"Yazdığım birçok şey anlaşılamayabilir; kurulmayan bağlardan, görünmek istenmeyen gerçeklerden bahsediyorum"

Kerem Bozkurt, Independent Türkçe için gazeteci ve yazar Mine Söğüt ile konuştu

Fotoğraf: Twitter - @minesogut

"Beş Sevim Apartmanı", "Gergedan", "Deli Kadın Hikayeleri", "Kırmızı Zaman", "Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979", "Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey", "Adalet Cimcoz- Bir Yaşamöyküsü Denemesi", "Alayına İsyan" isimli eserlerin yazarı, edebiyatımızın değerli kalemlerinden Mine Söğüt ile edebiyat içerikli bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Değerli öğrencilerim; Armağan Can, Arzu Anlar Saraç, Behiye Sağlam, Duygu Değirmenci, Gözde Özbenigör, Gülcan Sönmez, Gülin Eren, Nuray Elçin, Özden Çelik, Seher Tanıdık ve Tülay Demirbilek'e söyleşiye sundukları katkılar için teşekkür ederim. 
 

 

- "Köpek Dişi Düşü" adlı öykünüz usta sinemacı Yorgos Lanthimos'a saygı ve selam niteliğinde. Bu bağlamda, edebiyatın birçok alandan beslenen bir sanat dalı olduğunu düşünürsek varoluşsal sürecinizde sizi etkileyen ve ilham aldığınız yazarlar ya da yönetmenler kimlerdir? 

Zaten en temel isimleri bu kitapta saydım, yani onlardan ilham aldığımı ben de yazarken anlıyorum. 'Gergedan'ı yazarken bana 'Gergedan'ın hatırlattığı isimler, cümleler, sahneler o kitapta da yer alan sanatçıların dünyasından uçup geldi. Ben de ancak geri dönüp baktığımda bu isimler bende derin izler bırakmış, benim için kıymetliymiş diye bağlantıyı kurabiliyorum.

Tabi onlarla sınırlı değil ama bu soruda genelde benim vermek istediğim iki tane net cevap vardır. Çünkü diğer isimler dönemsel olarak hep değişir. Yani insanın yaşına, yaşadığı döneme, başına gelenlere, ülkenin ya da dünyanın kaderine göre dönem dönem etkilendiğimiz isimler değişiyor.

Fakat en temelde iki isim vardır. Yazımda etkili mi? Muhakkak etkili, ama asıl hayatımda etkilidir ki hayatımda etkili olan bu iki ismin tabii ki yazarken de beni biçimlendirmiş olması kaçınılmaz. Birisi Nazım Hikmet, birisi de Samed Behrengi.

Samed Behrengi'yi çoğunuz bilirsiniz, çocuk masalları yazarı. İranlı bir edebiyatçı ve Şah'la problemleri var. Çok genç bir yaşında şüpheli bir şekilde ölüyor. Cesedi Aras Nehri'nde bulunuyor. Bu, benim daha ilkokuldayken okuduğum kitapların arka kapaklarından aldığım bir bilgi.

O sevdiğim, o muhteşem masalları yazan adam, bir iktidar dünyasında, bir iktidar vahşiliğinde öldürülebiliyor. Bu, en erken öğrendiğim şey. Dediğim gibi yazımı ne kadar biçimlendirdi bilmiyorum ama eski iktidara, dünyaya, şiddet-nefret ilişkilerine, savaş ve mülkiyet odaklı dünya sistemine bakışımı biçimlendirdi.

Ve Nazım Hikmet… Daha okuma yazma öğrenmeden önce yazdıklarını babamla birlikte ezberlediğim, şiirlerini destan gibi roman gibi okuduğum Nazım Hikmet'in hem sesi hem dili beni muhakkak çok biçimlendirdi.

Onun dışında Rus klasiklerini okurken Dostoyevski'ye kapıldığım bir dönem var. Beckett'ten etkilendiğim dönem var. Kafka'yı, o karanlık ve derin dünyasını her zaman sevdim.

En temel isimler bunlar ama çok var, mesela Leyla Erbil ve muhakkak atladığım isimler var. Ama Nazım Hikmet ile Samed Behrengi'yi özellikle unutmadan söylemek istiyorum.
 

 

- "Kadınların Derisini Yüzen Adamların En Yakışıklısı" isimli öykünüzde "Kadınları itinayla itinayla itinayla, severek ve severek ve severek bir bir öldürüyorlar. Her başarılı erkeğin arkasında kâbus gibi bir anne" cümleleri geçiyor. "Kadınların severek öldürülmesi" ve "başarılı erkeğin arkasındaki kâbus gibi anne" bölümlerini siz nasıl tanımlarsınız? 

Ben bu meselenin bir kadın meselesi olduğunu hiç düşünmüyorum. Bu insan odaklı bir mesele. Ve erkeklerin de onlara yüklenen roller, onlara yüklenen ağırlıklar yüzünden aslında çok karanlık bir yerde yetiştiklerini ve büyüdüklerini düşünmek istiyorum.

Çünkü biz kadın-erkek eşitliği isterken, aslında aralarında fark yok diyorsak, erkeğin mağduriyeti üzerinden de bir şeyi anlamamız gerekiyor. Yani hiçbir erkeğin, o vahşi, korkunç hayatlara, cinayetlere, işkencelere, gerilimlere imza atan o erkek imgesinin içini dolduran hiçbir erkeğin, böyle bir hayatı aslında yaşamak isteyeceğini düşünemiyorum.

Yani kadınlar mükemmel, erkekler de korkunç yaratıklar değiller. Bizim hep birlikte yüklediğimiz roller yüzünden kadınların mağduriyeti ve erkeklerin vahşiliği kaçınılmaz hale geliyor. O yüzden bu bir döngü.

Anne derken direkt kadın değil, o bir aileyi temsil ediyor aslında. Erkeğin içinde büyüdüğü aile ve toplum onu biçimlendiriyor. Ve eğer nörolojik bir sorunu yoksa bir insanın, kadın ya da erkek, gördüğümüz, tanık olduğumuz ve ivmesi devamlı yükselen şiddetin bir parçası olmayı hiç kimse tercih etmez diye düşünüyorum.

Burada onu anlatmaya çalıştım; yani her başarının, tabi oradaki başarı erkekliğin simgelediği negatif bir başarı, arkasında bir kadın var, bir anne var. Bu anne de yine toplumun ona yüklediği, toplumun biçimlendirdiği karakter, bir ahlak temsil ediyor.

Bu döngünün içinde gerçekten kimse masum değil, ama aslında kimse kötü de değil. Bu tanımları değiştirmek gerekiyor. Her zaman bunu savunuyorum. Yani biz nasıl tanımlarsak, o tanımların sonuçlarını alırız. Kadını, erkeği, anneyi, aileyi...

Ve yaptığımız tanımlarda çok ciddi bir sorun olmalı ki merkezinde böyle şiddet olan, bir türlü çözülemeyen, sadece bizim gibi az gelişmiş, kültür seviyesi daha düşük insanların yaşadığı; ya da dini inançları yüzünden daha muhafazakâr bir sistemin içinde var olmak zorunda kalan Ortadoğu'nun Müslüman ve kafası karışık ülkelerinde değil de Finlandiya'da da aynı sorun varsa, aynı şekilde erkekle ve kadınla karşılaşıyorsak buna daha toplu ve daha başka bir yerden bakmamız gerektiğini hep öneriyorum. Yani bu da aslında o önerinin cümlesi.


- "Sevdiğimiz kuzuyla yediğimiz kuzu arasında kurmadığımız bir bağ var" diye bir sözünüz var. Orada imtihan bilincine değinmiştiniz. Sizce o bilince ve farkındalığa ulaşabilir miyiz? 

Yani, insan doğasında süregelen o tedirginliği aşabilir miyiz? Bence bu duyguya, bu farkındalığa varmak için sadece bir cümleye ihtiyacımız var.

Bu cümleyi önümüze koyup biraz düşünmeye başladığımızda neyi fark ettiğimizi neyi fark etmediğimizi ve bu fark etmediğimiz şeyler yüzünden, bu eksik farkındalıklarımız yüzünden başımıza neler geldiğini anlamamız hiç zor ve derin bir bilgi değil, derin bir mesele değil.

Yani ben burada yazıyorum, siz orada okuyorsunuz, bu kadar aslında. Sadece cümleyi kurmak ve cümleye birazcık daha bakıp üzerinde düşünmek benim önerdiğim.

Virginia Woolf'un çok sevdiğim bir cümlesi var; "Bazen tek bir kelime yeter ama insan ya o kelimeyi bulamazsa." Bize de aslında tek bir cümle yetiyor, tek bir farkındalık, tek bir bakış yetiyor. İş onu bulmak istemekte, oraya kafamızı çevirmekte.

Odaklandığımız, yoğunlaştığımız, kutsallaştırdığımız ve kıymet verdiğimiz değerleri bu bilinçle gözden geçirmeye başladığımız anda her şey değişebilir diye düşünüyorum.

Bu çok iyimser bir bakış açısı gibi görünüyor ama maalesef bu hareketi yapmak, yani o küçücük açıyı değiştirmek hiç kolay bir şey değil. Onun da farkındayım.

Ama imkânsız da değil. Yani sevdiğimiz kuzuyla yediğimiz kuzu arasındaki bağlantıyı kurmayalım desek; aslında imkânsız olan belki de budur. Orada durur bağlantı.

Ve evet, biz, bütün dünya, bu bağlantıyı kurmayarak bu imkânsızı, bu mümkün olmayanı zaten gerçekleştiriyoruz. Tersini hayli hayli yapabiliriz diye düşünüyorum. 
 

 

- Kitaplarınızda Bahadır Baruter'e ait olan çizimlerin öykülerinize, kitabınıza ve bütününe olan etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir okuyucu olarak kitabı elimize aldığımızda, kitabın kapağına, sayfalarına baktığımızda gözümüze ilk çarpan kısım içindeki görseller oluyor. Okuyucunun kitapla karşılaştığı o ilk anda görsellerin bütünüyle okuyucuya vermek istediğiniz mesaj nedir? 

Aslında yazdığım metinlerin bir görselle desteklenmesi ya da bir görselle paralellikte ilerleyen ikinci bir dili içinde barındırması şeklinde bir hedefim yok. Bahadır ile otuz yıldır birlikteyiz ve birlikte aynı evde, aynı mekânda, aynı heyecanla ve dünyanın meselelerine, dertlerine aynı yerden bakarak bir hayat sürdürüyoruz.

Bu süreç içinde yazdığım bütün kitapların kapaklarını Bahadır çiziyordu. Sonra ben 'Deli Kadın Hikâyeleri'ni yazarken Bahadır dedi ki; "Ben de acaba onlara paralel bir şeyler çizsem mi?"

Kitaptaki metinleri hiç okumadan sadece benim anlattıklarımı bilerek, nelerden bahsettiğimi bilerek, hikâyeleri anlatmıyorum ama hangi temada ne tür şeyler yazdığımı tabii ki biliyor, benden bağımsız bir deneme olsun diye  'Deli Kadın Hikâyeleri'ndeki görselleri çizmeye başladı.
 


Birebir metne göre çizmedi, çünkü benim için metnin resimlendirilmesi ya da görsel dile çevrilmesi çok cazip bir şey değil. Eğer yazar bir çizgi roman yazmıyorsa, aslında her zaman okurun kendi hayal dünyasında yaratmasını tercih eder.

Fakat hem 'Gergedan'da hem 'Deli Kadın Hikâyeleri'nde, Bahadır kadın ve delilik üzerine kendi dünyasını yaratıp hikâyelere direkt göndermeler yapmadan ve hiç ilgilenmeden, farklı bir disiplinde aynı temanın üzerine çalışmalar yaptı.
 


'Gergedan'da da işte o büyük iktidar duygusu, kurulmayan bağlar, toplumsal acılar ya da sistemin yaralarının dünyasında gene o yazdığım sorgulamalara, itirazlara paralel, kendi kendine bir şeyler çizdi.

Ve bunlar yan yana geldiğinde, yani benim aynı mesele ile ürettiğim, yazdığım metinler, onun gene aynı merkez etrafında çizdiği ama metinlerden bağımsız çizdiği görseller yan yana geldiğinde beni de çok heyecanlandıran ve bence kitaba bir boyut daha kazandıran işler olarak ortaya çıktı.
 


Ama yazılarımın mutlaka bir görsel arkadaşı olması ya da bütün hikâyelerin resimlenmesi diye bir algım, beklentim ya da hedefim ne bundan önce oldu ne de bundan sonra olacak.

Sadece ben yazarken eğer Bahadır da heyecanlanırsa ve benim üretim sürecime, yazdığım şeylere kendiliğinden eşlik etmek isterse, oturup bir şeyler çiziyor ve biz o metinlerle o görselleri yan yana duracak bir formun, kitabın içine yerleştiriyoruz.
 


Şanslıyım ki böyle bir insanla birlikte yaşıyorum ve üretiyorum. Yoksa dediğim gibi görselle düşünerek yazan bir yazar değilim ya da öyle bir hedefim yok.

Tabi kapaklar konusunda onun çizmesi beni çok mutlu ediyor. Hem daha net anlatabiliyorum hem de çok önemli bir sanatçı olarak onun imzası oluyor yaptığım işte. Böyle bir ilişkim var görsel ve metin dengesinde.


- 'Gergedan' ismi sizin için neyi temsil ediyor? Ayrıca, bir kesim kitabınızı anlayamadığını ifade ediyor. Sizce kitabınızı anlayamamakta yetiştikleri çevre etkili midir? 

Aslında benim yazdığım birçok şey anlaşılamayabilir. Ben bunu baştan kabul ederek kaleme alıyorum. Çünkü çok serbest ve farklı bir yerden bakarak yazıyorum. Böyle bir riski var, anlaşılamayabiliyor, içinde çok sert, ağır meseleler olduğu için dayanılamayabiliyor.

İlgilenilmeyebiliyor çünkü günlük hayatımızda dönüp bakmak istemeyeceğimiz şeylerden bahsediyorum. Tabi 'Gergedan'da hem farklı bir üslup var hem çok sert bir dil var hem de anlattığı şey çok içsel bir şey, çok büyük bir sorgulama anlatıyor.
 


Ama ben "bu kitapta şunu anlatmak istedim" diyen bir yazar olmak hiç istemedim. Anlaşılmamasını olağan karşılıyorum. Çünkü beklentileriniz, hayata bakışınız bu kadar spesifikse ve farklı bir iş yapıyorsanız bunu göze almanız lazım.

Ancak benim de dertlendiğim şeylerden dertlenen insanların bir bağ kurabileceği, ilgi duyabileceği ve katlanabileceği metinler yazdığımın farkındayım. O yüzden anlaşılmaması tamam, ama oturup anlatmak da mümkün değil; çünkü anlayanın anladığı şey üzerinden bir şey konuşulabilir.

Yazdığım metin her kişide bir başka şeye dönüşüyor ve anlaşılamaması da bir dönüşme. Çünkü zaten anlaşılamamaktan, kurulmayan bağlardan, görünmek istenmeyen gerçeklerden bahsediyorum.

Eğer bu bağları hiç kurmuyorsanız, hiç görmek istemiyorsanız ya da o dil size çok uzak geliyorsa anlamamak çok doğal. Oturup onu anlatmak da bu sefer kitabın kendi dilini, ritmini ve özünü bozan bir şey.

Aynı şekilde 'Gergedan'da da siz orada ne gördüyseniz aslında temsil ettiği şey de o oluyor. Belki bir itiraz, bir iktidar eleştirisi gibi kaba çizgilerle bir şeylerden bahsedebilirim ya da bizim hayata katlanma biçimlerimiz ve bunun sorgulaması diyebilirim.

Herkes kendine göre, hayata bakışına göre farklı bir şekilde yorumlayacaktır ya da hiçbir şey bulamayacaktır. Benim gördüğüm ve kaygılandığım şeyler bir başkası için aynı değeri ya da aynı niteliği taşımıyor olabileceğinden çok öznel olacak ama hayata itirazınız varsa, bu iktidar algısından huylanıyorsanız, kendinize bakmak ve ben nerede hata yaptım demek gibi bir öz eleştiri çabanız varsa bence oradaki dili okur bir şekilde yakalayabilir.


- 'Beş Sevim Apartmanı'ndaki karakterler bir pencerenin arkasında ve bu pencerelerin belli renklerde perdeleri var. Bu renklerin karaktere bir etkisi ya da karakterle bir bağlantısı var mı? 

Somut bir gönderme yok ama birbirlerinden ayrılmaları, birbirlerinden nerede ayrılıp nerede birleştikleri de kitapta bir belirsizlik içinde. Sadece karakterleri yaratmak, aralarındaki sınırları biraz daha netleştirmek için yazılmış sanatsal temalar gibi düşünün.

Bir oda düzenliyorsunuz ya da bir kıyafet giyiyorsunuz ya da bir resim yapıyorsunuz. Çeşitli nesneleri birbirinden ayıran, görsel hafızada da farklı algılanmalarını kolaylaştıracak karakteristik şeyler görüyorsunuz.

Bu bir karakterin fiziğini veya yaşadığı ortamı tarif etmek olabilir. Ya da bütünüyle çevresine bir çerçeve çizersiniz, o çerçevenin içine koyarsınız. İşte burada karakterleri koyduğum çerçevelerin unsuru farklı pencereler, pencerelerin bir katman oluşturan perdeleri, sonra hikâyeler; bu sıralama estetik bir dil oluştururken metni eşit böler, çünkü bir matematiği var metinin, bölmeniz gerekiyor, böylece hepsini küçük odalara yerleştiriyorsunuz.

O odaları da biraz daha derinleştirmek ve belirginleştirmek için yazarken bu tür donelerden yardım alıyorsunuz. Perdelerin renkleri de onlardan biri.
 

 

- Sizde Edgar Allan Poe etkisi hissediliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Severek okuduğum bir yazar ama o gerilim üzerine yazıyor. Ben gerilimden ziyade daha gerçek hikâyeleri, daha psikolojik çözümlemeleri odağa almak istiyorum.

Kendimi korku hikâyeleri yazarı, korku romanları yazarı gibi hiç hissetmedim. Metinlerin başına hiç öyle oturmuyorum. Tam tersi toplumsal hayata, toplum psikolojisine ve dolayısıyla birey psikolojisine odaklanan; üzerinde düşünmemiz gereken, sorgulamamız gereken meselelerin altını çizmeye çalışan metinler yazıyorum.

Yani muhakkak bütün romanlarda bu psikolojik çözümlemeler, boyutlar vardır ama Edgar Allan Poe ile karşılaştırdığınızda o bir gerilim yazarı.

Mesela hep şaşırmışımdır çünkü çoğunluk, özellikle "Beş Sevim Apartmanı"nı okurken, korkar ve gerilir. Neden korkulduğunu anlamam. Çünkü ben korkunç şeyler yazmıyorum. İnançsızlık üzerine, cinler ve perilerin olmadığına dair bir metin yazdığımı düşünüyorum.

Fakat okur kendi donanımına göre, kendi kişiliğine ya da psikolojisine göre o motiflerden birine daha fazla odaklanıp benim yazmaya çalıştığımdan öte, algıda seçicilik ve algıda öncelik neticesinde cin peri hikâyeleri ya da fantastik ve gerilimli mekânlarda geçen olaylara odaklandığı zaman evet korkabiliyor, onu anlıyorum. Ama ben kendimi bir gerilim ve korku yazarı olarak tanımlamak istemem.
 

 

- "Madam Arthur Bey" isimli hikâyenizde "Madam Arthur Bey" ifadesi kadının içinde gizlediğimiz erkeksi tarafı ya da erkeğin içindeki kadınsı tarafı mı temsil ediyor? Erkeğin hırçınlığı ve acımasızlığı ile kadının doğurganlığının birleşimine bir atıf mı var? Yoksa arka planda cinsiyetsizleştirme amacı mı var? 

"Madam Arthur Bey" isimli romanda yaptığım şey iktidarı simgeleyen kötülüğü kadın ve erkek kimliğinden sıyırıp cinsiyetsizleştirmekti. Fakat hikâyede tam tersine iki cinsiyetin, iki halin, iki cinsel tanımın, fiziksel ve ruhsal olarak tek bir bünyede birleştiriliş hali ve onun içine düştüğü girdaptı anlatmak istediğim.

Tabi orada Madam Arthur Bey kadar Madam Arthur Bey'e âşık olan babanın hikâyesi, onun kendi tercihlerini ve isteklerini, kendi gerçeğini reddedişi, kabul etmeyişi ve buna yabancılaşırken hırçınlaşması da bence çok önemli.

O noktada aslında kadın ve erkek bireyin bir bünyedeki çatışmasını, hezeyanını ve bu bünyenin dışında kendini erkek ya da kadın olarak tanımladığı zaman da gene bu kaostan çıkamayışını anlatmaya çalıştığım bir hikâyeydi.


- Genelde zor ve sıra dışı karakterler yazıyorsunuz. Bu karakterlerin yaratım sürecinde özel bir ilham kaynağınız oluyor mu? 

Ben yaşadığı ülkeyle, yaşadığı toplumla, dünyayla çok fazla empati kuran ve kendi dışındaki hayata birçok açıdan farklı bakmaya çalışan bir karakterim, böyle bir mizacım var.

Gazeteci olmasaydım, yazar olmasaydım da muhtemelen gene böyle olurdu. Yani mesleğim beni yönlendirdiği için değil, böyle olduğum için bu mesleğe yöneldiğimi düşünüyorum. O yüzden beni tetikleyen yaşadığım toplum ve dünya oldu.

İzlediğim, gözlediğim o ağır gerçekleri bünyesinde sindirmeyi başarıyla gerçekleştiren ve "aslında dünya böyle dönmez, böyle yaşarsak dünyanın dönmesi mümkün değil" diyeceğimiz bir sürü korku, bu gerçeği içinde barındırıp bir de güzel dönen o dünyayı anlama çabası bana bunları yazdırıyor.

Çünkü devamlı buna bakıyorum, devamlı bunu sorguluyorum ve yazdıklarım da işte o yüzden biraz sert ve tuhaf oluyorlar.

Sanırım ilhamı ve beslenmeyi ya da dürtülmeyi bu gerçeklikten, hepimizin paylaştığı, gördüğü bu ağır dünyadan, kendi hayatlarımızdan, yani toplumsal hayatlarımızdan esinlenmek diyemeyeceğim, esinlenmek daha pozitif bir şey, o yüzden iteklenerek, sarsılarak yazıyorum.


- Ahlak Belanızı Versin atölyelerinde tam olarak ne yapıyorsunuz ve bu atölye nasıl bir düşünceden doğdu? 

Benim çok önemsediğim ve çok etkilendiğim, yaparken her seferinde çok farklı şeyler gördüğüm, çok kıymetli buluşmalar oluyor. İlk başta basın ahlakından çıkıp kendi ahlakımıza yaptığımız bir yolculuk ve bir otopsi diye tanımlıyorum kısaca.

Birtakım metinlerimiz oluyor. İki gün yapıyoruz bu atölyeleri. Üçer saat. Çok yoğun ve sert atölyeler bunlar. Çok tartışmalı geçiyor. Çünkü sert kavramlar üzerine ve interaktif bir atölye.

Yani ben bir şey anlatmıyorum. Daha çok ben sorular soruyorum ve bazı kavramları tartışıyoruz. Birtakım basın haberlerinden, metinlerinden yola çıkıp o konuyu iki gün tartışıyoruz.

İlk gün köşe yazarları var, üç tane değişik dönemden. Onlar üzerinden 'Biz ne okuyoruz? Ne anlıyoruz?' bunu tartışıyoruz.
 


İkinci gün de biraz sert bir üçüncü sayfa haberi var. Tecavüze uğradığı için intihar eden bir genç kız. Onunla ilgili haberi okurken temel ahlak kavramlarını tartışıyoruz ve meseleyi anlamaya çalışıyoruz.

Geçen gün yaşlı bir bey (hararetli, atölye boyunca çok katılımcı performans gösteren bir bey) atölyenin sonunda "Durduk yerde yorulduk!" diye çıktı ve bu çok hoşuma gitti.

Yani tam durduk yerde çok kötü yoruluyoruz. Yine yorulmak iyi de çok kötü hırpalanıyoruz. Fakat her seferinde, ben kendi adıma çok şey öğreniyorum.

Kafamız nasıl çalışıyor, nelere takılıyoruz, neler yüzünden neler oluyor, o sevdiğimiz kuzu ile yediğimiz kuzu arasındaki kurmadığımız bağlar üzerine konuşuyoruz ve bu kurmadığımız bağların bizim başımıza açtığı sorunları anlamaya çalışıyoruz.

Gündelik hayatta kendi kendimize düşünürken değinmediğimiz, görmezden geldiğimiz ya da girmeye cesaret edemediğimiz karanlık yerlere girerek yapıyoruz bunu.

O yüzden birazcık farklı bir atölye oluyor. Anlatışımdan da fark ettiyseniz çok iştahla yapıyorum bu atölyeleri. Ben yapan biri olarak müthiş etkileniyorum ve çok şey öğreniyorum.


- Bazı konuları yazmak daha mı zor? Yoksa zor olanı, anlatılmamış olanı yazmak mı kolay? Ve siz kaleminizi zehre, intihara, hayata, cinlere, perilere nasıl böyle lezzetle batırabiliyorsunuz? Kaleminizi nasıl böyle özgür bırakabildiniz? 

Sanırım cinlere ve perilere inanmadığım, hayata da çok inandığım için. Yani aile ve iktidar kavramlarının sorgulanmasına, şiddetin sorgulanmasına çok inandığım için iştahla yazıyorum onları.

Ve dediğiniz gibi tehlikeli sularda yüzmek ki benim için bir tehlike değil o, bir motif ama çok güçlü toplumsal bir motif ve çok etkili onu biliyorum; çünkü inanan çok insan var.

Yani ben sadece cinlere değil, bir yaratıcıya, bir dine de inanmıyorum; o yüzden bu tür konularda yazmak benim için hem çok anlamlı ve önemli, hem de korkutucu hiç değil.

Zaten şakasını da hep yapıyorum; "Eğer ki cinler olsaydı ya da Allah olsaydı bu kitabı yazdıktan sonra ben yoktum" diye. Yani bu bile kanıttır diye şakasını da yapıyorum.


- 'Beş Sevim Apartmanı'nda bahsedilen ölümler sanki ardından çok da üzülmeye değer değilmiş gibi işlenmiş. Ölüme bakışınız normalde de bu kadar olağan mı? 

Gerçekten bu kadar olağan. Ben çok erken yaşta babamı kaybettim yani babam da gençti; otuz dokuz yaşındaydı ben de on yedi yaşındaydım. Çok sevdiğim güçlü bir baba-kız ilişkimiz vardı, hayatımdaki çok önemli bir rol modeldi.

Ağır oldu, fakat sonra, yani on yedi yaşında soyut bir yerden değil çok somut bir noktada ölümü düşünmeye ve ölümü anlamaya mecburen başladım. Yoksa insan ölüme daha romantik ya da daha trajik bakar.

Ben en sert ve en gerçek haliyle yüzleşmek zorunda kaldım. Benim için ağır bir tecrübeydi fakat sonra gördüm ki böyle ağır olmasının sebebi bizim ölüme yüklediğimiz şeyler.

Elbette sevdiğimiz birini kaybetmek, hem de erken kaybetmek ağır, ama toplumun yüklediği ya da geleneklerin, göreneklerin, kültürlerin yüklediği bir ağırlık değil bu; başka bir ağırlığı var.

Onun dışında kendime hep şunu tekrarlarım; doğmadan önce olmadığımız çok uzun bir süre var ve öldükten sonra da çok uzun bir süre olacak. Yani sonsuz iki zaman süresinin içinde, çok kısa bir süre biz var oluyoruz ve bunu anlamaya çalışırken nerden geldiğimizle ilgilenmiyoruz; ama nereye gideceğimiz üzerine mitolojik hikâyelerle dünyalar kuruyoruz.

Cennet ve cehennem mitleri üzerinden bir dünya tarif ediyoruz. Hem bu dünyaya hem de sonrasına iyilik, kötülük, ahlak tarif ediyoruz. Ben bunun çok sorunlu bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum.

Geldiğimiz yerle ilgili, yani doğumdan öncesiyle ilgili hiçbir fantezimiz yok fakat öldükten sonrayla ilgili korkunç fantezilerimiz var. Bu bile ölüme başka bir yerden bakmamız gerektiğini gösteriyor.

Yani o bilinmezliği merak etmek ve üzerine birtakım şeyler düşünmek, çıkarımlar yapmak hayatın kaçınılmaz işlevi, belki de bir numaralı işlevi oluyor. Neden doğduğumuzu ve neden öldüğümüzü anlayana kadar geçen sürenin içinde hiçbir şey anlamadan yok olup gidiyoruz.

Bunları sorgulamak doğru, ama bunlara cevap bulmak çok komik, çünkü bir cevap yok; bu cevabı bileceğimiz bir bilinçte değiliz; belki bir gün olacağız ama şu anda değiliz, daha önce de değildik. Sadece birtakım masallar, hikâyeler uyduruyoruz ve onu da çok sağlıklı ve mantıklı yapmıyoruz.

Aslında çok yakın ve ilgiliyim ölümle, ama doğru bir yerden, araştıran, soran ve düşünen bir yerden bakmayı tercih ediyorum. Ama cevap bulmayı her zaman komik bulurum çünkü ortada bir cevap yokken siz bir cevaba inandığınız anda bütün bilgi elinizden uçar gider.

O düşünce zincirinden, oyundan dışarı çıkarsınız. "Nereden geldik?", "Nereye gidiyoruz?", "Allah yarattı", "sonra da cennete, cehenneme gidiyoruz" dediğiniz anda oyun bitiyor ve yaşamınızın aslında hiçbir anlamı kalmıyor.

Yanlış bir anlam üzerine de medeniyetler kuruyorsunuz. İşte buna böyle baktığım için ölümle ilişkim var, çok da fazla var ama farklı bir ilişki kurma çabasındayım.
 

 

- Ülkemizde her zaman gördüğümüz ama son yıllarda daha fazla hissettiğimiz ötekileştirme ve kutuplaştırma politikasının sanata yansıması hakkında neler düşünüyorsunuz? 

Ötekileştirme aslında bugünün sorunu değil; insanın, ilk günden beri medeniyetin temel sorunu. Yani efendiler ve köleler üzerine kurulmuş bir sistemin içinde ötekileştirmenin her çağda, her toplumda, her medeniyette çok ciddi bir mesele olduğunu görüyoruz.

İşte bugün biz bunun daha çok bilincindeyiz ve sanırım sorun da bilinçli olmamızda; hem ötekileştirmenin ne anlama geldiğini artık biliyoruz, adını koyduk hem de bu alışkanlığın, ritüelin, bu refleksin içinden çıkamıyoruz.

En dikkatlimizin, en hassasımızın bile bir yerde fire verdiği bir konu bu, yani herkesin bir ötekisi var. Hiçbir şey olmasa, kadın erkeği; erkek kadını ötekileştiriyor.

Cinsel kimliklerimizde, bedenlerimizde bir öteki yaratıyoruz. Algımızda yaratıyoruz ve tabi bu edebiyatın da temel meselesi. Yani onu en verimli kılan, üzerinde en rahat kalem oynatabildiği konu olduğu için ve insanlık sorunlarının temelinde de ötekileştirme yattığı için bununla ilgileniyor.

Sanatçının hep bir muhalif ve başka yerden bakma sorumluluğu olduğunu düşünürsek; yani eğer ötekileştirme iktidar diliyse bunun sorgulamasını yapmakla mükellef olan sanat sırf edebiyat değil bütün sanat dalları olmalı.

Biz neredeyiz? Bence canhıraş bunun üzerine yazıyoruz. Edebiyatın temel kaygısı bu işte; birisi kadınları, erkekleri yazıyor, diğeri Kürtleri yazıyor, bir diğeri Ermenileri yazıyor, bir diğeri yoksulları yazıyor, diğeri mültecileri yazıyor... Bunların hepsi bir ötekileştirme hikâyesi.

Edebiyat bence canhıraş bir şekilde buraya başka bir yerden bakmanın, iktidarın, politikanın bize çizdiği çerçevenin dışında, daha akılcı, daha uygar, daha medeni ve daha barışçıl, daha çözüm odaklı bir dil kurmanın peşinde olmalı.

Bugün, Türkiye özelinde, bence edebiyatın ve edebiyatçıların bununla ilgili bir çabası var. Belki bir avuç yazarız, bu meseleleri düşünen bir avuç insanız ama üretkeniz diye düşünüyorum.


- Bir kitabınızda "Deliremeyen kadınlara" şeklinde bir hitap vardı. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz? 

Kitapta anlattığım o çok yaralı ve delirdikleri için dünyaları çok kararan insanların, onların düştükleri ve bizim iyi ki düşmediğimiz bir karanlık ki şimdi bunları konuşabiliyoruz, yaşadıklarına isyan edip başka bir hayatı seçenlerin yaşadığı başka bir delilik.

Kendi çaresizliği içinde kaybolan insanın, kadının kaybolması, delirmesi çok daha ağır ve başka bir delilik. Biz sistemi yıkmaya, kabuklarımızı yıkmaya, itirazımızı dile getirmeye, sesimizi yükseltmeye de delilik diyebiliyoruz.

Benim yazdığım kadınlar, bunları yapamamış kadınlar oldukları için çok ağır yaralar almış, ölmüş kadınlar, bunları yapabilselerdi o karanlığa da düşmeyecek, ölmeyecek kadınlardı.

Ama bu ağırlığın altında kendini ifade edememek, o karanlığın altında ezilmek hepimizin eşiğinde durduğu bir nokta sanırım.
 

 

- "Beş Sevim Apartmanı"nı tasarlarken sonu için kafanızda belirli bir plan var mıydı? 

Genel olarak hiçbir metinde, hikâyede ve romanda sonunu tasarlamıyorum. Her şey yazarken oluyor. Mesele kendini yaratıyor, karakterler kendini geliştiriyor, meselenin ve karakterlerin yapısına göre bir son ortaya çıkıyor.

Genelde ne olacağını bilmiyorum. Sadece bir ana meselem oluyor benim. Sorunlu bir bağımlı, toksikoman bir baba ve kızının yalnızlığı üzerine bir şey yazmak üzere oturuyorum. Sonra onları anlatmaya başlarken yazma sürecimde her şey olup bitiyor ve sonunu ben de yazarken görüyorum.


- "Beş Sevim Apartmanı"nda Doktor Samimi'nin cümleleri, yani son sayfadaki o tuhaf durum, o gerilim Doktor Samimi'yi hala yaşatmak için miydi? 

Evet, tam dediğiniz gibi. Her okur kendi sonunu, kendi fikrine göre bir finali hayal etsin diye. Aslında belirsiz değil bence ama bir belirsizlik olarak algılanabilecek şekilde yazdım. Ve öyle de oluyor.


- Mine Hocam çok teşekkür ederim, çok keyifli bir söyleşiydi. Çok mutlu ettiniz bizi. 

Ben çok teşekkür ederim beni davet ettiğiniz için.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU