Ah Lilith! Gururla bakamıyorum donarak öldüğün dünyaya...

Dr. Ekrem Saltık Independent Türkçe için yazdı

Kalbine bir sor, böyle yaşanır mı hiç?


Türkiye sınırını geçmeye çalışırken yaşanan onlarca benzer trajedide, donarak ya da yabani hayvanlar ve vahşi insanlarca parçalanarak can veren mültecilerin adını vermiyor bültenler.

Çocuklarıyla birlikte İran sınırından Van'a geçmek isteyen bir annenin, donarak öldüğü haberleri yayılıyor gündeme. Kış aylarında çoğunlukla Karabet Geçidi'nde yaşanan çığ felaketlerinin şaibeli sebeplerine dair haberleri tekzip etmeye alışkın resmi makamlar, olayın Van'da değil, İran sınırında bir köyde gerçekleştiğini açıklıyor sonra.

Uzun hazretlerin karşısında eciş bücüş durdukları için tensip buyrulan kıvrak yetkililer, olayın yaşandığı yerin adını kar topu oynar gibi birbirlerine fırlatırken, karlar altında donarak can veren kadının adına dair belirsizlik değişmiyor.


Kendi çoraplarını çıkarıp, çocuklarının ellerine giydirdiği için çıplak kalan ayaklarına poşet geçirmiş halde can veren mülteci annenin ölüm haberi, belki birkaç kişinin gözünü yaşartarak dolaşıyor ülkenin dijital gündeminde.

Ah Muhsin Ünlü, "Ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor!" diye mırıldanıyor. Ahmet Abi, "Ağladıkça, dağlarımız yeşerecek!" diye haykırsa da serhatta ağladıkça, sadece akşam oluyor.

Neden sonra, donarak ölen anne haberini duyunca biraz ağlayıp sonra alışan birkaç kişinin yorgun gözleri geceye dalarken, isimsiz bir mültecinin cansız bedeni daha, sınırlar arasında karla kaplanarak kayboluyor.

Nena Venetsanou'nun Λιλήθ [Lilíth] ağıdı geceye karışıp "Λιλήθ, Λουλούδι, νυχτολούλουδο. Στα σκοτεινά σε ρίξανε." [Lilíth, gece açan çiçek. Seni karanlığa attılar] diye yankılanırken, mülteci annenin buz tutan yüreğinden bir soğuk yel esiyor. Üşüyor ölüm bile. 
 


Asırlardır, hain eşkıyaların korkunç atlarıyla nazlı seher uykuları parçalanan anaların yaktığı ağıtlar ve zalim hükümdarların fermanlarıyla zindanlara atılan ozanların şiirleri birbirine karışıyor esen rüzgârla.

Nasipsizlikten midir kıştan mıdır bilinmez ama Nuh'a beşikler, salıncaklar, hamaklar vermiş Anadolu ağladıkça, beşere dair bütün afilli terminolojiler anlamını yitiriyor.

Uluslararası ilişkiler jeopolitiğe, jeopolitik sosyolojiye, sosyoloji psikolojiye, psikoloji teolojiye, teoloji müzikolojiye, müzikoloji edebiyata, edebiyat tarihe karışıyor.

Sözde kardeşliğin, çalışmanın, beraberliğin ve atom güllerinin katmer açtığı bu çağda, bir zamanların efsanevi şair ve bilginlerinin dünyalarında bir başına ve uzaklarda donarak can veren bir annenin geceyi yırtan çığlığı, Hindikuş Dağlarından kopup Ararat'ın eteklerinde yankılanan bir çığa dönüşüyor.


Doğduğu topraklardan binlerce kilometre uzakta, evlatlarının, üşümesinler diye çoraplarını giydirdiği buza kesen ellerini, belki bir kere daha öpemeden, bir kere daha tutamadan kaygısızca, donarak can veren kadının haberi, duyanları bir süre acıya boğmuşsa da dijital hüzünler çağında değil bir yıl, bir saat bile sürmüyor ölüm acısı.

Hele orası, çığ tünelleri, çığ düşen yerlere değil de yanlışlıkla, ihalesi kazançlı yerlere yapıldığı için, her kış çığ mezarlığına dönen Doğu olunca.

Hele orası kapanan köy yolları yüzünden hastaneye götürülemediği için hayatını kaybettikten sonra, cansız bedeni bir çuvala konulup kilometrelerce taşınan üç yaşındaki bebeğin adının da çoktan unutulduğu dağlarını yiyen Doğu olunca.

Durup beklemenin, durup beklemekle devam ettiği yarım dalgın Doğu'da, hep bir yerlere üzgün üzgün bakıp unutarak dönüyor zaten dünya.
 

   

Kadının adı yok. Tıpkı yıllardır her kış Afganistan'dan Türkiye'ye uzanan sarp dağ yollarında kara saplanıp donarak hayatını kaybeden ve birçoğu haberlere dâhi konu edilmeyen binlerce mülteci gibi.

Yerleşik devlet düzeniyle birlikte sağlık sistemi de tamamen çöken Afganistan'da, ölümcül hastalıklar karşısında çaresiz olan milyonlarca Afgan çocuğun, Taliban tarafından cezaevlerine kapatılıp işkence gören binlerce Afgan kadın ve erkeğin adının olmaması gibi.

Hiçbirinin adı olmasa da her an açlık ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan milyonlarca Afgan mülteci, aslında yıllardır uçsuz bucaksız yolları, derin uçurumları ve eğer bir şekilde hayatta kalabilirlerse insan yerine koyulmamayı göze alarak, Afganistan cehenneminden kaçıyor.

Afganistan cehenneminden kaçarak, İran'daki bir başka cehennemi geçebilen binlerce mülteciden sadece biri olan isimsiz kadının, kinle boğuşan yorgun kalbi, bir yılbaşı gecesi Türkiye'nin doğu sınırında duruyor.

Felaketler geçirmiş kederli ağzı, ağlamaya hazır gözleri ve sonsuz dağları eriten sabrıyla beraber, insanlık da karla kaplanınca anlamı kalmayan riyakâr sınırlara saplanarak donuyor. 
 

   

Başından geçenlerle şarkılarından geçenlerin birbirine karıştığı dağlarına bakınca, dik, günde beş defa hiçbir şey yapılmayan taş mabetlerine bakınca, kambur olan Doğu'nun, mezar kaza kaza kederli, kızgın tohum serpe serpe hünerli kadınlarının kalbi gibi, buz tutan kalbi de yutkunmakla dolu isimsiz kadının dramına dair haberler dünyaya fena inanmış gündemin arsızlığında kayboluyor. 

Adına Lilith diyorum.

Abanoz karası gözlerinle baktığın kalbimin kızıl saçlı bacısı. Hakkında içinde doğduğu ilkel karanlığı beyinlerinde taşıyan yığınlarca uydurulmuş türlü kötülük masalı, türlü cadı efsanesi anlatılsa da kendi olmayı ve bağımsızlığını her şeyin önüne koyan asalet abidesi.
 

   

Seni binlerce yıldır tanıyorum Lilith. Anomik çağların en zifiri gecelerinde bile eril tahakküme boyun eğmeyip, benliğinin istediği gibi davranmayı seçmiştin.

Cennetin sıcacık ateşinden sürgün edilerek işkence görmek pahasına, sırf kadın olduğun için sana dayatılanları yapmayıp, aklın ve yüreğinle seni özgürlüğünden alıkoymaya çalışan, erkek egemen güce meydan okumuştun.

Nerede olursan ol, yüzüne tükürür gibi yürümüştün üstüne celladın, fırsatçının, hainin.

Her biri kaç bin yıllık hasretin goncası, her biri vazgeçilmez cihan parçası, kızlar ve oğullar için. 

Dayanmıştın rüsva etmeyip kendini namuslu, genç ellerinle.

Dayanmıştın tırnak ile, diş ile, umut ile, sevda ile, düş ile. 


Ah, güzel ismin senin Lilith!

Adına yakılan ağıtlarda öyle mahzun öyle garip sesi duyulmayan esmer bülbül! Bir sömürgecinin bir diğerini, bir adaletsizliğin bir ötekini ve parlayan güneşi gölgelediği Afganistan'da sömürülen kadınların güneşini şehvetle içine dolduran toprağı, sımsıcak, ulaşılmaz, olgun meyvelerle dolu bahar bahçelerini geride bırakmıştın, doğduğun ülkedeki o bezirgân saltanatı, o zülüm bir türlü bitmeyip, bıçak kemiğe dayandığı, ok yaydan fırladığı gün. 

Ah Lilith! Hamravat suyu donmuş, zarif Dicle dört parmak buz tutmuştu sen yola çıktığında. Kaba kacağa kuyudan su taşıyan, çayı kardan demleyen köylerde, burunları hızmalı, şarkıları figan, güneşe sataşan, doğurgan kadınlar vardı.

Yılları ziyan edilmiş, türküleri katran, iflah olmaz topraklara, gülüşleri kundaklanan, yazgısı uçurum hayatlara ve Afganistan'ın o zifiri karanlığına meydan okudun ve sürgün edildin milyarlarca ve milyarlarca erkeği korkutan, binlerce ve binlerce kilometrelik bir yolculuğa.

Sürgün derken, Ah Lilith! Yarı unutulmuş bir kutsal yazının ardına saklanan modern zaman barbarlarının ilkel istilasına karşı çıkarak, vuruşun kendini uçsuz bucaksız yollara.


Ah Lilith! Sen ağaran güneşler için, yeni bir dünya uğruna, yüzünde cesaretin onuru ve imanlı gücü direnen kadınların, eril tahakküme, ilkel karanlık bir rejime boyun eğmeyip, doğduğun toprakları geride bırakırken, aslında özgürlüğe koşan bir savaşçıydın!

Yaşamı hiç bilmeden ölümü ezberleyen badem gözlü çocuklar için, göğünde aç kartalların, atmacaların yarıştığı tenha bir atlastan, namluların, kıyamda kıyamette kuytu dağlarla öpüştüğü bir atlastan geçmeye ahdedip, vefa/t ettin.


Ah Lilith! Sınırlara saplanıp kara gömülerek dona kalan mazlum kadın. Sana dair düşüncelerim, bırak gölgeler içre kalsın. Hangi eller mıhladı seni, hiçliğin ortasına!

Her şeyin can acıttığı, senden sadece susup köle olmanı, her istediklerinde savaşmanı, her zaman ya yok olmanı ya da haramilerin saltanatını gövdenle sırtlamanı isteyen o zifiri karanlıktan kopup, binlerce kilometreyi yürüyerek sınırına geldiğin bu ülkede, aslında biz de ne zamandır sana yakılmış Λιλήθ [Lilíth] ağıtındaki gibi zarafetsiz, küçük yaşamlar sürüyoruz.


Bizim için bu [lanetli] büyüyü kim bozacak? bilmiyoruz. Evlerimizde sessiz sedasız yaşıyoruz. Aramızdan kim korkusunu yenebilecek? bilmiyoruz.

Dostluk da düşmanlık da mertçe olsun istesek de ne kavgada ustalık ne çatal yürek civan olmak yetmiyor bu maskeli istilada. Ejderha olsak kâr etmiyor bu anlatılmaz, ıssız karanlık karşısında.

Kurşun sıksan geçmez cehennem gecelerde, gördüğümüz kabusların utancından ağlamaklı olup, artık mertçe bir kavga çıksa da vurulsak, kaybolsak diyoruz.

 
Ah Lilith! Yaban domuzlarının böylesi girmiş değildi tarlalarımıza. Şehirlerimiz görmüş değildi yangının böyle kanlısını. Dört yanımızda alnımızın terinden semiren, dost gülücüklü, hain, çıyansı puşt zulaları.

Dört yanımızda rüsva edilmiş emeğimize saldıran, matbaa mürekkepleriyle kilometre kilometre yalan yazan manşetler. Bir adları var, adlarımıza benzeyen, dilimiz kuruyor, dilimizi konuşup yazdıkları için. 


Ah Lilith! Biz ne zamandır, senin Hindikuş Dağlarından bir çığ gibi koparak eteklerine saplandığın ve kelime anlamı "hayatın yaratıldığı yer" olsa da sönmüş hayatların mezarı olan Ararat'ın diğer tarafında, bitten, açlıktan, sıtmadan beter bir harami sürüsünün istilasında kalakaldık.

Evlatlarının yaşamı pahasına, kendi yaşamını feda edişini boşluk doldurmak için veren haber bültenlerini duyunca, aldığı nefesten, yediği lokmadan utanıp, kalbine acı saplanan birkaç kişiyiz.

Üzerimize yağan yalan, talan, çaresizlik, kimsesizlik, yokluk, yoksulluk, ziyan, zulüm, öfke ve nefret karşısında içi daralan, nefesi kesilen birkaç kişi.

Kara saplanıp donarak can verişin karşısında eli kolu bağlı olduğu için yerin dibine girip, boynu bükülerek yüreğine sızı düşen birkaç kişi.

Bizi biz eden mağrur sevdayı yeminlerle susup, sonra heyhatlarla baş başa kalarak, nazla, sitemle, kinle, sözde birbirinden kaçan birkaç kişi.


Ah Lilith! Biz ne zamandır engerekler ve çıyanların, senin ülkendeki gibi, istilacı olduklarını bir türlü açıkça itiraf etmeseler de aslında çoktandır aşımıza ekmeğimize göz koymuş korkak haydutların ayakları altında çiğneniyoruz.

Öfke, nefret ve şiddet çok satarken yok satıyor kimsesiz hayatlarımız. Bize düşen lokmanın her geçen gün daha da azaldığı katma değer harcımızı, neye iman ettiği belirsiz, öfkeli eşkıyalar karıyor.

Ve kederin ve solgun yüzlü işçilerin üzerine, kan emen yağmacıların, omurgasız kapı kullarının hırçınlığı savruluyor.

Çünkü bizi ateşiyle dimdik tutan haysiyet, çünkü bizim gözbebeklerimizde tutuşan adalet, miting afişleri ve cesur pankartlar, sinsice başlayan bir harami istilasının karanlığına gömüldü.

Tarih susuyor, ellerimizle değilse bile susup sırtımızı dönerek sebep olduğumuz ah'ları, gırtlağımıza kadar içine battığımız günahları.


Ah Lilith! Namusu kurtulsun diye alın terinin, kurtulsun diye sıcak somun, acı soğan, kelle koyup, omuz verdiğimiz halkın ne bıçak gibi ışıldayan şiirleri ne de devrim türküleri var artık.

Çiçekli basmaları pınarlarda yunsun, arınsın diye bizi aşka ve kavgaya çağıran sevgililerin dudakları, öğretmiyor artık bize başkaldırmayı.

Yiğit değil ama uslandırdı yasakların, kahpeliğin ve soyguncuların koruyucusu herkesi. Açlığın ve zulmün izlerini derin uçurumlarında taşıyan köylüler, sömürüle sömürüle bomboş türkü çağıran kadınlar, nacaklara ve tırpanlara sarılan adamlar, geçim derdine, betona gömülmüş kentlerin bankalara ipotek edilmiş balkonsuz mezarlarına hapsedildi.


Ah Lilith! Cehennem denilen illetin ta göğsünü delip, zehir gibi sular içerek, yar göğsüne baş koyamadan geçtiğimiz bu yolda, namert soysuzlara, birer birer el açan, biner biner el açıp haysiyetini satanlar, mum gibi sönenler oldu.

Biz, bir zamanlar dostu da düşmanı da elbet bilirdik ya hani! Gönül verip dost bildiklerimiz, ipotek hayatlara zincirlenip, vergilere bağlanarak, bizi felç olmuş yalnızlıklara gömdüğünden beri ne dostu ne düşmanı biliyoruz. 


Ah Lilith! Diyorum ya, biz ne zamandır zarafetsiz, küçük yaşamlar sürüyoruz. Bizim için bu [lanetli] büyüyü kim bozacak? bilmiyoruz. Evlerimizde sessiz sedasız yaşıyoruz.

Aramızdan kim korkusunu yenebilecek? bilmiyoruz. İşte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da senin hafızası birkaç saatte silinen dramını düşündükçe büyüyen bir utanca dönüşüyor.

Ve bu utançla yandığımız cehennemlerimizde, haydutların dize, hainlerin amana geldiği, yetim hakkının sorulup, öksüz hesabının görüldüğü monolog kavgalar ediyoruz.

Bitmiyor, sürüyor o kavga ve sürecek. Kavga diyorsam, artık sadece aklımız ve vicdanımızla yaptığımız kavga. Kavga diyorsam, en azından haysiyetinden vurulup ayaklar altında sürünenlerin safına düşmemek için kavga.

Her gün biraz daha yana yana ve kapkara duymamak için sosyal ölümü, köpekleşenlere benzememek için kavga. Omurgasız bedenlerine ergen ceketler, sefil unvanlar ve murdar makamlar iliştiren halden bilmezlere minnet etmemek için kavga.

Kavga diyorsam ağladıkça kanayan yüreğimiz, dik başımız, dönülmez sözümüz ve sıkılmış bir yumruğa benzeyen kalemimizle kavga!


Ah Lilith! Seni anlatabilmek dört yön, onaltı rüzgâr, yedi iklim ve beş kıta kar altındayken kıyısından geçtiğin dipsiz kuyulara. Kaç leylim gece, aydınlığına sığınıp yol yürüdüğün yıldızlara.

Tüm ruhunla ısınmak için yanıp tutuşurken, kim bilir hangi derin uçurumun kıyısında yitirdiğin kibrit çöpüne varana. Cehenneminden çıktığın topraklardan binlerce kilometre uzakta, yokluğunu ve kapanan gözlerini cehennem bilerek üşüyen o öksüzlere.

O gece elin ayağın buz kesmiş, kar altında yüreğin cehennemken attığın çığlık duyulup da gürül gürül akan bu dünyada art arda birkaç zemheri daha yaşasaydın eğer, belki bir gün, çocuklarınla dolunaylı gecelerde yıldızları sayacaktın.

Belki o yıldızların ışığında, omuzlarındaki yükün ağırlığıyla yorulmuş kollarını artık özgür ufuklar gibi açarken, sana "Anne!" diye seslenen çocukların, yıldızlı karanlıklar kadar güzel, kudretli ve iyi gözlerine bakacaktın.


Ah Lilith! Gururla bakamıyorum sen hayatın yaratıldığı yerde donarak ölürken, hazin hatıranın soğukta savrulan kar taneleri gibi dağılıp kaybolduğu bu merhametsiz dünyaya.

Sınırında sonsuzluğa karıştığın bu hafızasız coğrafyada umutlarımızla birlikte sevdalarımız da can çekişirken, biz bilenmiş inatlarla, dolu dizgin atlılarla birbirimizden kaçıyoruz.

İçine gömüldüğümüz küçücük evlerimizde, hangimizin, korkusunu yenip, üzerimize çöken lanetli büyüyü bozacağını bilmeden sessiz sedasız süren zarafetsiz hayatlarımızın adına, yaşamak dersen işte, biz de yaşıyoruz. Rezilce. "Kalbine bir sor, böyle yaşanır mı hiç!"

Sen gittin. 
Elim, ayağım. 
Akşamını gördüm dünyanın.
Artık nereye ne götürdüğümü bilmediğim bu sapakta
Kalıp sana bakmak oldu dünya.
Diledim, kendimi seninle öldüreceğim
Ağzıma doldurduğum rüzgârla üfleyeceğim sözlerim olsun.
Dedim, kırk sesle yıkansam da gitmez kalbimden sesin.

 

 

*Makaledeki yoğun metinlerarasılık, anlatılan dramın insanlararasılığıyla ilgili olarak, okuyucusuna bir kalbi olduğunu hatırlatıp, "böyle yaşanır mı hiç!" diye sorgulaması için yapılmış, aşina ozanların aşina satırlarıyla yapılmak istenen bir haykırış tercihidir. Söz konusu metinlerarasılıkta onlarca mısrası olan kişilerin ilgili şiir, kitap ve müzik albümlerinin künyesi aşağıdaki gibidir:

"Buğulu Atlas", Buğulu Atlas, Yılmaz Odabaşı, Alfa Kitap 2019; "Gazete Fotoğrafları Üzerine", Son Şiirleri (1959-1963), Nazım Hikmet, YKY 2019; "Gururla Bakıyorum Dünyaya", Gururla Bakıyorum Dünyaya, Orhan Kotan, Komal Yayın 1975; "Köşe", Şiirler III (Körfez / Şahdamar / Sesler), Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları 1996; "Resulullahla Benim Aramdaki Farklar", Gidiyorum Bu, Ah Muhsin Ünlü, Sel Yayıncılık 2018; "Sena", Dünya Lekesi, Seyyidhan Kömürcü, Everest Yayınları 2020; "Şaşırdım Kaldım İşte", Harman, Yavuz Bülent Bakiler, Yakın Plan Yayınları 2019; "Üşür Ölüm Bile", Ben Sana Teşekkür Ederim, Ülkü Tamer, Kırmızı Kedi 2020; "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek", Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, Adnan Yücel, Yurt Kitap Yayın 2013; Hasretinden Prangalar Eskittim, Ahmet Arif, Metis Kitap 2021; İnsan Neyle Yaşar, L. N. Tolstoy, İş Bankası Yayınları 1981; "Λιλήθ - Lilith", Το κουτί της Πανδώρας -Pandoranın Kutusu, Nena Venetsanou [Müzik Albümü 1984]; "Gururla Bakıyorum Dünyaya", Şarkılarım Dağlara, Ahmet Kaya [Müzik Albümü 1994]; "Üşür Ölüm Bile", An Gelir, Ahmet Kaya [Müzik Albümü 1986]; "Yorgun Demokrat", Yorgun Demokrat, Ahmet Kaya [Müzik Albümü 1987]

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU