Memleketin "ötekileri" Kulüp'ün başrolleri: Yahudiler

Son dönemin en çok konuşulan dijital platformdaki dizisi Kulüp, büyük toplumu bugüne kadar yüz çevirdiği ya da görmezden geldiği Yahudilerle tanıştırdı

İzlediğiniz dizi gerçekleri içerir.


Büyük çoğunluğun överek izlediği Kulüp dizisi hiç kuşkusuz bu uyarıyla başlamalıydı.

Çünkü dizi belki de fark etmeden geçmişini bilmeyen yeni nesil için tanıştırma, geçmişini unutan/inkar eden nesil için de yüzleştirme görevini üstlenmişti. 

1950'li yılların son dönemine ağırlık verilen dizinin temelini 1942 yılında çıkartılan ve ülkedeki Rum, Yahudi ve Ermeni toplumuna ağır bir darbe olacak Varlık Vergisi oluşturuyor.

Varlık Vergisi nedeniyle babası ve abisini Aşkale'ye sürgüne gönderen Mathilda karakterinin etrafında dönen bir hikaye izliyorsunuz.

Elbette benim anlattığım kadar basit değil. Varlık Vergisi, Mathilda'nın hayatının dönüm noktası oluyor.

Birçok Yahudi gibi… 


Dijital platformda yayımlanan mini dizi bir ilke de imza attı. Bugüne kadar sinemada ve televizyonda karikatürize edilerek anlatılan Yahudi toplumunu ilk kez baştan sona kendilerinden bir hikaye ile karşımıza çıkardı.

Yahudi toplumuyla ilgili bugüne kadar her türlü tezi baştan sona çürüttü. Yüz çevirdiğimiz insanlarımızı aldı ve karşımıza koydu. Hepimiz de izledik.

Yahudi toplumuna yönelik bir algıyı topyekûn kırıp attığını söyleyemesek de kim bilir belki de barışın fitilini yakmayı becerebilmiştir.

Büyük toplumun yüzleşmesi, devletin ise hesaplaşması gereken bir hikayeyi en basit haliyle önümüze koyan bu diziyi bir o kadar samimi kılan da hikayeyi benzer şekilde yaşayan Yahudi oyuncular.

Bilmiyorum onlar olmasaydı, dizi bu denli samimi ve gerçekçi olur muydu? 

Diziye hem danışmanlık yapan hem de figüran olan İzzet Bana ve Forti Barokas ile bir araya geldim.

"Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyasından Varlık Vergisi'ne, 1955 ve 1964'ün etkilerine kadar Türkiye'de Yahudi olmanın ne demek olduğunu ilk ağızdan dinledim.

Bir yandan geçmişin acılarını not ederken bir yandan da 1950'li yılların Galata'sında küçük bir yolculuk başlattım hepimiz için. 


"Her dilden, dinden insanla komşuyduk"

Forti Barokas, Türkiye'ye 500 yıl önce gelen Seferad göçmenlerinden.

Annesi Edirneli, babası da Tekirdağlı. 1934'teki Trakya olaylarının ardından İstanbul'a göç eden iki aile bu kentte birleşir.

Evin kızı ve oğlu birbirleriyle evlenir ve Galata'da iki güzel kız çocuğu dünyaya gelir. Bu kız çocuklarından en küçüğü Forti Hanım.

1948 yılında dünyaya gelmesi onu tüm sıkıntılardan azade kılmış gibi görünse de ne yazık ki öyle olmamış.

Forti Hanım ve ablası da o sıkıntılı zamanların gölgesinde her daim güvercin tedirginliğinde büyüyor. 

Kendisinin has be has Kuledibi çocuğu olduğunu söyleyen Forti Hanım, doğduğun evin artık bir sanat galerisi olduğunu dile getiriyor.
 

forti hanım.jpg
Forti Barokas / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Çocukluğunda Galata'da çok güzel zamanlar geçirdiğini anlatıyor Forti Hanım: 

Çok kozmopolit bir yerdi. Levantenler vardı, hep Fransızca konuşulurdu. Müslüman arkadaşlarımız vardı. Ramazanda iftara davet ederlerdi. Komşuluk vardı o yıllarda.


O dönem "Beyoğlu'na çıkmak" cümlesinin önemli bir anlamı olduğunu söylüyor Forti Hanım:

Çünkü Beyoğlu demek, gezmek demekti. Bazen anneme derdim ki; 'Beyoğlu'na çıkalım. Pasta yeriz, bir tur atarız.' 'Bugün kıyafetim iyi değil kızım. Şapkamı giymeden çıkamam' derdi. Arka sokaktan, Asmalı Mescit'ten dolaşırdık. O kadar nezihti Beyoğlu. Şimdiki halini görünce yemin ederim içim acıdı.


Galata günlerini özleyerek anlatıyor Forti Hanım. Babasının güzel sesini, evde toplaşan komşularını, söylenen şarkıları… Elbette bayramlar da o güzel günlerin en heyecanlı anılarından: 

Bayramlar bir başka kutlanırdı Galata'da. Çünkü yüzde 95'i Yahudi halkıydı. Bayramlarımızda Müslüman esnaf da bizimle birlikte bayram yapardı.
 

galata.jpg
Galata, Büyük Hendek Caddesi'nde (sağda) bugün, 500. Yıl Musevi Müzesi Vakfı ve Neve Şalom Sinagogu bulunuyor / Fotoğraf: Twitter

 

Galata ne zaman dilini kaybetti?

Ladino dili, tüm Galata'nın sokaklarında yankılandı bir zamanlar. Ancak 1928'de başlayan ve 1930'lara kadar devam eden "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyası tüm semti sessizleştirmişti.

Ladino artık evlerin içine hapsolmuş, sokaklar bu dili unutmaya başlamıştı: 

O dönem bizim büyüklerimizin bozuk şiveleri vardı. Ladino ve Fransızca eğitim almışlardı okullarında. 'Vatandaş Türkçe Konuş' kampanyasından sonra çok güzel Türkçe konuşamadılar ya da öğrenmek istemediler. Onun için dışarıda Türkçeyi bilen konuşur. Babam Tekirdağ'da doğup büyüdüğü için iyi Türkçe konuşur. Dışarı çıktığımızda anneme 'Bir şey istediğin zaman bana söyle garsona ben söyleyeyim' derdi. Çünkü hep alay konusu olurdu bozuk Türkçemiz.


Sırf şiveleri bozulmasın diye çocuklarına anadilini aktarmadı Forti Hanım. Çünkü alay edilmek, korkmak ruhunun her bir parçasına işlemişti. 

Kulüp dizisinin en güzel yanının ilk kez kendilerinin alay konusu edilmemesinin olduğunu söylüyor Forti Hanım: 

Ne pis Yahudi, ne tefeci, ne büyük burunlu… Birçok dizide aşağılayıcı karakterle çıkılıyordu.


Forti Hanım'ın ailesi Varlık Vergisi'nden de kurtulamamıştı. Babası Aşkale'ye gitmemek için dükkanlarını vermişti.

Bunlarla da bitmedi. Hemen arkasından 6-7 Eylül pogromu gelmişti. Forti Hanım, o kara geceye halasının Kadıköy'deki evinde yakalandığını ve pencereden tüm barbarlığa şahit olduğunu söylüyor: 

Hala gözümün önünde. Camlar kırılıyordu. 'Kahrolsun Rumlar' diye bağırıyorlardı. Eniştem hemen beni korumaya aldı. Hemen ışıkları kapattılar evde. Çok korkmuştum, elim ayağım titriyordu. Hemen ertesi günde babam gelip beni aldı. Camların üzerinden yürüdük arka sokaklarda.


Ve tabi 1964...  

Dönemin hükümetinin üst üste aldığı kararlar memleketteki Ermeni, Yahudi, Rum hepsini tedirgin ediyordu. Yasaklanan meslekler, sürgünler…

Forti Hanım, o tarihte göç eden Yahudilerin olduğunu dile getiriyor: 

Yahudiler kovulma korkusunu çok yaşadı. Tarihe bakın her yerden kovulduk İsrail kurulana kadar. Ancak burası bizim de vatanımız. 500 sene az bir zaman değil.


Forti Hanım, ailesinin ise hiçbir zaman çekip gitmeyi düşünmediğini söylüyor:

Amcalarım, halalarım hiç kimse gitmedi. Tüm o korkuya rağmen... Ben zaten ülkeme hayranım. İstanbul aşığıyım. Gidenlere üzülüyorum.


Galata'dan Şişli'ye daha sonra da Levent'te devam eden hayatı Forti Hanım'ın her acıya, her korkuya rağmen neşe içinde sürüyor.

Çünkü o acıların ardına saklanmak yerine, hayata dört koldan sarılmış. Ailesi ve çocukluk aşkım dediği tiyatroyla birlikte tüm hayatını rengarenk kılmayı başarabilmiş. 

İlk aşkı tiyatro ile tanışma hikayesini ise bakın nasıl anlatıyor: 

O zaman televizyon yok. Çocuk tiyatrolarına götürüyorlar bizi. O yüzden hep içli dışlı olduk. Bir de babamda komedyendi adeta. Bir şey söylerdi insanlar saatlerce kahkaha atardı. Belki birazdan ondan bana geçti. Bir oyunu defalarca seyrederim hiç sıkılmadan. Gençken, gençlik derneğimizde oynamaya başladım. 35 senedir amatör tiyatrocuyum.


"Bu yaşımda kamera önüne çıkmak harika bir deneyim"

Tiyatro aşkının yanında Forti Hanım Ladino'yu yaşatmanın derdinin düştü. Ancak yeni nesil oyunları anlamadı. Çünkü dil artık kaybolup gitmişti. Bu sefer oyunlar Türkçeleşmeye başladı. 

Forti Hanım sadece oynamadı. Sahne arkasında da işi sırtlamıştı. Hem eğitti hem de oyunlar yazdı. 35 yıllık emeğinin karşılığını ise Kulüp ekibiyle tanışarak aldı. 

Yahudi Toplumu'na ulaşan Kulüp ekibine önerilen isimler arasında oldu Forti Hanım. Önce Ladino danışmanı olarak ekibe katıldı sonra teklif edilen figüranlık rolünü ailesinin üyelerinin karşı çıkmasına rağmen reddetmedi.

35 yıl sonra karşısına çıkan fırsata kayıtsız kalamadı:

Bir gittim ki sete 70'e yakın Yahudi var figüran rolünde. Bu yaşımda kamera önüne çıkmak, Beyoğlu'nda sabahlamak harika bir deneyim oldu.


Forti Hanım, yalnızca toplumunun tüm yönüyle anlatılmasından değil, aynı zamanda yaşadığı deneyimden de büyük keyif almış. İlk kez, onca yıl sonra emeğinin takdir edilmesi onu ayrıca mutlu etmiş.

Öyle ki anlattığı anlara kahkahaları eşlik ediyordu. Yeni tekliflereyse gayet açık. 


"Neve Şalom'un kapıları ardına kadar açık olurdu"

Dedesi Çanakkale şehidi olan İzzet Bana da bu topraklara 500 yılı aşkın süre önce gelen Seferad Yahudilerinden.

Ailesi önce Balat'ta bir düzen kuruyor. 1938 yılı itibarıyla da Galata'da yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar.

Ta ki 1963 yılına kadar. Eskiden adı Yazıcı Sokak olan bugünse Serdar-ı Ekrem diye bilinen sokakta oturuyorlar. Anneannesi terzilik yaparak, babası da şekerci Hafız Mustafa'da işçi olarak evi geçindiriyor. 

Fakir bir ailenin en küçük oğlu olarak büyüdü İzzet Bey. Evlerinin bodrum katının kapısının açıldığı küçük bahçedeki domates biberle geçirdi zamanını.

Böyle söyleyince sakin uslu bir çocuk gelmesin aklınıza. İzzet Bey de haylazlığıyla anneciğine epey çektirmiş.

3-4 yaşlarında camdan izlediği kalabalığın nereye gittiğini merak eden İzzet Bey, bir gün evden kaçarak kalabalığın peşine takılmış. Karaköy'e kadar gitmiş. En sonunda bir polisin onu bulmasıyla hikayesi bitmiş. 
 

izzet bey çocukluj.jpg
İzzet Bana ​​​​​​'nın fotoğraf albümünden çocukluk anıları

 

İzzet Bey çocukluk anılarını anlatırken yüzündeki haylaz ifade onun ne kadar yaramaz olabileceğini ele veriyordu zaten.

Hikayenin en sevdiğim bölümleri her zaman çocukluk zamanları olur. O yüzden bölmeden onu dinliyorum. O da arka arkasına ekliyor hikayeleri. Bayramları anlatıyor: 

Neve Şalom Sinagogu'nun kapıları ardına kadar açık olurdu. Her isteyen girebilirdi. Yeni yıl Roş Aşana bayramı sonunda kutladığımız Simha Tora (Tevratlarla Dans) bayramında hepimizin elinde rengarenk fenerlerle mezmur (ilahi) söyleyerek evlerimize giderdik.


Annesi ve babasının en büyük lüksünün Pera'da dolaşıp vitrinlere bakmak olduğunu söylüyor İzzet Bey: 

Giderken sol taraftaki vitrinleri gezerdik. Taksim Meydanı'na kadar yürürdük. Sonra parkta oturur evde annemin hazırladığı nevalelerden yerdik. Sonra kalkar tekrar eve doğru yürür bu sefer sağdaki vitrinleri gezerdik.


Ailece bir de gitmeyi en çok sevdikleri yer Şato Gazinosu'ydu. Her pazar babası ve annesi ile birlikte Markiz Pastanesi'nin karşısında yer alan bu gazinoda eğelendiklerini anlatıyor.

Tabii ki Markiz'i duyunca hemen atlıyorum. O muhteşem pastaneyi anlatmasını rica ediyorum: 

Biz oraya gidemezdik. Çok üst düzey bir yerdi.


Pera, dönemin en cazibeli semtiydi ancak herkesin kesesine uygun değildi.

İzzet Bey burnunun dibinde yaşadığı semte hem çok yakın hem de çok uzak olabilmeyi anlatıyordu bana.

Ancak yanlış anlaşılmasın hiç de hayıflanarak değil, o günlerin naifliğine atıf yaparak anlatıyordu. 
 

İzzet Bana.jpg
İzzet Bana / Fotoğraf: Şalom

 

İzzet Bey'in ailesinin sosyo-ekonomik durumu onları Varlık Vergisi'nden kurtarmıştı. O yılların zorlu, sıkıntılı günlerini birebir yaşamasalar da tedirginlik kapılarında nöbet tutuyordu.

Hiç kimse için kolay olmayacaktı. Bir daha da asla kapıdan ayrılmayacaktı. Çocukluk anlarında hafızasına kazınan 6-7 Eylül'ü o tedirginlikle geçirmişlerdi:

Akşam çok gürültü oldu. Annemle babamla bir şeyler konuşuyor ama ben çocuk halimle anlamadım. Çok merak ettim gürültüleri. Her zamankinden daha değişik bir iş var, diye düşündüm. Dışarıya çıktım evden bakmak için. Kapıdan çıktım bir baktım yerde silah var. Onu oyuncak zannettim herhalde; ona doğru giderken annemin çığlığı kulağımda patladı. O beni çok korkuttu. Annem bana gereğinden fazla bağırmıştı. Uzun zaman unutamadım o anı.


Evde Ladino, sokakta Türkçe, davetlerde Fransızca

"Evde Ladino, sokakta Türkçe, davetlerde Fransızca konuşulurdu" diye anlatıyor İzzet Bey.

Hatta bazen annesinin evde Türkçe konuştuğu anneannesinin ona İspanyolca (Ladino) cevap verdiğini söylüyor.

Galata'da büyüyerek çok şanslı hissettiğini ifade ediyor İzzet Bey:

Sokakta satılan mersa diye bir şey vardı. Bir Yahudi satardı bunu. Beyaz önlük giyerdi. Mersa dalaktı. Dalağı ızgara yapıyor ya da kızartıyordu. Üzerine karabiber dökülüp, soğutularak satılıyordu. Sokak boyunca mersa diye bağırarak geçerdi. Yoğurtçu, bozacı, bir sürü böyle satıcı geçerdi etraftan.


Büyüdüğü semtten şimdi çok uzaklarda yaşıyor İzzet Bey. O günlere duyduğu özlemle anlatıyor her anısını. Evinin durup durmadığını sordum: 

Duruyor ama girmeye müsaade etmiyorlar.


Şimdilerde İzzet Bey'in anlattığı Galata'yı ancak film/dizi setlerinde görebiliriz belki. Çünkü bahsettiklerinden geriye pek bir şey kalmamıştı.

Sokak satıcıları kayıptı, ellerinde fenerle dolanan çocuklar gitmişti, sinagogun kapısı sıkı sıkıya kapalıydı artık.

İzzet Bey ise en çok sokağın isminin değişmesinden şikayetçi: 

Aşağı yukarı kaldırımlar aynı. Geçerken evime burukça bakıyorum. Komşularımızın evine bakıyorum. Değişmiş. Restorasyonları düzgün yapılmamış. Kasap dükkanı vardı solda. O da restorasyona uğramış. Tabii ki her şey yenileniyor ama dilerdim ki daha eskisine uygun yapılsın. Sokağın ismi değişmemeliydi bana göre. Seneler sonra orada yaşamış biri aradığında hemen bulabilsin kendi sokağını isterdim.


Kurtuluş'un gelişmesi, modern apartmanların yapılması Yahudi toplumu için yeni bir alan ortaya çıkarmıştı. Zamanla yaşanan göçlerle birlikte de Galata iyice ıssızlaşmıştı.

İzzet Bey'in ailesi de o tarihlerde yeni semtlerine taşınmaya karar verdi:

150 bin Yahudi vardı o tarihlerde 30 bine inmişti. Çünkü az bir şey olmadı. Trakya Olayları bir yandan, Varlık Vergisi bir yandan, Niego olayı bir yandan… Peşine 6-7 Eylül, 1964 sürgünü derken hepsi göçü tetikledi zamanla. O zaman Tatavla dediğimiz semte taşındık.


Gençlik yıllarında tanıştığı tiyatro en büyük tutkusu oldu İzzet Bey'in.

1980 yılında dernekler kapatılana kadar aralıksız sürdürdü bu büyük sevdasını. Bugüne kadar 40 oyun yönetti ve oynadı.

Yahudi toplumunun derneklerinde oynadıkları oyunlardan kazandıkları bilet paralarıyla sahne, kostüm masraflarını karşılarken kalan parayı da fakir fukara derneklerine bağışlıyordu tiyatro ekibi. 
 

 

Bunca yıl sahnelerin tozunu attıran İzzet Bey, Kulüp dizisi karşısına çıkınca ne yapacağını bilememiş: 

Hahambaşılıktan telefon açtılar. Bu dizi için bizden yer olarak destek istediler. Biz bu desteği veremiyoruz. Sana yönlendiriyorum. Sen onlarla konuş. Bu konuşma karşısında ne yaparsınız? Ben bir kere önyargıyla girdim bu işe. Çünkü bugüne kadar seyretmiş olduğumuz dizilerde maalesef hep kötü tanıtıldık.


Daha sonra 500. Yıl Musevi Müzesi Vakfı'nın başkanı Silvio Ovadyo sayesinde dizi ekibinin gündemine giriyor İzzet Bey.

Dizinin her bölümde bir fiil çekimlere katılarak danışmanlık yapan İzzet Bey, yönetmen Zeynep Günay Tan ile çalışmanın kendisi için çok önemli bir deneyim olduğunu dile getiriyor.

Tüm ekibin her şeyi kusursuz yerine getirmeye çalıştığını söylüyor: 

Şabat masası kurdular. Zaten onlar da araştırma yapmışlar. Gayet iyi hazırlanmışlardı. Ben de ne olması gerekiyor ne olmaması gerekiyor onu söyledim. Uzun şamdanlar vardı. Onları kaldırttık, bizde daha kısa şamdan olur. Bütün detayların üzerinden tek tek geçtik çekimler boyunca.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU