Küreselleşme ve sosyal dışlanma ilişkisi

Abdullah Yargı Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Andrew Holder/NYT

Sosyal dışlanma kavramı ilk defa, 1974 yılında Fransa Sosyal İşler Bakanı Rene Lenoir tarafından kullanılmıştır.

Her on kişiden birinin engellilik, yaşlılık, uyuşturucu bağımlılığı, suçluluk ve sigortasız işsizlik gibi problemlerden dolayı Fransız sosyal koruma sisteminin 'dışında' kaldığına dikkat çeken Lenoir, bu problemin çözümü için sosyal koruma sisteminin güçlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir (Estivil, 2003: 5).

Buna göre tamamen ekonomik yoksunlukla ilgili olan sosyal dışlanma (social exclusion) kavramı, bir kesimin, sınıfın veya topluluğun ekonomik, politik, sosyal ve kültürel açıdan topluma tam anlamıyla katılamaması ve istenmemesidir. 


Refah devletinin 'sosyal ödevlerini' eksik yaptığını ima eden kavram, ekonomi uzayında ortaya çıksa da, bir müddet sonra sosyal bilimlerde toplum içerisinde -ekonomik veya değil- herhangi bir nedenden dolayı dışlanmış olan gruplar için de kullanılmaya başlanmıştır.

Birleşik Krallık Uluslararası Kalkınma Departmanı, sosyal dışlanmayı, 'bazı grupların etnik köken, ırk, din, cinsel yönelim, sınıf, cinsiyet, yaş, özürlülük, HIV durumu, göçmen statüsü veya nerede yaşadıklarına göre ayrımcılığa maruz kaldıkları için sistematik olarak dezavantajlı oldukları bir süreç' şeklinde tanımlayarak çok boyutlu ve geniş bir kavramsal çerçeve sunmuştur.

Yani dışlanmanın sadece hukuk, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi kamusal alanda değil, sosyal ilişkiler ağının herhangi bir yerinde de meydana gelebildiğine dikkat çekmiştir (Khan ve diğerleri, 2015). 


Kavram oldukça geniş bir çerçevede ele alınmasına rağmen, çalışmamızda daha çok dışlanmanın ekonomik tonu vurgulanacaktır.

Araştırmamızın temel problemi, küreselleşme ve sosyal dışlanma arasındaki ilişki ve bu ilişkinin mahiyeti olup küreselleşmenin, sosyal dışlanma durumlarının üstesinden gelinmesinde veya ağırlaştırılmasında ne ölçüde etkili olduğunun ortaya çıkarılması amaçlanmaktadır.


1. Neoliberal gelişmeler, refah devletinin sonu ve küreselleşme

Giriş kısmında tanımladığımız üzere, sosyal dışlanmanın ortaya çıktığı uzay 'refah devleti' uzayı olmuştur. Sosyal korumanın dışında kalan fiziksel, zihinsel veya sosyal engellilerin mevcudiyeti, sosyal ödevler yüklenen refah devletinin ilgi odağı olmuştur.

Ancak 80'li yıllardan sonra neo-liberal söylemin egemenliği ve devletin sosyal ödevler yüklenmesinin gerekliliğinin sorgulamaya açılmasıyla birlikte dışlanma olgusuyla ilgili problemler daha da karmaşık hale gelmiştir.

Nitekim Gray (1996: 21) ekonomik küreselleşmenin sosyal demokratik politikaları geçersiz kıldığını ve ulusal hükümetlerin küresel ekonomik entegrasyon ve neo-liberal serbestleşme karşısında önemli ölçüde güçsüzleştiğini iddia etmiştir.


Küresel rekabetçi baskıların, hükümetleri devlet harcamalarını ve müdahaleleri azaltmaya zorladığını savunan, sosyal demokrasinin ve modern refah devletinin yok edilmesinin arkasında ekonomik küreselleşmenin olduğunu ima eden birçok araştırma bulunmaktadır. Bu nedenle öncelikle küreselleşmenin ne olduğuyla ilgili kısa bir tanım yapmamız gerekmektedir. 

Uluslar arasındaki ekonomik ilişkilerin uluslararasılaşması olgusu yeni bir durum değildir. Kadim dünyada da ulusların birbirleri arasında ticaretin olduğuna yönelik sayısız tarihi delil bulunmaktadır.

On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarında oldukça yoğun bir düzeyde olan uluslararası ticaret, üretim ve finans 1929 yılında yaşanan Büyük Buhran sonrasında tüm dünyada artan korumacı ve içe dönük ekonomi politikaları nedeniyle önemli ölçüde azalmıştır.


1980 sonrası yeniden ortaya çıkan küreselleşme ise hem niteliksel hem de niceliksel olarak önceki süreçlerden farklıdır.

Giddens'e göre (1996: 5) küreselleşmenin mevcut aşaması sadece Batı'nın genişlemesinin önceki aşamalarının bir uzantısı değildir.

Küreselleşme sadece karşılıklı bağımlılığı arttırmakla kalmayıp, aynı zamanda tarihsel olarak görece yeni öznel ve kültürel yönleri de içermektedir (ancak biz çalışmamızda esas olarak ekonomik küreselleşmeyle ilgileniyoruz). 


Küreselleşmenin mevcut aşamasıyla ilgili yeni olan şey, küresel fenomenlerin hem yaşam tarzlarına hem de ulus devletlerin politikalarına nüfuz etme biçimi ve kapsamıdır.

Küreselleşme, bir ülkedeki gelişmelerin o ülkeyi aşıp çok boyutlu bir ulusötesi süreç haline gelerek, başka bir ülkenin ekonomisine, siyasetine ve kültürüne nüfuz etmesini ifade eder (Mittleman, 1995: 273).

Bu fenomenin, insanlık için iyi mi kötü mü olduğu konusunda büyük fikir ayrılıkları olmasına rağmen, hemfikir olunan nokta, küreselleşmenin durdurulması güç bir realite olduğudur.

Nitekim Birleşik Krallık Uluslararası Kalkınma eski Bakanı Clare Short 1997 yılında şunları ifade etmiştir;

Sanırım bunun durdurulması hakkında konuşmak, sanayi devrimini durdurmaya ve feodalizmi korumaya çalışmak gibi bir şey. Tarih hareket ediyor. Dünya ekonomisi yeniden sıralanıyor.

Bu bir tarih gerçeğidir. Ancak nasıl yönetildiği ve kontrol edildiği ve meyvelerin nasıl dağıtıldığı sorusu tamamen insan müdahalesine açıktır. Bu yüzden onu anlamaya çalışmak, meyvelerinin uluslar arasında ve ulusların içinde adil bir şekilde dağıtıldığından ve çok fazla dışlanmış insanın bulunmadığından emin olmalıyız (New Internationalist, 1997).


Küreselleşme, özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerinde olmak üzere, teknolojik yeniliklerden kaynaklanan bir süreç ile karakterize edilmektedir.

Bu teknolojiler küresel sermaye, emek ve bilgi aktarımını hızlandırarak üretimin dünya çapında parçalanmasını kolaylaştırmaktadır. Günlük faaliyetler, birbirine bağımlı bir dünyada ulusal sınırlar ötesinde meydana gelen olaylardan giderek daha fazla etkilenmektedir.

Öte yandan, yerel grupların uygulama ve kararları da küresel yankılar bulabilmektedir (Held, 1995: 20).


Kültürel etkileşimden küresel finans piyasalarına, uluslararası suç örgütlerinden internete kadar her şeyi içine alan bu büyük kavram, çağımızın en çok tartışılan sorunu olmasına rağmen kesin bir tanımdan yoksundur.

Bir yandan küresel süreçler tarafından dışlanan veya kendi seçimleri olmadan geçim ve refah seviyeleri açısından tahripkar koşullara dahil olanların mevcudiyetini gösteren kanıtlar artarken, öte yandan küresel entegrasyonun sosyal ve ekonomik faydalarının herkesin yararına nasıl çalışabileceğine odaklanılmaktadır.

Bu bağlamda, küreselleşme yanlısı ve karşıtı kamplar arasındaki tartışma, küreselleşmenin esas etkilerini gizlediği için yanıltıcı olmaktadır. 


Küreselleşmenin sosyal etkilerini sağlıklı bir şekilde tahlil edebilmek için onu neyin tetiklediğini bilmek gerekmektedir.

Dünyanın en zengin ülkeleri arasında kilit bir konumda olan neoliberal gündem, iş dünyasının teknolojik gelişmelerle kolaylaştırılan bölgesel ve küresel pazarlarda rekabet edebilmesiyle ilgilidir.

Bu yüzden küresel rekabetçi baskılar birçok ülkeyi ücretleri azaltmaya, işgücü piyasalarını daha esnek ve rekabetçi hale getirmeye zorlamaktadır.

Bu durum da serbestleşme ve özelleştirme gibi ulusal ekonominin dışa açıklığını belirleyen hamlelere ve sosyal devlet anlayışının nisbi bir şekilde aşınmasına neden olmaktadır.

Dolayısıyla ekonomi ve toplumun dünya pazarına daha fazla açılmasını sağlayan ekonomik liberalleşme; üretim, tüketim ve iktidar alanlarının coğrafi olarak yeniden düzenlenmesi ile bağlantılı bir süreç olduğu anlamına gelmektedir (Hirst, 1997: 424-425).


Bununla birlikte yapısal reformlarla düzenlenmiş ulusal ekonominin, küreselleşmeden olumsuz değil bilakis olumlu etkileneceğini söyleyen birçok araştırmacı bulunmaktadır.

Ekonomik küreselleşmenin her yerde muazzam büyüme fırsatları yarattığı, böylece Kuzey-Güney (veya merkez-çevre) düşmanlığını azalttığı veya ortadan kaldırdığı görülmektedir.

IMF'e göre (1997a: 4) herhangi bir ülke, makro ekonomik politikalarını ve ekonomik sistemini küresel pazara adapte edebilirse nüfusunun refahını artırmak için bu büyüme fırsatlarından yararlanabilir.

Yapısal reformlar piyasa güçlerinin rolünü artırmakta ve böylece sürdürülebilir ve güçlü büyümenin temelini güçlendirmektedir. Dolayısıyla kalkınma ile sürdürülebilir büyüme arasında kavramsal bir fark bulunmamaktadır.

Nitekim verimlilik ve büyümeyi sağlamak için tasarlanan yapısal politika reformlarının da yoksulluğun azaltılmasını teşvik ettiği görülmektedir.

Dollar ve Kraay'a (2000) göre büyüme, yoksullar için her zaman iyidir çünkü yoksulların gelirleri toplam büyüme ile bire bir artar (gelir dağılımının yoksulları büyümeden elde edilen faydalardan tamamen mahrum etmesi olası değildir).


Küresel ekonomik süreçler ile artan sosyal farklılaşma arasındaki ilişki birçok ekonomik forumda tartışılmıştır.

Bu forumlarda küresel ekonomiye entegre olabilen ülkelerle olamayanlar arasındaki kutuplaşmayı ve bunun sonucunda ortaya çıkan sosyal içerme ve sosyal dışlama kalıplarını açıklamaya çalışmışlardır.

Bazılarına göre, küresel ekonominin yararını vurgulayanlar, küresel sosyal eşitsizlikleri derinleştirdiği düşünülen uluslararası finansal ve ekonomik mimarinin desteklediği politikaları önemli ölçüde sorgulamamıştır.

Eleştirmenlere göre bunun nedeni zayıf ekonomilerin, fiyatları ve ücretleri düşürerek maliyetleri minimize etmeye teşvik etmesidir. Bu da ekonomik açıdan güçlü ülkelerin (veya küresel ekonomiye entegre olanların) maliyetleri düşürmek adına zayıf ekonomiye sahip ülkelerdeki insanları işgücü olarak kullanmasının önünü açan bir işlev görmektedir.

Ticaretin serbestleştirilmesi ve malların hem ülke içinde hem de ülkeler arasında hareket etmesi genellikle verimlilik kazancı sağlarken, doğrudan vasıfsız işçilere ve serbest meslek sahiplerine etki eden ürün ve işgücü piyasalarında daha fazla oynaklığa neden olmaktadır (Jhabvala ve Kanbur, 2002: 6).


2. Sosyal dışlanma ve içerme

Liberalleşme ve küreselleşme genel anlamda fayda üreten bir süreç olmasına rağmen, vasıfsız işçiler için rahatsız edici sonuçları bulunmaktadır.

İş kaybı, ücretlerde düşüş, pazarlık gücü ve iş güvenliği konusunda elin zayıflaması gibi dezavantajlar ilk bakışta fark edilen problemlerdir. Bu problemlerin her biri sırayla sosyal dışlanmanın yönlerini yansıtır.

Birey, yalnızca iş fırsatlarından değil, aynı zamanda istihdamın ücret ve ücret dışı faydalarından da dışlanmaktadır.

Diğer yandan serbest piyasa ve ithalatın yaygınlaşmasıyla birlikte ucuz gıda ve diğer tüketim malları ithalatı, kendi kendine yeten küçük işletmeler tarafından yurt içinde üretilen malların -fiyat açısından- piyasanın üstünde kalmasına ve yerel piyasanın tahrip olmasına yol açmaktadır.

Bu durum da 'sosyal dışlanmanın' kapsamına girmektedir (Carr & Cherr, 2004; 11).


Avrupa'da kavramsallaştırıldığı gibi sosyal dışlanma, vatandaşların sosyal sözleşmeden ve daha spesifik olarak güvenli istihdamdan devlet tarafından dışlanmasına işaret eder.

Son zamanlarda kavram gelişmekte olan ülkelere yayılmış ve bazı grupların sosyal, ekonomik ve politik kalkınmadan dışlanması veya marjinalleştirilmesi süreçlerine atıfta bulunmak üzere genişletilmiştir.

Genişleme süreci mutlaka kavramın temel olarak yeniden düşünülmesine yol açmıştır. Bunun nedeni, çoğu gelişmekte olan ülkenin bağlamının Avrupa'da kavramın ortaya çıktığı ülkelerin bağlamıyla uyuşmamasıdır.

Son yıllarda, çoğu Avrupa ülkesi tam istihdamın gerçekleştirilmesinde ve refah devleti nosyonunda bir erozyon yaşamıştır. Bununla birlikte, çoğu Avrupa ülkesinde genel görüntü itibarıyla işçilerin hala standart çalışma ücretleri belirlidir ve vatandaşların büyük bir yüzdesi nispeten iyi durumdadır.

Buna karşın gelişmekte olan ülkelerin birçoğu hiçbir zaman tam bir istihdam hedefine ulaşamamış veya tam teşekküllü bir refah devleti geliştirememiştir. Sonuç olarak, işçilerin çoğunluğu ya kendi hesabına ya da asgari ücretin altında çalışmaktadır.


Gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasındaki önemli bağlamsal farklılıklar bulunmaktadır. Geçmişte, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki çoğu ülke tam (veya neredeyse tam) bir istihdam ve refah devleti dönemine sahip olmasına rağmen son yıllarda, birçok kişi işgücü piyasasındaki esneklikten olumsuz etkilenmiş ve refah devletinin krizi söz konusu olmuştur.

Sosyal dışlanmanın ekonomik iki boyutu olarak görülen işsizlik ve güvencesiz işlerdeki artıştan kısmen ticaretin liberalleşmesi (küreselleşme) sorumlu tutulmuştur.

Buna karşılık, gözden kaçırılan durum gelişmekte olan ülkelerin çoğunun hiçbir zaman tam istihdam veya refah devletinden yararlanmadığıdır.

Tarihsel olarak, gelişmekte olan ülkelerde, çalışma alanındaki sosyal dışlanma öncelikle kayıt dışı ekonomide uzun vadeli istihdam biçimini almıştır.

Küreselleşme, diğer ekonomik reformlar ve kayıtlı işletmelerin stratejileri nedeniyle, güvencesiz işlerde artış olmuş; sosyal dışlanma, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi işsizliği değil, 'kayıt dışı istihdamı' sonuç vermiştir.


Bununla birlikte gelişmekte olan ülkelerde koşullar çalışma alanında dışlanma biçimleri kadar (sosyal) içerme şartları da barındırmaktadır. Çünkü işsizlik kavramı gelişmekte olan dünyanın çoğunun gerçekliğine 'uymamaktadır'.

Dahası, küreselleşme gelişmekte olan ülkelerde kayıt dışı da olsa istihdam yaratarak, birçok insanı hiçbir işe sahip olmamanın getirdiği 'dışlanmadan', kayıt dışı da olsa bir iş sahibi yaparak farklı bir açıdan 'sosyal içermeye' neden olmuştur.

Bu nedenlerle, gelişmekte olan ülkelerdeki sosyal dışlanma / sosyal içerme konusundaki tartışmanın doğası, gelişmiş ülkelerdeki tartışmalardan biraz farklıdır ve daha fazla spesifiktir. Bundan dolayı sosyal dışlanma kavramı epey bir belirsizlik arzetmektedir (Gough ve diğerleri, 2006: 44).


Sosyal dışlanma ve sosyal içerme ikilemi antagonistik (çelişkisel) bir durum değildir. Yani biri varken, diğeri de var olabilir. Çoğu zaman aynı anda çalışan birçok dışlanma ve içerme biçimleri mevcuttur.

Örneğin, ihracata dayalı büyüme ve kalkınmaya eşlik eden küresel entegrasyon, işçilerin küresel ekonomiye daha fazla dahil edilmesine (sosyal içerme) neden olmaktadır.

Girişim yapıları açısından, çokuluslu şirketler başka ülkelerdeki organizasyonlarında hem kadrolu hem de taşeron işçi alımı yaparak 'sosyal içerme' etkisi yapmaktadır.

Gittiği ülkelerde gerek doğrudan güvenceli istihdam yaratan gerekse de kayıt dışı istihdamın oluşmasında etkili olan küresel üreticilerin bir diğer çıktısı da 'sosyal dışlanma' şeklinde gerçekleşir.

Geleneksel olarak serbest meslek sahibi girişimciler / kendi hesabına çalışanlar, yukarıda belirtilen ihracata yönelik girdi-çıktı süreçlerine giremez ya da bunlarla rekabet edemezler.

Ayrıca yabancı firmalara sunulan çeşitli teşvik ve muafiyetlerden yararlanamamaları sebebiyle bir başka dışlanma durumuna da maruz kalırlar.


Özellikle çokuluslu şirketler ve uluslararası finans kurumları tarafından belirlenen 'oyun kuralları' uyarınca ticaret ve yatırımın liberalleşmesi, çoğu zaman yerli işletmelerin veya ücretli işlerin imha edilmesiyle sonuçlanmaktadır.

Çokuluslu şirketlerin sahip olduğu gelişmiş teknoloji ve beceriler eşit olmayan koşullarda rekabeti doğurduğu için bu durum kaçınılmaz hale gelmektedir.

Ayrıca söz konusu rekabet, ucuz ithalat ve hizmetlerin ucuzlamasıyla birleştiğinde toplumun daha önce ulaşamadığı hizmetlere ulaşmasını sağlayarak bir başka açıdan 'sosyal içerme' meydana getirmektedir. 


Sonuç

'Sosyal dışlanma' tartışması çoğunlukla gelişmiş ülkelerde gerçekleşmiştir ancak; gelişmekte olan ülkelerdeki 'yoksulluk' tartışmasını yakından yansıtmaktadır.

Her ikisi de en geniş anlamıyla çoklu yoksunluk sorununu, psiko-sosyal faktörleri ve katılımın önemini vurgulamaktadır. Bu haliyle küreselleşmenin etkilediği sosyal dışlanmanın, esasen finansal dışlanma olduğunu söyleyebiliriz.

Sosyal dışlanma kavramı, sosyal bilimler literatüründe etnik kimlik, mültecilik, cinsiyet, sınıf vb. nitelikler yüzünden maruz kalınan toplumsal dışlanmayı kapsayacak kadar genişletilmiştir.

Bundan dolayı sosyal dışlanma, küreselleşme ve finansal etkileri bağlamında tartışılmadığı zamanlarda daha çok ayrımcılık ve ötekileştirme kavramlarına yakın nosyona sahiptir. 


Küreselleşme bağlamında sosyal dışlanma tartışmaları genellikle yoksulluk ve finansal dışlanma üzerinden yürütülmektedir.

Ekonomik küreselleşme ve neoliberal politikaların neden olduğu sosyal dışlanmanın gelişmiş ülkelerle ve gelişmekte olan ülkeler arasında farklı tezahürleri bulunmaktadır.

Gelişmiş ülkelerde, refah devletinin erozyonuna ve dolayısıyla sosyal koruma sisteminin dışında kalan insan sayısının artması şeklinde ortaya çıkarken, gelişmekte olan ülkelerde çokuluslu şirketlerin, yerel girişimler açısından rekabet edilmesi zor koşulları, kendi hesabına çalışan kişilerin piyasadan kaybolarak 'dışlanması' şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Bunun yanında gelişmekte olan ülkelerde, kayıt dışı ekonomiye katkısı açısından ise ekonomik küreselleşme, 'sosyal içerme' etkisi de gösterebilmekte, hem sosyal dışlanma hem de sosyal içerme aynı anda var olabilmektedir.

 

 

Kaynakça

Carr, M. & Cherr, M (2004) Globalization, social exclusion and work: with special reference to informal employment and gender.
Dollar, D. & A. Kraay (2000) 'Growth is Good for the Poor', Policy Research Working Paper, Sayı: 2587.
Estivil, J. (2003) Concepts and Strategies for Combating Social Exclusion, An Overview, Geneva: International Labour Office.
Giddens, A. (1996) 'Anthony Giddens on Globalization', UNRISD News, No: 15.
Gough, J., Eisenschitz, A. & McCulloch, A. Spaces of Social Exclusion. New York: Routledge.
Gray, J. (1996) After Social Democracy, Londra: Demos.
Held, D. (1995) Democracy and the Global Order. Cambridge: Cambridge University Press.
Hirst, P. (1997) 'The Global Economy – Myths and Realities', International Affairs, Cilt: 73, Sayı: 3.
IMF (1997) World Economic Outlook. I – Global Economic Prospects and Policies.
Jhabvala, R. & Kanbur, R. 2002. Globalization and economic reform as seen from the ground: SEWA's experience in India.
Khan, S., Combaz, E. & McAslan Fraser, E. (2015) Social exclusion: topic guide. Revised edition. Birmingham, UK: GSDRC, University of Birmingham. 
New Internationalist. (1997) An Interview With Development Secretary Clare Short. https://newint.org/features/1997/11/05/short (Erişim tarihi: 27.01.2020).

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU