Dosya/Soruşturma: Çeviride sansür ve çevirmenlerin misyonu (4)

Mustafa Orman, 'soruşturmanın' son bölümünde Ayçin Kantoğlu, Ferit Sertkaya, Mehmet Gündoğdu ve Öznur Karakaş ile konuştu

Fotoğraf: Pixabay

Türkiye'de geçmişte ve son dönemlerde yaşanan çeviri sorunlarıyla ilgili "Çeviride sansür ve çevirmenlerin misyonu" soruşturmasını bu bölümle birlikte noktalıyoruz.

Soruşturmaya katılanların cevaplarına baktığımızda genel olarak piyasa, politik nedenler ve etik sorunu ön plana çıktı.

Öte yandan bu coğrafyanın kendi içindeki insan sorunu yok sayılamaz derecede.

Çünkü bireylerin yerleşmiş olan çıkar kültürü üzerinden neler yaptığına da gün be gün şahit olmaktayız.

Bu sadece yayıncılık dünyasının, tekstil dünyasının, ekonomi dünyasının sorunu değil; hemen hemen bütün kurumlara sirayet etmiş insan çürümüşlüğünün resmidir.

Din ve politik doğruculuğun gölgesinde söğüşlenen insanların günden güne giderek sesini yükseltmesi bunu göstermektedir.

Mesele yine gelip insan çürümüşlüğünün ortasında buluveriyor kendini.
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Tüm bunların sonucunda çeviriyle ilgili bir sorun patlak verdiğinde, suç çevirmene yıkılıyor ve tartışılabilinecek meseleler halının altına süpürülüyor.

Çevirmenler hem yalnız bırakılıyor hem de fişleniyor.

Kurumlardaki sorumlu kişiler de, daha önceki açıklamaları gözönünde bulundurursak sorumluluk almaktan kaçındığı gibi, sorunlarla yüzleşemiyor bile.

Konuyu daha fazla uzatmadan bu bölümle birlikte soruşturmayı sonlandırıyoruz.


Soruşturmanın dördüncü bölümünde Ayçin Kantoğlu, Ferit Sertkaya, Mehmet Gündoğdu ve Öznur Karakaş soruları cevapladı:


Soru 1: Salman Rushdie'nin Floransa Büyücüsü kitabının çevirisinin bir bölümünde, "Kürdistan" sözcüğünün, "Kürtlerin yaşadığı topraklar" olarak değiştirildiğini okuduk.

Kitabı çeviren Begüm Kovulmaz, "Kürdistan sözcüğünü sansürlemem mümkün değil, yayınevine gönderdiğim çeviri dosyasında da sözcük Kürdistan" diye bir açıklamada bulundu.

Birkaç gün önce de bir okuyucunun sosyal medyadaki paylaşımıyla, Fatih Özgüven'in Nabokov'un Lolita (1982 yılındaki Can yayınları baskısında) isimli romanında "ensest" kelimesini "kızılbaş" olarak çevirdiği ortaya çıktı.

Fatih Özgüven konuyla ilgili, "Hem bilgisizliğim hem de cehaletim nedeniyle sosyal medyada gündeme gelen o affedilmez vahim hatayı yaptım" diyerek, buraya hepsini ekleyemeyeceğim uzun bir açıklama yaptı.

Türkiye'de çeviri kitapların aslına uygun, hiçbir kelimesi ve cümlesi değiştirilmeden çevrildiğini düşünüyor musunuz?

Bu ve benzeri "kasıtlı" hataların yapılmaması için neler yapılabilir?


Ayçin Kantoğlu: Çevirmen metnini teslim ettikten sonra eserin tüm detayları hakkında hakimiyetini kaybediyor
 

Ayçinkantoğlu.jpg
Ayçin Kantoğlu

 

1- Elbette her sektörün ve onu oluşturan mesleklerin belirli normları, ilkeleri vardır. Mesleğinizi icra ederken bunlara uygun davranmanız beklenir. Meslek ilkeleri sizin şahsi görüşünüz veya genele dair kişisel tavırlarınızdan yukarıda bir basamağına yerleşir, bütüncül bir bakış açısıyla mensuplarının faaliyetlerini sınırlar veya genişletirler.  

Sorunuzu cevaplamak için ilk hareket noktası bu normların sektörümüz açısından ne ölçüde oluştuğunu ve uygulandığını incelemek olmalıdır. Bu soruya net olarak "evet, sağlıklı ve doğru işleyen bir sektörün içinde hareket ediyoruz" cevabını vermek bence kolay olmayacaktır.

Yine de güncel durumda geçmişten daha nitelikli bir anlayışın bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu tespitten sonra meseleyi telif bir eserin Türkçeleştirilmesi hususunda, ülkemizin hukuki çerçevesi ile belirlediği yayımcılık faaliyetini de içerecek şekilde daha da geniş düşünmek icap eder.

Ülkemizde telif eser yayımcılığı birbiriyle çelişmeden çalışmak mecburiyeti olan birkaç ayaktan oluşmaktadır. Yabancı dilde yazılmış bir eserin çevrilmesi süreci, hangi eserin çevrileceği tercihi başlayan bir dizi koordineli çalışma gerektirir.

Bu ilk adım, gözlemleyebildiğim kadarıyla çevirmen ile yayımcının ortak mutabakatı ile yürütülüyor olsa da yayımcının yönlendirmesinin veya tercihinin ön planda olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Hangi eserin Türkçeleştirileceği yayınevi marifeti ile piyasa tahmini üzerinden gerçekleşiyor daha ziyade.  

Böyle bakıldığında daha en baştan dinamikler arasında da bir ayrım yapmak gerekiyor. Gelelim bu aşamaları geçen ve önce çevirmen tarafından tezgâha alınan sonra editör, redaktör tarafından görülen metnin basılarak son şeklini bulması sırasında yaşanan müdahalelere; neredeyse her yayınevinde üç aşağı beş yukarı yapılan benzer sözleşmeler neticesinde, çevirmen metnini teslim ettikten sonra eserin tüm detayları hakkında hakimiyetini kaybediyor.

Piyasaya nasıl sunulacağı, görselleri ve hatta çevirmenin kendi adını kullanması bile yayımcının inisiyatifine kalabiliyor. Bu aşamalarda birçok istismarın veya hatanın yaşandığı da ortada. Verdiğiniz ilk örnekte çevirmenin metnine bilgisi dışında bir müdahale olduğu çok açık ve anlaşıldığı kadarıyla metnin basım öncesi son şekli de kendisine ulaştırılamamış. Bence hatalı bir uygulamadır.  

Kitabı yazan, çeviren, editörlüğünü ve yayımcılığını yapanlar birbirinden tamamen farklı düşünen veya inanan insanlar olabilirler. Çevirmen yazardan sonra elbette metine en derinlikli hâkim olan kişidir. Bizden ayrı, öteki diye gördüğümüz zihnin Türkçe karşılığını arar durur ve bulur. Bunu yaparken geniş bir perspektifte dili tarar, geçmişi gider, bugüne döner hatta gelecekten kelime devşirir.

Burada örnek verdiğiniz sansür veya kelime tercihi çevirmene ait değil. Son aşama yine başlangıç dinamiklerinde olduğu gibi yayımcı tarafından şekillendiriliyor. 

Bir kitabı edebiyatın geniş ve yüksek toleranslı bütüncül bakış açısıyla değerlendirirken olması gerektiğini düşündüğümüz, sansürsüz, baskılardan arıtılmış yaratım gücü veya özgürlüğünü öncelemek çok daha doğru geliyor bana, ancak elbette bir eserin aynı zamanda bir konuya dair propaganda aracı olarak kullanılıyor olması imkanının da var olduğunu biliyoruz.

Demek istediğimi daha net ifade edersem a priori yazarın özgün ve özgür yaratısını yazarlık mesleğinin bir gereği olarak düşündüğümü ve böyle yansıtılması gerektiğine inandığımı söyleyebilirim.  

Aynı şekilde bir yayımcı da yazar gibi özgür bir duruş sergileyebilmelidir, herhangi bir inanca veya politik görüşe yakın ve yanında tematik bir yayım faaliyeti politikası belirleyebilmeli veya bunların hepsine aynı mesafe de durmak imkanına sahip olabilmelidir. Çevirmenin ise bence kendi görüşü ne olursa olsun orijinal metne sadakat konusunda katı bir tavır sergilememesi işin naturasına aykırıdır ve fakat şayet gerek görüyorsa yazarın fikrine iştirak etmediğini ve varsa bunun sebebine ilişkin argümanlarını bir dip not ile açıklamasında bir beis görmem. 

İkinci örnekte yer alan durum ise başka bir riskin varlığını işaret ediyor. Çevirinin hakaret olarak nitelenebilecek bir kelime barındırıyor oluşu sadece çevirmenin değil birden fazla kişinin kabahattir. Bu vahim hatanın editör, redaktör ve son okuma aşamalarında fark edilmesi ve düzeltilmesi gerekirdi derim. Çevirmenin samimi özür beyanının yapmış olmasını da ayrıca önemsiyorum. 

 

Ferit Sertkaya: Kasıtlı hataların yapılmamasının önündeki en büyük engel: korku ve endişedir
 

feritsertkaya.jpg
Ferit Sertkaya

 

1- Ezcümle Schopenhaur'dan "bir boş zaman meşgalesi'' hengâme içerisinde bugün yayınevinin yaptığı hizmetlerin büyüklüğünden söz edilecekse eğer varlık sebebi olan yaptığı işlerden çok yapmadığı işler sayesinde olacaktır, sözleri belki de yayınevlerine yapılacak en güzel gönderme olur. 

Bu soruyu, bireysel inisiyatif olarak tahrifat yapılmasının yanında uzun süreli bir politik siyasi bakış açısıyla okumak lazım. Meseleyi sadece bir yayınevinin üzerinden okursak tarihsel gerçekliği göremeyiz. Çünkü bunun daha derin ve köklü bir inkarı söz konusudur. Bu inkar çevirmenden ziyade yayınevi, yayınevi derken de ona dayatılan düşünce ile ele alınmalıdır.

Bunlar; varlık olarak bir bütün halinde görmenin ürünüdür. Bir dili bilmek çeviri yapacağın anlamına gelmez. Şiiri çevirmek için şair olmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Hiçbir çeviri metnin asıl duygusunu ifade etmez. Tıpkı Eliot'un "Şiir; çevrilemeyendir'' ifadesi gibi.  

Bunlar bir ölçüttür. Ölçütleri şeffaf hâle dönüştürmek elbette ki çevirmenin becerisine bağlıdır. Yayınevlerinin kendi çıkarları doğrultusunda, efendiye yaranmak için, efendinin sevmediği, görmek istemediği, yok saydığı kavramları kendisine göre iyiyi kötü, kötüyü iyi göstererek yargıcının yani efendisinin mülkü olmayı tercih eder.

Bu kabul edilemez bir durumdur ve metne ihanettir. Bundan dolayıdır ki Türkiye'de yapılan çevirilerin edebi aksaklıklar dışındaki kısmının tam manasıyla çevrildiğini düşünmüyorum.

Edebi aksaklık dediğim kısım çevirmenin becerisiyle kelime karşılıklarının bulunmayışı. Kasıtlı hataların yapılmamasının önündeki en büyük engel: korku ve endişedir. Yayınevlerinin ve çevirmenlerin cesur olmasını, fikirlerini çeviri boyunca ve yayımlanma sürecine kadar bertaraf etmesi önemli bir çözüm yolu olabilir. Ancak değişeceğini hiç sanmıyorum. 

 

Mehmet Gündoğdu: Çevirmen bir yapıtın bir başka dildeki ikinci yazarı konumundadır
 

mehmetgündoğdu.jpg
Mehmet Gündoğdu

 

1- Yayıncılık sektöründeki sansür mevzusu kökleri çok eskilere dayanan bir sorun. Üstelik bundan yalnızca çeviri kitaplar payını almıyor. Telif eserler de kimi zaman sansüre uğrayabiliyor. Bir kitap çevirmeni olarak, çeviri eserler açısından bakacak olursam, bu meselenin politik, toplumsal ve ekonomik temellerinin olduğunu düşünüyorum.

Çevirmen, editör veya kitabın yayımlanma sürecinde rol alan herhangi bir kişinin, dava edilmekten endişe duyması anlaşılabilir bir şey, bilhassa Türkiye gibi fikir hürriyetinin olmadığı bir ülkede yaşayan bir çevirmense daha da anlaşılabilir bir hadise.

Öte yandan kitapları toplatılan yayınevinin büyük bir maddi külfet altına girerek zarara uğraması veya sansür uygulamaktan ya da sansürden imtina etmekten dolayı toplumun belli bir kesiminin linçine maruz kalma riski de var. Ayrıca bu tür menfi durumlarda kitap çevirmenlerinin yayınevleri ve ilgili bulundukları camia tarafından çoğunlukla yalnızlığın kucağına bırakıldığı da bir gerçek. 

Çevirmen, kuşkusuz, metne olabildiğince sadık kalmalı. Bunun yanı sıra yayınevi de sansüre geçit vermemeli, eğer çevirmen sansür uygulamışsa onunla görüşmeli.

Ancak buna karşılık, "kasıtlı" olarak yapılan hatalar dahi o dönemin şartları, politik atmosferi, sosyal yapısı bağlamında irdelenmeli ve eleştiriye tâbi tutulmalıdır. İptal ve linç kültürünün habis rüzgârlarına kapılmadan da bu tür hataların konuşulup müzakere edilebileceğine yürekten inanıyorum, inanmak istiyorum.

 

Öznur Karakaş: Çevirmen olmanın ilginç bir tabiatı var, işler kötü gittiğinde ilk suçlanacak kişisiniz
 

öznurkarakaş.jpg
Öznur Karakaş

 

1- Yayıncılık dünyasının geneline dair bir yorumda bulunamayacak olsam da kelimesi kelimesine çevirinin en azından modern dönemde bir norm olduğunu söyleyebilirim. Sanırım bu yüzden bahsettiğiniz örneklerin açıkça sansür olarak nitelenmesi mümkün oluyor.

Bu örneklerde çeviri sürecinden sadece çevirmenin sorumlu olmadığını unutmamak gerekiyor. Genelde çeviri söz konusu olduğunda ortaya çıkan ürünün sorumluluğu iyisiyle kötüsüyle sadece çevirmene yüklenebiliyor. Çevirinin de farklı aktörlerin ve emekçilerin dahil olduğu bir süreç olduğunu unutmamak lazım.

Bazen çevirimiz üzerinde bize sorulmadan değişiklikler yapıldığı da oluyor. Buna yaygın diyemem ama olmuyor da değil. Fatih Özgüven'in durumunda çevirmenin hatasını kabul etmesi söz konusu ancak bu noktada redaktörün ve son okumayı yapan editörün de onu düzeltmediğini kabul etmek lazım.

Bu hatada da faturayı sadece çevirmene kesemeyiz. Çevirmen olmanın ilginç bir tabiatı var, işler kötü gittiğinde ilk suçlanacak kişisiniz! Ne demişler traduttore, traditore. İşler iyi gittiğindeyse görünmezleşirsiniz, şeffaf bir ayna gibi yazarın anlatısında gizli güzelliği olduğu gibi yansıttığınız varsayılır, kaynak metni tam da görünmezliğinizle yüceltirsiniz.

Burada elbette çeviri kuramında sıkça tartışılan orijinal-kopya ilişkisinin ikircikli tabiatına geliyoruz. Bunu ikinci soruya bıraksam daha iyi olacak. 

Kelimesi kelimesine çevirinin norm olması derken elbette aklımda öncesinde kaynak metinden kelimesi kelimesine çeviri yapmanın norm olmaması durumu var. Yazarın kendi ideolojik tutumu gereği kaynak metinden istediği şeyi çıkarmasının normal kabul edildiği bir dönem de var.

Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölümü'nde lisansımı dönemin İngiliz ateşesinin eşi Lady Mary Montagu'nun şark mektuplarının zamanın önemli tarih yazarlarından Reşat Ekrem Koçu ve Ahmet Refik Altınay tarafından yapılan çevirilerini inceleyerek tamamlamıştım. Çeviri ile tarih yazımı arasındaki ilişkiler tezin kuramsal ayağını oluşturuyordu.

Misal bu iki tarih yazarı, mektuplardan istedikleri bölümleri alarak, sakıncalı buldukları yerleri aktarmayarak çeviri yapıyorlardı, aslında zamanın çeviri anlayışı da buna müsaitti. Tarih yazarı ve çevirmen kimliklerinin iç içe geçtiği, çevirinin de tarihi belli bir biçimde yazma sürecinin parçası olduğu, kelimesi kelimesine çevirinin norm olarak mevcut olmadığı bir örnek olması açısından ilginç olduğunu düşünüyorum.

Elbette aynı zamanda tarih yazımına müdahil olan iktidar sorunu da bu örnekte net bir şekilde gözler önüne seriliyor. Aslında çevirinin bu tarz siyasi kullanımlarına dair sömürgecilik sonrası çeviri kuramında önemli kaynaklar mevcuttur.

Misal Tejaswini Niranjana, Siting Translation: History, Post-Structuralism and the Colonial Context isimli kitabında, Hindistan'ın sömürgeleştirilmesinde çevirinin rolünü gözler önüne serer. Ona göre, sömürgeciliğin başarılı olmasında, sömürgecilerin Hint klasiklerini İngilizceye çevirerek Hint okullarında İngilizce öğretmesi çok etkili olmuştur.

Bu yüzden çeviri pratiğinin salt bir metnin içinde gizli olduğu varsayılan anlamın başka bir dile taşınarak hedef dildeki dilbilimsel karşılığına iliştirilmesi olarak görülmesine dönük eleştiriler çeviri kuramında yaygındır.

Antoine Berman mesela La Traduction et la Lettre ou L'Auberge du Lointain isimli çalışmasında, Platoncu bulduğu bu yaklaşımda anlamın bir dilden diğerine sorunsuzca taşınabilen saf idealliği temsil ettiğini savunur, harf [lettre] ise onun duyusal ayağı, bedeni gibidir adeta. Berman bu şekilde kendi logosantrizm eleştirisini geliştirecektir. 

Bu tarz eleştirilere karşı bahsettiğim sömürgecilik sonrası yaklaşım, çevirmenin hiçbir zaman tamamen görünmez olamayacağını, çeviri ediminin ise nötr bir anlam aktarım sahası olmadığını öne sürer.

Rosemary Arroja'ya göre çeviri zaten aşılmaz bir farkın izini taşır, bu noktada asıl mevzu belli bir 'autor' algısının eşlik ettiği yazarın ayrıcalıklı konumunun eleştirilmesi ve her eserin zaten farkı çağırdığını, Benjaminci anlamda sadece çevrilebilirlik (überzetzbarkeit) yasasını dayattığını kabul etmektir.

Çeviri kuramının bu açıdan nasıl da fark felsefesi ile yakından ilişkili olduğunu görmek mümkün, Derrida ve Benjamin kuramın bu ayağının sık sık referans verdiği isimlerdir.

Hatta Benjamin'in Die Aufgabe des Übersetzers isimli metni üzerine epey bir tartışma mevcuttur. Nitekim ben de akabinde felsefe eğitiminde fark felsefesinin farklı veçhelerini çeviri kuramıyla birlikte düşünmeye devam ettim. 

Demem o ki, çeviriyi her ne kadar diller arası sorunsuz bir aktarım olarak görmeye çalışsak da; modern dönemde oturan kelimesi kelimesine çeviri anlayışı, anlama Berman'ın belirttiği türden bir "saf ideallik" yüklese de, bu örneklerden de görüldüğü üzere ister kasıtlı olsun ister fark edilmeden yapılsın 'hatalar' dilin de çevirinin de toplumsal olana, orada mevcut iktidar ilişkilerine, maddiyata gömülü olduğunu gösteriyor.

Özgüven durumunda aslında bu daha net görülüyor, zira açıklamasında ve ona gelen yorumlarda o durumda bu karşılığın tabi görüldüğü vurgulamıştı. Bu aklıma hep yapay zeka algoritmalarını getirir. Bilirsiniz yapay zeka algoritmalarının işe alım vs. süreçlerde kullanılması sonucunda toplumda mevcut önyargıları yeniden ürettikleri görüldü.

Kimse Özgüven'in kötü bir tercüman olduğunu söyleyemez, aksine belki de hatası bu bilgisayar algoritması gibi çalışmış olmasıdır. Dolayısıyla bu haliyle sorgulanması gereken bir yandan çevirmenin bir bilgisayar algoritması gibi görünmez ve otomatik işlemesini talep ederken diğer yandan anlamın içinde bulunduğu toplumsal bağlama gömülü oluşundan ziyade saf bir ideallik olduğunu öne süren çeviri anlayışıdır belki de.

Bedensiz enformasyon algısının yaygınlaşması ile saf idealliği temsil eden anlam ile lettre'in birbirinden ayrılması arasında bir paralellik görüyorum, teknoloji felsefesinde ilgi alanlarımdan birini de bu oluşturuyor. 
 


Soru 2: Martin Luther, Kitabı Mukaddes'i Almanca'ya çevirdiğinde, kilise tarafından hain olarak görüldü.

Kilisenin Luther'e yönelttiği eleştiri anlaşılabilir belki, onlara göre kutsal kitap başka dile çevrilirse gerçek manasından uzaklaşabilir.

Öte taraftan Latince bilmeyen insanların, orijinal dilinde okudukları İncil de kendileri için anlaşılır olmaktan uzak olacaktı.

Burada her iki tarafın da hassasiyetini gözetmesi gereken çevirmendir galiba. Kilisenin bağnazlığı, bir hakikati de ortaya çıkardı; çevirmenin rolü ve çevrilen bir metin üzerindeki etkisi.

Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir belki;

Çevirmenin, çevirdiği metin ile arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?


Ayçin Kantoğlu: Çevirmen bir başkasının zihninde, ona dair ulaşabildiği tüm verilerine haiz olarak gözlemde bulunur

Çeviri faaliyeti meşakkatli bir iş ve evet bazı eserlerin tercümesi hakikaten bir eserin kendisini aşan bazı sonuçlar doğurabiliyor. Kutsal Kitapların çevirisini herhangi bir eserin çevirisi ile kıyaslamak ne kadar doğru olur doğrusu düşünmek gerek. Onu apayrı bir kategoride değerlendirmek münasip olur kanaatindeyim.

Verdiğiniz örnek üzerinden hareketle kutsal kitapların muhataplarınca anlaşılması için gönderildiğini dikkate alırsak, ilahi mesajı ulaşılabilir ve anlaşılabilir kılınması hiç şüphesiz çoğunluğun lehine, otoritesinin aşılması bakımından dini bir sistem olarak sunan ve baskılayan dar çevrenin ise aleyhine olmuştur.

Tarihi gelişiminden bugüne vardığımızda, bence çevirmenin sınırlarını ve özgürlüklerini tayin eden dengeyi irdelemek daha uygundur. Çevirmen bir başkasının zihninde, ona dair ulaşabildiği tüm verilerine haiz olarak gözlemde bulunur. Bu gözlemin neticesi olarak o zihnin ürünü olan metini, kendi dilinde yeniden inşa eder. Gözlemin ve ön hazırlığın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulamak isterim. 

Çeviri yazarın bağımsız yaratıcı olarak kaleme döktüğü eseri yeni bir dilin kabında şekillendiren bağımlı bir yeniden yaratım faaliyetidir diye de devam edebilirim.

Bağımlıdır çünkü eserde yer almayan unsurları eklemek veya çıkartmak gibi bir tasarrufta bulunamaz, bağımlıdır çünkü yaptığı işin başarısı yansıttığı yapının orijinale yakınlığı ile ölçülecektir fakat yeni bir dil ile örtüldüğü için yeni bir yaratım olmak özelliğini de içinde barınmaktadır. Özgün dilinden anlaşılan bir metin başka bir dilde hayat buluyor. Bu bağlamda çevirmen yazar ile aynı evladı doğuran farklı bir anne gibi, taşıyıcı anne. 

Çevirmenin dil yetisi bakımından olabildiğince geniş bir coğrafyaya sarsıntısız ve emin bir hakimiyetle hükmetmesi, eserde mümkün olan en az izi bırakmak gayretinden geri düşmeden hem okuma zevkini hem de metin sadakatini birlikte harmanlaması sanırım onu okur açısından aranılır kılan özelliklerdendir. Kan uyuşmazlığı olduğu durumlar da ne yazık ki vakidir.

Çevirmenin hakimiyeti yitirdiği metinlerden ziyade kendi dilinde karşılığı bulmak konusunda rotanın şaştığı çeviri kazaları daha fazladır.

Bu durumda da tabii netice olarak okur metin dünyasına ya nüfuz edemez ya da yazarın kastının ötesinde savruluşlarla metnin bütünlüğünden kopar. İyi bir çeviri metnini destekleyen ehil bir editörün ve redaktörün önemini de bu sorunların varlığında bir kez daha kavramış oluruz. 

 

Ferit Sertkaya: Çevirmen, metnin hakikati dışında bir şey eklemeyerek karşı kutsallık geliştirmelidir

Çevirmenin öncelikle bütün dil olanaklarına sahip olması gerekir. Bu sayede aktarım yapılırken dramatik hataların da önüne geçer. Böylelikle çevirmene yüklenen "dili bil'' sözü yerini bulur.

Bir diğeri ise; sadakattir. Etik değerlere sadık kalmaktır. Bu etik değerler, yazılı ve yazılı olmayan hukuk kurallarıdır. Peki, bu kuralları belirleyen devlet mi, yayıncı mı yoksa çevirmen mi? Bunlara cevap vermek daha doğru olacaktır. 

Luther'in çevirdiği Kitab-ı Mukaddes'i dokunulmaz kılan anlattıkları değil, şeklidir. Şekilden kasıt alfabedir. Arapçada da bu vardır. Kur-an'ın çevirisi yapılmaz.  Deve ile ilgili dört yüz kelime vardır Arapça da. Bunun çevirisi tefsir ilmiyle bertaraf edilir. Buna da meal denir. Luther'e yapılan itiraz da kutsallığa aykırı olan şeklidir. 

Çeviride kaynak ve hedef argümanları da önemlidir. Soruya verilecek cevap tam da bu argümanların tersinden bir kutsallıkla ifade edilmesidir. Çevrilen metnin hakikatleri kutsallıktır. Çevirmen, metnin hakikati dışında bir şey eklemeyerek karşı kutsallık geliştirmelidir.

 

Mehmet Gündoğdu: Edebi çeviri yaratıcılık gerektiren bir alandır

Burada Kitabı Mukaddes söz konusu olduğundan, oldukça hassas bir konu. Ben bu soruyu edebi çeviri bağlamında ele alacağım.

Edebi kitaplara gelecek olursak, bence sırf yabancı dilde olduğu için bir metinden bütünüyle mahrum, ayrı kalmaktansa, onu çevirisinden okumak evlâdır. Fakat okur okuduğu metnin bir çeviri olduğunu asla unutmamalıdır.

Zira aynı metin farklı çevirmenler tarafından çevrildiğinde ortaya her ne kadar bambaşka metinler çıkmasa da farklı nüanslar ve ayrı ayrı nitelikteki çeviriler ortaya çıkacağı aşikârdır.

Çevirmen bir yapıtın bir başka dildeki ikinci yazarı konumundadır. Kendi öz düşüncesi esere işlemese de ki işlememelidir de, kaleminin niteliği, hüneri, mahareti, belli ölçüde de metni nasıl gördüğü bir şekilde mutlaka çevirdiği esere sızar, işler.

Sonuçta edebi çeviri yaratıcılık gerektiren bir alandır, şiir çevirisi ise kimi zaman neredeyse bambaşka bir metin üretmeye tekabül edebiliyor.

Tabi, ben bu soruyu edebi metinlerin çevirisi bağlamında yanıtladım. Diğer taraftan, söz gelimi hukuki, tıbbi metinlerin çevirisinde yaratıcılık mümkün değildir. Bu tür metinlerde çevirmenin yorumuna da, yaratıcılığına da yer yoktur ve yer olamaz da.

 

Öznur Karakaş: Her eserin zaten bir çevrilebilirlik mesajı, müjdesi olduğunu düşünmeliyiz

Bu aslında yukarıdaki tartışmada orijinal esere yüklenen kutsallığın ve dokunulmazlığın teolojik kaynaklarına dair çok güzel bir örnek. Kutsal kitap çevirileri de malum çeviri kuramını epey meşgul etmiştir. Çeviribilim bölümlerinde esas kaynak olarak okutulan Susan Bassnett'in Translation Studies isimli kitabını bu konuyla ilgilenenlere tavsiye ederim. Aslında Roma sisteminde yerleşen kelimesi kelimesine çeviri ve anlam aktarımı arasındaki ayrım yukarıda da görüldüğü üzere bu tartışmaların merkezinde yer alıyor. 

İncil çevirilerinde de aslında çevirinin teolojik, ideolojik bir işlev üstlendiğini görüyoruz: Hristiyanlığı yaymak. Ancak yine aynı ikircikli yapı çevirmenlerin ayağına pranga oluyor: aynı zamanda hem kutsal metnin lafzına sadık kalmak hem de kimi zaman ilkini imkansız kılan kutsal sözü yayma misyonunu ileri taşımak, ki bu ister istemez lokalizasyon gerektiriyor.

Haliyle kendiyle çelişen bu ödev altında çevirmenler yine elçilere benzer bir muamele görüyor: Traduttore, traditore. Çevirmenin iki tarafın hassasiyetlerini de göz önünde bulundurmasını imkansız bir iş haline getiren bir çelişki bu.

Çevirmene imkansız bir ödev yükleyen, doğrudan özdeşlik ve fark, orijinal ve kopya sorularına değen ilk cevaptaki misyon bu aslında. Incil çevirileri söz konusu olduğunda ulus devlet inşası sürecinde işler daha da karışıyor ve Latincenin evrensel bir dil olma statüsünü de yitirmesiyle İncil çevirilerinin Bassnett'in diliyle bir silah olarak kullanıldığı görülüyor.

Wycliffitte'nin ilk İngilizce İncil çevirisinin Reformasyona sunduğu katkı da barizdir. Aslında bu çeviriler bir nevi dinde demokratikleşme talebini de yansıtıyordu, zira Wycliffite herkesin İncil'in sözüne doğrudan erişimi olması gerektiğini düşünüyordu, nitekim heretik olarak da suçlandı, hatta ölüm cezasına çarptırıldığında çoktan ölmüş olduğundan kemikleri yakıldı!

Mesela Purvey'nin yazdığı önsözde, Witcliffitte'in anlam aktarımına, kelimesi kelimesine çeviriden daha fazla önem verdiği ifade edilir. Bu tartışmalar Bassnett'in kitabında mevcut. Burada amaç halkın da anlayabileceği, erişilebilir bir metin yaratmaktır. 16. yüzyılda ise matbaa ile birlikte İncil çevirileri yeni bir boyut alıyor ama çevirmenin kaderi yine değişmiyor.

William Tyndale 1525'de Yeni Ahit'i yine herkesin erişebilmesi için anlaşılabilirliği öne çıkararak çeviriyor, 1536'da da öldürülüyor. Aynı yüzyılda İncil'in pek çok Avrupa diline çevrildiği görülüyor.

Martin Luther'in 1522 Almanca versiyonunun temelini aslında Erasmus'un çevirisi oluşturuyor. Erasmus'un ilginç bir deyişi var, bütün kadınların okumasını isterim, akabinde Türkler de Sarazenler de okusun, bir rençber ondan mısralar söylesin diyor. Bu çevirilerin Avrupa'da protestanlığın gelişmesiyle bağlantısı açık. 

Hem bu tarihten hem de Niranjana'nın anlattığı İngiliz sömürgeciliği tarihinden gördüğümüz üzere çeviriler hiçbir zaman sorunsuz kopyalar değil ve sıklıkla siyasi projelerin bir parçası oluyorlar. Bundan çevirmenin çevirdiği metin ile ilişkisine dair ne çıkarabiliriz?

İlk soruya verdiğim yanıta benzer bir şekilde, madem teolojiye girdik Benjamin'den devam ederek, Benjaminci anlamda her eserin zaten bir çevrilebilirlik mesajı, müjdesi olduğunu düşünmeliyiz derim.

Bu orijinalin kutsallığınının karşısında farka, dağılmaya, dağılarak farklılaşmaya, Haraway'in veya Barad'ın söyleyebileceği üzere kırınımlara, difraksiyona özen göstermeyi gerektiriyor.

Ben kendimi çevirmen olarak bu kırınımı mümkün kılan bir fail olarak düşünmeyi seviyorum. Bu ister istemez bir yapay zeka algoritması olma idealinden uzaklaşmayı, görünmezleşmemeyi, sorumluluk almayı da gerektiriyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU