'Bir Hayat, Üç Dönem'den hayatlar…

Celalettin Can, Independent Türkçe için Prof. Dr. Gencay Gürsoy ile "Bir Hayat Üç Dönem" anı kitabı hakkında konuştu

Prof. Dr. Gencay Gürsoy, Prof. Dr. Server Tanilli, Hrant Dink, Prof. Dr. Bülent Tanör ve İlhan Selçuk / Kolaj: Independent Türkçe

Günler büyük acılarla geçiyor.
Ama büyük umutlarla da

Server Tanilli 
 

 

Celalettin Can: Server Tanilli'yi yazmışsınız. Server Hoca, Şişli Siyasal'da birinci sınıf öğrencisi iken Uygarlık Tarihi dersimize gelirdi… 1974-75 öğretim yılında Şişli Siyasal Bilimler Yüksek Okulu'nu kazanıp Elâzığ'dan İstanbul'a gelirken okul bakımından ne kadar şanslı olduğumu bilemezdim. Server Tanilli, Murat Sarıca, Arslan Başer Kafaoğlu, Erdoğan Teziç, Aydın Aybay, Kıvanç Ertop ve daha başka kıymet biçilmez hocalarımızın biz öğrencilerini aydınlatmak için gösterdikleri özel çabayı anlatamam. Derslerde neler konuşulmazdı ki. Uygarlık tarihi, sanat ve edebiyat, Fransız ve Sovyet devrimi ve bütün devrimler, siyasetin ve siyasi tarihin disiplinleri, iktisat, felsefe, sosyoloji vb. İstanbul'un hemen bütün üniversitelerinden öğrenciler derslerimizi dinlemeye gelirlerdi. Server hocamızın dersleri ne kadar da kalabalık olurdu. Hele yıl sonu dersindeki "Muhakkak ki bir tercih yapacaksınız... İsterim ki tercihiniz emperyalizme ve faşizme karşı mücadele safı olsun!" çağrısı…

 
Şişli Siyasal'ın gerçek bir akademi özelliği kontrgerillanın gözünden kaçmayacaktı. Birkaç arkadaşımızın ve hocamızın isimleri öldürülmeleri için faşist katillere verilecekti; 7 Nisan 1978'de Server Hocamız vurularak felç kalacaktı...  

Ben o dönemde İstanbul Dev-Genç başkanlığını yapıyordum. Dev-Genç olarak biz o dönemde İstanbul'da risk altında olan üniversite, akademi, yüksekokul ve liselerin yanı sıra, okula geliş gidişle sınırlı olsa da, hocalarımızın güvenliğini alırdık. Gerekli hallerde geç saatlere kadar bazı hocalarımızın evlerinde kaldığımız olurdu. En çok risk altında gördüğümüz Kıvanç ve Server Hocalardı.

Trajik olan, o akşam Server Hoca'yı okuldan ben almış, Şişli Camii'nin yakınında bir yerde bulunan taksi dolmuş durağına bırakmıştım. Anımsıyorum taksi dolmuşa Server Hoca'yla beraber binip, eve bırakma konusunda daha öncesinden fazla ısrar etmiştim ki Hoca sevecen bir üslupla azarlarcasına "Hep benim korunmam gerektiğinden bahsediyorsun, senin korunmaya ihtiyacın yok mu, Celalettin Can…" cümlesini kurarken kaderimizi ayırdığını nereden bilebilirdi ki…  

Aklıyla, fikriyle hep yanımızda olan Servet Hocamızı ve o güzide hocalarımızı bir araya getirip ders vermelerini sağlayan, 20 yıl sonra cezaevinden çıktığımda öğrencisini o okul günlerinde olduğu gibi keyifle karşılayan, yapmayı tasarladığı şeyleri kendisiyle açıklıkla konuştuğunda karşılaşabileceği muhtemel engellerle her zamanki titizliğiyle uyaran, ti'lerle karışık yüksek siyaset sohbetleriyle aydınlatan, kısacası katkılarını unutamayacağımız sevgili dekanımız Prof. Dr. Kıvanç Ertop'u akademik tarih elbet bir gün yazacaktır.

Şişli Siyasal Bilimler Yüksekokulu hocalarımla, Kıvanç Hocamla, özel olarak Server Hocamla ilgili birçok anım var ama sanırım bu kadar yeter herhalde.


Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Celalettin, senin Server abiyi alıp dolmuş durağına bıraktığın akşam biz Oya Baydar'ların evinde yemekteyiz. Akşamın bir saatinde Haydarpaşa Göğüs Cerrahi'den ya da Server abinin yakınlarından biri aradı ve söylediği şu idi:

Server abi vuruldu, şu an Haydarpaşa Göğüs Hastanesi'nde, haberin olsun, bekleniyorsun.

Hemen evden çıkıp Çapa Tıp'ta öğretim üyesi olan Sinir Cerrahisi uzmanı Umut Kaya'yı (Başbakan Şükrü Kaya'nın oğlu) evinden alıp, doğruca Haydarpaşa Göğüs Cerrahisi'ne gittiğimizde kliniğin şefi Siyami Ersek de gelmişti.

Gördük ki omuriliği parçalanmış. Umur Kaya, her ihtimale karşı belki bir şey yapabiliriz düşüncesiyle ameliyata girdi. Ben ameliyatta, izleyenlerdenim. Maalesef sonuç alınamadı. Çünkü omuriliği neredeyse kopacak kadar parçalanmıştı.  

 
Celalettin Can: Sonra…

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Server abi ile uyandıktan sonra konuşurken gözlerimden akan yaşlara engel olamamış, bir bahane uydurup odadan çıkmıştım. Döndüğümde fazla bir şey sormadı. Kısa bir süre sonra anestezi uzmanı genç bir doktorla fizik tedaviye başlanması için onu Londra'ya götürdük.

Umutluydu. Bilimsel gelişmelere o kadar güveniyordu ki basit bir omurilik zedelenmesinin ameliyatla düzeltilemeyeceğine aklı yatmıyordu. Sovyet tıbbı konusunda, sosyalizme yönelik derin inancı ve bağlılığından kaynaklanan aşırı beklentileri de vardı.

Bu olaylardan önceki sohbetlerimizde Sovyetlere toz kondurmaz, olanca sevimliliğiyle, her aksaklığa mazeret bulmaya çalışırdı. Bu sahiplenme duygusu Stalin eleştirilerine kadar uzanır, ne zaman imalarda bulunsak, gülerek, "yok, Pos'a bok attırmam!" derdi.

Londra'da yapılan incelemeler sonunda, rehabilitasyon kararı alınmıştı. Bu, radikal sonuçlar beklenmeyen, uzun ve zorlu bir tedavi süreciydi. Ben felçlilerin rehabilitasyon ile ilgili Londra'daki uygulamalardan bahsederken, Server abi yarı şaka, yarı ciddi bir tonda "Gencay, bana öyle geliyor ki, bu işi ancak Moskova'da halledebilirler!" dediğini hiç unutmuyorum.

Nitekim neticede kendi isteği üzerine Moskova'da olmasa da Leningrad'da bir hastaneye yatmıştı. 1979 baharında aralarında Halet Çambel, Nail Çakırhan, Mina Urgan, Muzaffer Sencer, Yakut Irmak, bizim Çapa'dan Umur Kaya ve Coşkun Özdemir gibi öğretim üyelerinin de yer aldığı geniş bir grup halinde yaptığımız Sovyetler ziyaretinde, onu görmek için hep beraber Leningrad'daki hastaneye gitmiştik. Server abi çok sevinmiş, hepimizi kucaklamıştı.

Neşesi yerindeydi. Tekerlekli iskemleyle her yere ulaşıyor, öğrendiği birkaç Rusça kelimeyi kullanarak hemşirelerle, doktorlarla şakalaşıyordu. Tıbbi olarak mucize yaratılmamıştı ama faşistler tarafından kurşunlanmış sosyalist bilim insanı olarak, onu herkes sevgiyle kucaklamış, bağrına basmıştı.

Server Tanilli, bu uzun yorucu tedavi döneminden sonraki yaşamının son on beş yıllık bölümünü Strasburg'daki "Türk Etüdleri Enstitüsü"nde öğretim üyesi olarak geçirdi. Tekerlekli iskemleye mahkûm günlük yaşamını büyük bir disiplin içinde planlayarak onlarca kitap, yüzlerce makale yazdı.
 

IMG-20220205-WA0017.jpg
Prof. Dr. Gencay Gürsoy, Prof. Dr. Server Tanilli ile birlikte

 

"Aydınlanmacı" bir entelektüel olarak Avrupa'daki sol siyasi hareketlerle yakın ilişkisini sürdürdü. Cumhuriyet gazetesinde köşe yazıları yazdı. Türkiye'nin sol toplumsal mücadele tarihinde derin izler bırakan ve 29 Kasım 2011 günü sonlanan onurlu yaşamını kendisi şöyle tanımlamıştı:

Mutlaka bir gün

Günler büyük acılarla geçiyor.
Ama büyük umutlarla da
Ve diyebilirim ki hayatta, hiçbir zaman böylesine umutlu olmadım gelecekten
Bir kötürüm olmama rağmen
Ve işte şurada
Dost ve düşman
Herkese ilan ederim ki, ayaklarımı bir savaşta kaybettim
Yine bir savaşta kazanacağım,
Ve mutlaka ama mutlaka bir gün
Karanlığın ve zulmün sığındığı son kaleyi fethe giden
Kitlelerin içinde olacağım.
Günler büyük acılarla geçiyor
Ama büyük umutlarla da

 
Bülent Tanör

Hayatta her şeyin bir karşılığı var!

Celalettin Can: Prof. Dr. Bülent Tanör'ün ismi geçince, bu bende; genç, dinamik, üretken, idealist insan çağrışımı yapar. Kıvanç ve Server hocalarla sohbetlerde başka okullardaki hocaların adı geçtiği olurdu. O tür konuşmaların bıraktığı etkinin sonucu da olabilir bu duygum. Anı kitabında onunla ilgili karşılaştığım yeni şeyler bu bakımdan sürpriz olmadı…

Ancak Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) grubuna da kabına sığmayan devrimci duygularla katılmış olmalı.

Bülent Tanör'ün yanında Yücel Sayman da var. Yalnız da değiller, Öget Öktem ve sizin eski eşiniz Fatma Arda var. Örgüt başlangıçta Bülent Tanör ve Yücel Sayman'ı Trakya köylerinde işçi-köylü gazetesini dağıtmak için gönderiyor. Burada başarılı oluyorlar ki örgüt bu kez onları Ege Bölgesi'ne işçi-köylü çalışması yapmak için gönderiyor. 

Gerçekten de trajikomik haller yaşanıyor. Köy çalışmasına uygun kılığa bürünmek için özen gösteriyorlar, çabaları da hoş. Söke'de Bülent Tanör'ü başında köylü kasketi, sırtında eskimiş ceket, ayağında lastik ayakkabılarıyla düşünüyorum da...

Hele o kıyafetiyle açık hava sineması bilet kuyruğuna girip dalgın dalgın kuyrukta ilerlerken arkasından genç bir yurttaşın "Dayı yürüsene!" diye uyardığında, Bülent Hoca arkasını döndüğünde yüzünü gören gencin ona "Affedersiniz Beyefendi!" diyor ama illegalitesi bozulduğundan canı da sıkılmış olmalı.

 
Prof. Dr. Gencay Gürsoy:
Bülent ve Yücel'in köy çalışmasına gönderildiği dönemde Öget ve Fatma daha eğitim aşamasında "aday üye" konumundadırlar. Arada buluşup "Maocu" hareketin önemli teorik yayınlarını okuyorlar.

Bir de illegale geçen ve gizlenen bazı partili kadınları evlerinde misafir ediyorlar. Bu arada kod adları, parolalar, şifreler, gizli buluşmalar vb. bütün mizansen büyük işlere soyunmuş bir gizli örgüt görüntüsüne tam olarak uymaktadır.

Sonuç olarak, savcılar da aynen böyle değerlendirmiş ve dişe dokunur hiçbir eylem yapmayan gizli örgüt senaryolarına uygun davalar açmıştı. Kuşkusuz bu söylediklerim sadece PDA hareketi için geçerli değildi.

O dönemde birçok illegal hareket, doğru dürüst bir değerlendirme yapmadan başından büyük işlere kalkışmış, dürüst, yetenekli, gözü pek birçok genç insan yaşamını yitirmiş, binlercesinin yaşamı alt üst olmuştu.

 
Celalettin Can: Farklı bir zaman yaşanıyor, Rüzgâr başka türlü esiyor. Dolayısıyla göz önüne alırlar mıydı bilemiyorum. Ama yine de uyarıcı olamaz mıydınız?

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Ne yazık ki o günlerde, bizim kuşaktan ne ben ne benim gibi düşünen ve benden tecrübeli olanlar bu değerlendirmeleri eylemci gençlerle açık açık tartışmamış, eleştirilerini sol çevrede yüksek sesle dile getirememişti.

Bu yüzden olan bitenlerden, bu hareketlerin liderleri yanında, akıbeti gördüğü halde susan herkes sorumludur. Ben de o günlerde düşündüklerimi ancak en yakınımdakilere anlatmakla yetinmiştim. O hengamede bizim kuşaktan Bülent, Öget ve Yücel'in payına iki yıl süren bir kaçak göçmenlik, Fatma'nın payına da bir yıl süren hapislik düşmüştü.

 
Celalettin Can: Bülent Hoca için bu bir hayat deneyimi olarak kalıyor ve yoğun bir enerjiyle zaten kopmadığı akademik çalışmalara dönüyor. 1983'de 1402'lik oluyorsunuz. Yedi yıl sonra, 1990'da üniversiteye geri döndüğünüzde neyle karşılaştınız?

 Prof. Dr. Gencay Gürsoy: YÖK cenderesi içindeki üniversitelerde tahammül edilmez bir rektör despotizmi hüküm sürüyordu; ama YÖK düzeni içinde yetişmiş yeni öğretim üyesi ve öğrenci kuşakları bu durumdan pek şikâyetçi değillerdi.

Ben öğretim üyesi olarak, bir taraftan eski motivasyonumu kazanmaya çalışıyor, bir taraftan da nafile olduğunu bile bile siyaset alanındaki didinmelerimi sürdürüyordum.

Bülent değişen koşullara hızla adapte olmuş ve fazla örselenmeden akademik çalışmalarına dört elle sarılmıştı. Her zamanki iyimserliğiyle, 12 Eylül'ün yıkıcı etkilerine karşın, ilgileri daha canlı olan hukuk fakültesi öğrencileriyle uğraşmaya devam ediyordu.

 
Celalettin Can: Şunları söylemesem eksik kalacak: Bülent Tanör Hocayı fırsat buldukça takip ettim. Çalışmalarında Kemalist bir damar var olduğuna dair bir kanaat edindim. Bildiğiniz gibi babası Cahit Tanör, Yugoslavya'da dışişlerinde görev yapmış bir Albay emeklisi. Yukarıda bahsettiğim Bülent Tanör hoca'nın Doğu Perinçek'in PDA hareketine katılımında böyle bir ortamda yetişmesinin payının olması bir olasılık. Gerçi Cahit Bey emekli olduktan sonra TİP'e de (Türkiye İşçi Partisi) katılıyor...

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Ancak şunu da ekleyeyim, sonra Bülent ve ismi geçen arkadaşların hiçbiri ne PDA ile ne de başka bir sol örgüt faaliyetinde yer almadı.

 
Celalettin Can: Hastalık hali nasıl ortaya çıktı, hastalık halini nasıl yaşadı?

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: 1996 ortalarında Çapa'da elli dokuz yaşını geçmiş öğretim üyelerinde prostat kanseri için basit bir tarama testi olan PSA kontrolü programı sırasında kan verirken Bülent aklıma gelmişti. Babası Cahit amca uzun süredir prostat kanserinden tedavi görüyordu.

Bülent önce biraz nazlandı ama Öget kolundan tutup kan vermeye götürdü. PSA hayli yüksek çıktı. Oysa Bülent'in hiçbir şikâyeti yoktu. Bu durumlarda daima yaşanan o büyük şaşkınlığı biz de yaşadık… Bütün incelemeler ileri evrede bir prostat kanserinin varlığını kesinleştirdi… Hastalığın ilk şok dönemi geçer geçmez Bülent çalışma hızını arttırdı.

1997'de TÜSİAD'a, o dönem için büyük önem taşıyan "Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri" adlı kapsamlı bir rapor hazırladı. 1998'de Türkiye'de Kongre İktidarları'nı genişleterek yeniden yayımladığı kitap o yıl "Sedat Simavi" ödülü aldı.

1999'da "Türkiye'de Demokratik Standartların Yükseltilmesi" adlı ikinci bir rapor hazırladı. Sonra "Uyum Yasaları" çerçevesinde yapılan yasal değişikliklerin hemen tümü bu raporlarda yazılmıştı. Terörle Mücadele Kanunu'nun birçok gazeteci ve yazarın mahkûm olmasına olanak veren, ünlü 8'inci maddesinin kalkması gerektiğini vurgulayan makaleler ve konuşmalar yaptı. Kısacası tedavi çabalarına karşın hastalık ilerliyor ve Bülent zamanla yarışıyordu.

 
Celalettin Can: O günlerde İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun, Bülent hocanın TÜSİAD raporları karşılığında aldığı parayla ilgili açtığı soruşturmanın içyüzü nedir?

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Alemdaroğlu, Bülent Tanör'ün TÜSİAD raporları karşılığında aldığı parayı Döner Sermaye Saymanlığı'na yatırmadığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açtırdı. Aldığı para da, o zamanın parasıyla, 1,5 milyar kadardı.

Oysa yasada "devamlı" statüde görev yapan öğretim üyelerinin dışarıda herhangi bir ücretli ya da ücretsiz iş yapamayacakları belirtilirken "telif hakları hariç" tutulmaktaydı. İddia edilen suçun cezası ise öğretim üyeliğinden uzaklaştırmaydı.

Bülent savunmasında "telif hakkı" ile ilgili yasa maddesine dikkat çekerken, o dönemdeki YÖK Başkanı dâhil olmak üzere birçok öğretim üyesinin TÜSİAD'a ücret karşılığı rapor hazırladığını ve hiçbiri hakkında soruşturma açılmadığını da anımsatıyordu.

İstanbul Üniversitesi'nde konuyla ilgili kurulan Komisyon Bülent'e paralel görüş bildirince, Rektör Alemdaroğlu bu kez Bülent'e "Üniversite öğretim üyeliğinden çıkarma cezası" verilmesi talebiyle YÖK'e başvuruyordu.

Alemdaroğlu, YÖK'ün verdiği yetkileri kendine şu veya bu şekilde muhalefet edenlere karşı sonuna kadar kullanmayı bir yönetim üslubu haline getirmişti. Akademik geleneklere ve çağdaş üniversite anlayışına aykırı olan bu tutumunu savunurken de türbana karşı tavrını ve kendine göre yorumladığı Atatürkçülüğü kalkan olarak kullanırdı.

Bülent'le uğraşmasının öteki örneklerden tek farkı, karşısındaki kişinin, çalışmalarıyla Atatürkçülüğün çağdaş yorumuna çok anlamlı katlılar yapan bir bilim insanı olması ve o sırada ölümcül bir hastalığa karşı yaşam mücadelesi içinde bulunmasıydı.

Alemdaroğlu'nun bu tutumu basında ve kamuoyunda çok ciddi tepkilere yol açtı. Ne yazık ki Bülent'in ilerleyen hastalığı ve kamuoyu tepkisi Alemdaroğlu'nun öfkesini dindirmedi. Birkaç muhalif öğretim üyesi ile birlikte Bülent Tanör'e bu kez de "olumsuz sicil" verdi.

 
Celalettin Can: Değerli bir hukukçu ve Anayasa hukukçusu olduğu açık kabul gören Bülent Tanör bir süre sonra Galatasaray Üniversitesi'ne geçme kararı vermek zorunda kalıyor. 

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Evet, bu kararı hepimiz destekledik. Nisan 2002'de Prof. Dr. Bülent Tanör kırk yıl emek verdiği İstanbul Üniversitesi'nden ayrılıp Galatasaray Üniversitesi'ne geçti.

Bülent'i 28 Kasım 2002'de uğurladık. Resmi tören Galatasaray Üniversitesi bahçesinde yapıldı. Bülent'i seven, tanıyan herkes oradaydı. Galatasaray Üniversitesi'nin o sıradaki Rektörü Erdoğan Teziç, ben, Öget ve Prof. Türkan Saylan birer konuşma yaptık.

Her şey olması gerektiği gibiydi ama "Bu tören neden Bülent'in kırk yıl hizmet ettiği İstanbul Üniversitesi'nin bahçesinde yapılmadı?" sorusu orada bulunanların yüreklerinde sessiz bir isyan çığlığı gibi yankılanıyordu.

Toprağa verilirken, Bülent'in mahalleden tanıdığı "laik imam" mezara eğilip, yol tarif eder gibi, alçak sesle bir şeyler söyledi. Çok iyi duymadık ama bildiğimiz mezarlık dualarına benzemiyordu. İnancı olmayanların çaresiz uzlaşmayla kurallarına teslim olduğu cenaze törenlerinden farklı olarak "laik imam", sanki Bülent için ahbap işi kıyak yapmıştı.

 
Celalettin Can: Rektör Prof. Alemdaroğlu ne oldu?

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu'na, tıp doktoru olan Rektör Prof. Alemdaroğlu'nun "bilim hırsızlığı" yaptığı konusunda suç duyurusu geldi. Prof. Alemdaroğlu'nun verdiği olumsuz sicil aleyhine Bülent'in açtığı dava ölümünden sonra sonuçlandı ve karar iptal edildi.

Rektör Prof. Alemdaroğlu'nun dosyası da dönüp dolaşıp Türk Tabipler Birliği Yüksek Onur Kurulu'nun kararıyla sonuçlandı. Ve suçu sabit görülen Prof. Alemdaroğlu "iki ay meslekten men" cezası aldı.

 
Celalettin Can: Hayatta her şeyin bir karşılığı var!

 
Hrant Dink

Hrant'ı sevgiyle anarken…

Celalettin Can: Gencay Hocam, "Müslüman Türkiye…" başlığı altında yazdığınız iki makalede, sevgili dostumuz Hrant Dink'le hoş geçen bir polemiği kitabınıza almışsınız (Birgün, 8 -15 Kasım 2005). Bu yıl Hrant'ın katledilmesinin 15. yılı. Bir açıdan son 20 yılımızı anlamak, hafıza tazelemek ve Hrant'ı anmak için bu polemiğin konusunu konuşalım diyorum.

Tarihin o döneminde Türkiye'ye biçilen kimlik ılımlı "Müslüman Türkiye" … AB sürecindeki demokratikleşme çabaları ön plana çıkarılarak desteklenen AKP İktidarının, AB projesi doğrultusunda adım adım ördüğü 'Müslüman Türkiye' modeline solun bir kesimi olumlu bakıyordu.

Bu modele olumlu bakanlara örnek olarak Hrant Dink'in o dönemde Agos'ta (ve BirGün'de) çıkan "Müslüman Türkiye Üzerine" başlıklı makalesinden hareketle yukarıda yazdığım gibi bu polemiği konuşacağız. 

Yazdığınız gibi, Hrant'ın makalesi şu tespitle başlıyor:

Türk ve Kürt halkları arasında bugüne kadar kanlı olaylar yaşanmadı ve inşallah yaşanmayacak ise, bunu engelleyen temel unsurların başında her iki halkın Müslüman oluşunun da büyük bir katkısı var.


Ve Hrant, arkasından da şu sonuca varıyor:

Dinsel hareketlilik, ülkeyi bölünmekten kurtaran en büyük çimentodur… Dinsel hareketlilik tehdidi bölücülük tehdidini nötrleştiriyor, hatta ortadan kaldırıyor. 

 
Hrant'ın ikinci tespiti, "Türkiye'nin Müslüman yapısının uluslararası politikada bu denli önemsenmesinin başlıca nedeni olduğu" varsayımı...

Hrant'ın üçüncü tespiti ise;

"TC'nin kuruluşundaki temel ilkelerden biri olan laikliği korumak adına aldığı 'tedbirlerin' pek de para etmediği" ;

"İktidarın bugün Müslüman görüntüsüyle ön plana çıkmayı başarabilmiş bir partinin elinde olduğu" ;

"Laikçilerin onca dayatma ile bertaraf edemediği köktendincilik korkusunu gün gelecek Müslümanların bizzat kendilerinin iktidar olması ortadan kaldıracak" ;

"Bugüne kadar laikçilerin başaramadığı laikliği dahi Müslümanların başaracağı söylenebilir" …

 
AK Parti 20 yıldır iktidarda, Hrant Dink'le yaptığınız bu polemiğin üzerinden de 17 yıl geçti. Bugünden polemiğin yapıldığı koşullara ve yaşanan sürece nasıl baktığınızı sorsam ne dersiniz?

 
Prof. Dr. Gencay Gürsoy: 2005 AKP iktidarının ilk dönemleri. İktidarın Türk aydın çevrelerinde bıraktığı izlenim, en azından devlet tapınmacı klasik üsluba daha demokratik açılım getirebileceği inancı olmuştu.

Dinin bir gerilim hattı oluşturmaması için sol ve demokratik kesimlerde olağanüstü bir çaba gösterildi. Geçmişe yönelik aşırılıklar eleştirildi; ama sağ kesimden kendi hatalarıyla ilgili en ufak bir özeleştiri çabası ne daha önce ne de daha sonra görüldü.

Tek parti döneminde, Cumhuriyet'in kuruluşunu izleyen 1950'lere kadar yaşanan süre içinde toplumsal dönüşümü tepeden inme yöntemlerle gerçekleştirme çabası nedeniyle çok sayıda kırıcı ve sağ toplumsallığı örseleyen uygulamalara başvuruldu.

Buna karşılık ifade ettiğim gibi, sağ kesimin kendi içinden bireysel özgürlükleri sınırlayan, cinsel kimlikle ilgili sorunlardan, kadın-erkek ilişkilerindeki baskıcı uygulamalara kadar hiçbiri, hiçbir zaman özeleştiri konusu olmadı.

 
Celalettin Can: Aradan çok da zaman geçti. Bugünlere doğru gelindiğinde ne diyebilirsiniz?

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Evet, aradan neredeyse yarım asır geçti ve 1950'lerden itibaren her 10 yılda bir askeri darbelerle kesintiye uğrayan sağ iktidarlar dönemini yaşadık. Her dönemde geçmişe yönelik muhafazakâr kesimlerin mağduriyetini kullanan bu iktidarlar kararlı bir şekilde sol, demokratik toplumsal açılımları engellediler.

Anayasasında "laik, demokratik, sosyal hukuk devleti" yazan kalıp ifadeye rağmen, laiklikten adım adım uzaklaşıldı. Zorunlu din dersleri ve benzeri siyasetlerle toplumsal yaşama adım adım egemen olunmaya başladı.

Söz konusu makalelerin yazıldığı dönemde Hrant'la BirGün gazetesinde köşe yazıları yazıyorduk. Hrant'ın "Müslüman Türkiye Üzerine" başlıklı yazısı ile ilgili ufak çaplı bir dost polemiği yaşadık.

Hrant'ın söyledikleri son 50 yılın iktidar söyleminin kendi diliyle rötuşladığı görüşlerdi. Hrant haklı olarak 'din çimentodur' diye bir ifade de kullanmıştı. Benim anlayışımda 'çimento' metaforu sıkı bir toplumsal düzeni çağrıştırıyordu.

Çimentoya dönüştürülmüş ya da daha yumuşak şekilde ifade edersek, çimento ile sarmalanmış bir toplum, özgürlüklerin askıya alındığı, esneklikleri olmayan, tek tip düşünce kalıplarının egemen olduğu bir kitle yığınsallığını yansıtıyordu.

Türkiye'de yaşayan bir Ermeni olarak Hrant, din ya da daha uygun düşen bir ifadeyle Müslümanlık ne kadar güç kazanırsa bizim toplum olarak Hristiyanlık alanımız da o kadar genişler düşüncesini taşıyordu.

 
Celalettin Can: Sanırım güvenlik kaygısı yaşıyor. İslam ne kadar büyürse bunun getirdiği özgüven ve sorumluluğun da bir gereği olarak hoşgörünün egemen olacağını düşünüyor olmalı. Bunun nadir görülen örnekleri de var. Bunlardan başta geleni "Medine Sözleşmesi."

Nitekim Hz. Muhammed, Müslümanlar, Yahudiler ve Paganlar aralarındaki iç çatışmalara son vermek ve onların bir şekilde tek bir topluluk olarak yaşamalarını sağlamak için Medine'nin önde gelen aşiret ve aileleri arasında Medine Sözleşmesi adıyla anılan bir sözleşme yapılmasını sağlıyor.

Bilebildiğim kadarıyla İslamiyet güçlendikçe tek bir topluluk olarak yaşama hali anlaşılır zorluklarla karşılaşıyor ve bu sözleşme kalıcı olmuyor. Sonrası pek yok. Medine Sözleşmesi unutuluyor.

 
Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Bu bakımdan Hrant'ı anlıyorum ama korkarım ki Hrant'a ve hepimize tanınan özgürlük alanının geçmişle kıyaslanmayacak oranda daraltıldığı bir döneme ulaştık gibi. Yani somut yaşadıklarımıza baktığımızda Hrant'ın beklentisinin tam tersi gerçekleşti.

 
Celalettin Can: Neden dersiniz?

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Bir bakıma böyle olması zorunluydu. Dinin doğasından gelen nedenlerle, dini siyasi araç olarak kullanma konusunda olağanüstü yeteneğe ve sınır tanımaz pervasızlığa sahip iktidar özellikleri çakıştı. AKP'nin 20 yıllık sürecinde toplum tam da Hrant'ın ifadesiyle 'çimento' haline geldi. 

 
Celalettin Can: Bu 'çimento' halinin Alevilerin ve Kürtlerin hayatta kalma koşullarını ve düşünce dünyasını nasıl etkilediği ayrı bir çalışma olarak aklımızda kalsın isterseniz… Hrant'ın ölüm yıldönümü vesilesiyle ele aldığımız konuyu son bir cümlenizle bitirsek…

Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Hemen belirtmeliyim ki bu tartışmalar aramızdaki dostluğu zedelemesi bir yana aksine çok daha pekiştirdi. Hrant'ı özlemle, sevgiyle anıyorum…

 
Celalettin Can: Hrant'a sevgiler... 

 
 
İlhan Selçuk

"Kemalistler artık bir yol ayrımında geldiklerini görmeli"

Celalettin Can: Gencay Hocam, Madanoğlu davasında mesleki durumunuz gereği yaptığınız tanıklığın yarattığı olumlu sonuçlardan dolayı da olmalı, İlhan Selçuk ve Cumhuriyet çevresiyle olumlu ilişkileriniz olduğu anlaşılıyor.

1990'lı yılların ortalarında sosyalistlerle Kemalistler arasındaki ittifak arayışı çerçevesinde birkaç makale yazıyorsunuz.

İkinci makalede Kemalistlerin Kürt sorunu karşısında milliyetçilerin "Sevr paranoyası" söylemine arka çıkmalarını eleştirmeniz aynı çevrelerce soğuk karşılanmış ve açık tartışmalara yol açmasa da İlhan Selçuk'la olan ilişkinizi etkilemiş…

Bugün gelinen noktada Kemalistler-sol ilişkisi nasıl açıklanabilir?

 
Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Kemalistlerin de içinde yer aldığı sosyalist ittifak önemli. Öte yandan "Kemalist sözcüler, demokratik hak ve özgürlüklerin önünü tıkayan her taşın altında emperyalizmin ve Sevr'in hortlayacağını haykıran milliyetçi cephe korosundan" farklı bir şey söylemediler.

Geçmişte olduğu gibi bugün de Kemalistlerle, barıştan yana demokrasi ve eşitlik ilkelerine bağlı sol kesim arasında hala yapıcı bir ortak zemin ne yazık ki bulunamadı. Bunda Kemalistlerin geleneksel devlet politikası anlayışından kopmamalarının önemli bir rolü olduğu aşikâr.

 
Celalettin Can:"Mustafa Kemal kimliğinin İslami cephe için artık dışlayıcı bir öğe olarak görülmediği, Erbakan'ın 'Mustafa Kemal yaşasaydı Refahlı olurdu' ve Aydın Menderes'in 'Batı'dan gerçek bir kopuşun ancak İslam antiemperyalizmi ittifakıyla gerçekleşebileceği, bunun için İslami kanadın daha geniş görüşlü bir siyaset izleyerek Kemalistleri de içine alması gerektiği" şeklindeki görüşlerini buna kanıt olarak göstermişsiniz.  

Bu ne kadar mümkün, mantığı ne bunun? Aynı makale de yazdığınız gibi Mustafa Kemal laikliğin de simge ismi…

 
Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Siyasal İslamcılar açısından böyle açıklanabilir. Ancak Kemalist sözcülerin "Sevr", "emperyalizm" diyerek Batıyı toptancı bir anlayışla karşıya alarak suçlamasının sonuçları var.

Tek Batı yok. İşçi ve emekçilerin Batısı da var. Emperyalist olmayan, demokratik, devrimci Batı da var. Kemalist sözcülerin tekli Batı tespiti, Batıyı yapısıyla nesnel bir gerçeklik olmaktan çıkarıyor, tek tipleştiriyor ve İslam'ın toptancı, İslam antiemperyalizmi görüşüne yaklaştırıyor.

 
Celalettin Can: Kemalist sözcüleri, Mustafa Kemal'in "muasır medeniyet seviyesi" olarak nitelediği Batıdan da uzaklaştırıyor. Kemalist sözcülerin, ifade ettiğiniz gibi nesnel gerçeklikten kopmuş, tek boyutlu bir hayali Batı inşası İslamcı Batı karşıtlığına ya da anti emperyalizmine tekabül ediyor.

Bu konu üzerinden devam edelim isterseniz… Siyasal İslam'ın ve Erdoğan'ın aşamadığı Mustafa Kemal kültü oldu. Erdoğanizm kültüne karşı, Aleviler, gayrimüslim azınlıklar, hatta laik Müslümanlar soğuk baksalar da Mustafa Kemal kültüne yöneldiler.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra, güçler dengesinde de değişiklikler oldu. AK Parti iktidarı Gülencileri tasfiye, Kürt meselesi, Batı ile yaşanan sorunlu ilişkiler gibi nedenlerle Ergenekoncular dahil, devletçi-Atatürkçü kesimlerle ittifak kurdular. Böylece Mustafa Kemal'i istismar etme ihtiyacı anlaşılır oluyor.

Yani kendi meşreplerince takiye ama ittifak karşıtlarının bile asgari müştereklerde buluşması oluyor. Böyle açıklayabilir miyiz?

 
Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Açıklayabiliriz. Özellikle Kürt meselesi söz konusu olduğunda… Kemalistlerin, T.C. devletinin kuruluşundan itibaren Kürt meselesi ile ilgili hassasiyeti aşikâr.

1930'larda Şükrü Kaya'nın dışişleri bakanı olduğu dönemde, Sovyetler Birliği tarafından Ermenistan'da yaşayan Kürt azınlığa tanınan kültürel haklar ve Kürtçe eğitim hakkı verilmesi üzerine ciddi bir gerilim yaşanıyor. 

Düşünebilir mi? Kemalist iktidar, kendi sınırları içinde yaşamayan Kürtlere karşı bile Sovyetler Birliği'nin kültürel haklar tanımasını hoş görmüyor.

 
Celalettin Can: Devletlerarası sorun yapıyor. Üstelik Sovyetler Birliği gibi çok ulusluluğu anayasal güvence altına almış büyük bir komşu ülkeyle…  

Bugüne gelelim; bunu aşmanın yolu nedir, özellikle Kürt meselesi başta olmak üzere, demokratik hak ve özgürlüklerle uzlaşmaz görüntü veren mevcut iktidarı aşmak için ne yapmalı?

 
Prof. Dr. Gencay Gürsoy: Bugün bu iktidarın sürdürülmesini engellemenin tek yolu bütün muhalefet güçlerinin ortak bir zeminde buluşabilmeleridir. Bu zemin görüş ayrılıklarını saklı tutarak hukuk devletinin yeniden ayağa kaldırılması, özgürlükçü, barışçı, demokratik bir parlamenter sistemin yeniden kurulmasını sağlama mücadelesidir.

Kemalistlere gelince… "Kemalistler artık bir yol ayrımına geldiklerini görmelidirler. Şu yaşadığımız koşullarda Kemalistlerin sosyalist ve tüm öteki demokrasi güçleri ile aynı safta mevzilenmelerinin önemine inananlar onlardan netlik bekliyor."

 
Celalettin Can: HDP…?

 Prof. Dr. Gencay Gürsoy: HDP, bütün baskılara rağmen ciddi bir toplumsal zemine sahip ve parlamentoda bulunuyor. Ortak muhalefeti bir şekilde aynı hedefe yöneltme imkânını iyi kullanmalı derim. 

 

 

Kaynak:  

1. Gencay Gürsoy, Bir Hayat Üç Dönem, Anılar-Tanıklıklar, İletişim Yayınları, Basım, 2021,İstanbul
2. Celalettin Can, Bir Zamanlar Şişli Siyasal'ın Hocaları, Independent Türkçe, 2017

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU