içinde en büyüğü ise ölüm korkusudur.

Dolayısıyla yaşamı şu ya da bu biçimde biçimlendiren yaşam değil, ölümdür, ölüm korkusudur. Bütün buluşlar, bilimler, dinler ve hayata dair ne varsa, onların hepsinin temelinde bu duygu vardır.

İnsanın yaşamını belirleyen, yaşam pratiklerini etkileyende (ister farkında ol ister olma) o dur. Başı göğe aksa bile insanın ayaklar topraktan asla ayrılamazlar ve toprak onları hep kendine çeker. O yüzden "Ölüm toprağın gözü, toprak hep gözetler durur bizi" diyorum.

Bu duyguyu bu manayı herkes bilir mi? Özellikle de gençler?..  Ne diyor Orson Welles, genç birine hüzün yüklü yaşlı sesinde;

Ben gençliğin ne olduğunu bilirim. Fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmezsin. Yazdan sonra kış gelecek, yıllar geçecek. Sen de yaşlanacaksın bir gün, sen de aynı şeyleri söylüyor olacaksın belki bir gün.


Gençlik ve yaşam

Genç yaşlardayken yaşın bir önemi yok. Yaşanacak günlerin çok çünkü. Ama o günler de geçecek ve sen de yaşlanacaksın. Hatırlanacak anıların olacak.

Onları anlatacaksın. Anlatacaksın ki yaşasınlar. Çocuklarına anlatacaksın, belki torunlarına yazacaksın, onlar okuyacak ve onlar da anlatacak bir gün belki. Belki de söyleyecek şeylerin de olacak.

Bir strana, bir romana koyacak. Bir türküde dile getirecek, bir şarkıda mırıldanacaksın. Ya da iki satıra dökeceksin içini. Kendine ya da başkasına dair.

Sonra döngü tamamlanacak. Ve döngü devam edecek.  Biri gidecek, biri gelecek. Biri ölürken, biri doğacak.


Yazmak ya da anlatmak

Sadece ölüm kalım döngüsünde yer alma yok. Yazarken, yaşarken; okurken, anlatırken de var. Yazarlık, başkalarının yerine geçmeyi gerektirir.

Roman karakterlerinin duygularını, düşüncelerini aktarmak için "o olmak" gerekir. Bu okuyarak edinilen bir yetenektir. Okumak da başkasının yerine geçmeyi gerektirir.

Okurken bir süreliğine de olsa kendiniz olmaktan çıkar okuduğunuz karakterin yerine geçer, anlatılan yerleri gezer, onlarla güler onlarla ağlarsınız.

Yazmanın okulu, okurluktur, amma velakin bu okul bildiğimiz okullara benzemez. Bu okul mezun olunan okullardan da değildir. Okurluk ve yazarlık edebiyatın iki direğidir.

Edebiyatın üstünde yükseldiği iki temel direk. Bir madalyonun iki yüzü gibi, biri olmadan diğeri olmaz.  Biri diğersiz olmayan iki yüz. 


Doğduğun, yaşadığın ve öldüğün yer

Doğduğun yaşadığın yer de önemlidir. Çünkü toprak coğrafyadır, coğrafya ise  kaderdir. Yaşadığın çağ da bir çember gibi etrafını çepeçevre sarandır.

İnsan ki yaşadığı coğrafyaya benzer ve yaşadığı çağa mahkûmdur. Edebiyat bizi bu hapisten kurtarır işte.. Kurtulmanın mümkün olmadığı tek bir gerçek var sonunda o da ölümdür..

Herkesin kapısını eşitçe çalan ve herkesi mutlak biçimde eşitleyen, ölüm. 

Ölüm nedir? Kim bilebilir ki.. Çünküleyim, ölüm yaşama dâhil değildir. Epiküros’un dediği gibi;

Ölüm varken ben yokum. Ben varken ölüm yok.
 

Ne ki, toprak ölümün gözü, nerde olursak olalım çağırır durur bizi.. Üstelik bu adil olmayan yaşamda ayırım gözetmeden yapar bunu.

Ölümün yaşa saygısı yok. Torpil de yoktur onda. Genç yaşlı ayırımı yapmaz. Geldi miydi alıp götürür. O halde mesele şu ki geçip giderken ne kalacak arkada?


Kuyruklu bir yıldız gibi

Neden bu giz, bu gizem, niçin bunca korku? Belirsizliğin hem dayanılmaz cazibesi hem de kahreden endişesi!.. Ölüm nedir, sırrı nedir, nasıl yaşanır kimse bilmiyor. Söylenenler tevatür.

Çünkü ölüm yaşama dahil değil. Ölüm varken sen yoksun sen varken ölüm yok. Yani ölüm yaşamın bir parçası değil, başka bir hal, başka bir çizgidir o.  Ne ki yaşamı o yönlendiriyor, gizli bir güç gibi ve sessizce. 

Fakat şunu da unutmayalım ki; yaşamın güzelliği ölümdendir. Ölüm olmasaydı yaşam bu kadar çekici olur muydu? Önemli olan yaşamak ve ölmek değil o halde.

Önemli olan nasıl yaşadığındır. Herkes bir gün mutlaka ölür. Ama herkes gerçekte yaşamaz. Bu yüzden nasıl öldüğün değil nasıl yaşadığındır önemli olan?

Geçip giderken bu dünyadan bir kuyruklu yıldız gibi arkanda iz bırakabiliyor musun? Bunun için zamana aman verip de günü boş geçirme.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU