Mollalar Afganistan'da: Riskler ve zorluklar

Üç şey yapılmalı; dinde huzuru sağlamak için birlikte çalışmak, milli devlet tecrübesini güçlendirmek ve yenilemek için çalışmak, din, düşünce ve siyasette çevre ve dünya ile normal ilişkiler için fikri ve siyasi mücadeleyi sürdürmek

Fotoğraf: AP

Taliban'dan sonra mırıldanmak, homurdanmak artık mümkün değil. Ne de kınamak, suçlamak ve karşı çıkmak olası değil.

Biz Müslümanlar dünyanın bir parçasıyız, dahası sakinlerinin beşte birini oluşturuyoruz ve ondan ayrılamayız.


Artık el-Kaide ve IŞİD mensuplarının dinden ayrıştıkları, bize veya dinimize karşı kullanılacak bir gerekçe olmadıkları ile teselli bulmak da mümkün değil. Aşırılıkçılık ve terörizme karşı ülkeler ve dini kurumlar olarak uzun süredir mücadele ediyoruz, buna rağmen dostlarımızın ve diğerlerinin bize olan inanç seviyelerini yükseltemedik.

Aksine, birkaç ay önce ölen Bush yönetimi dönemi Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, bize ve yurttaşlarına iki talep yöneltmişti.

Afganistan ve Irak'ın istilacısı bir yandan İslam'ın rehin alındığını ve özgürleştirilmesi gerektiğini söylerken, diğer yandan aşırılık yanlılarına karşı silahlı mücadele ile yetinmeyip din adına bir fikir savaşı verilmesi gerektiğini söylemişti.

İki şey beni bu konuda tekrar yazmaya itti; bir yanda Taliban'ın bu sefer ülkenin yöneticisi konumundan hareketle bazı talepler taşıyan gösterileri önlemeye yönelmesi, diğer yanda BAE Müftüsü ve Dünya İle Barış ve Esenliği Yaymak İçin Barışı Teşvik Forumu Başkanı Şeyh Abdullah bin Beyye'nin başlattığı girişimin Afganistan'ın yöneticisi Taliban tarafından reddedilmesi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Kendi kendime bin Beyye'nin girişiminin "İslam adına barışı yaymak" başlığını hak ettiğini söyledim. Yönetici din adamı ya da molla ikilemi ile başlayalım.

Bazı meslektaşlarım dini yönetim konusunda bir kompleksim olduğunu söyleyerek beni kınıyorlar. Kompleksimin nedeni, Şeyh Muhammed Abduh'dan bu yana Ortaçağ Papalığını bir kilise otoritesi olmakla suçlamamız.

Yani Kilisenin Hz. İsa adına yönettiğini, buna karşılık İslam'da kilise ya da kilise otoritesi benzeri bir otorite olmadığını ve hiç kimsenin Allah adına yönetmediğini söylememiz.

Oysa Mollalar (gerek İran gerekse Afganistan'da) şeriat yönetiminden bahsediyorlar ve bu şeriat yönetimini de ülkenin yöneticileri olarak bizzat üstleniyorlar.

Bana selefiliğin de şeriat yönetimi fikrini benimsediğini söyleyenler var. Elbette şu veya bu Müslüman ülkede hakim olan fikhi mezhebin içtihatlarına göre mahkemelerde uygulanan hukuki hükümler vardır.

Ancak politikalar, kamusal meseleler, devletin iç ve dış ilişkilerine gelince, din adamlarının bunlarla hiçbir ilgisi yoktur ve tüm bu konularda kamu menfaatleri ve uzmanların görüşleri geçerlidir.

En önemlisi de bu konularda emir veya karar verenin emir, kral, hükümdar veya cumhurbaşkanı olduğudur. Din adamları din işleriyle ilgili veya halkın dindarlığını veya dini örf ve adetlerini etkileyebilecek konularda aydınlatabilir veya tavsiyelerde bulunabilir.

Kral Abdulaziz, çatışmadan kaçınmak ve kan dökülmesini önlemek için dini sloganlar yükselten bazı kabileci fanatiklere arabuluculukta bulunmaları için bazı büyük din adamlarını göndermişti.

Ancak kamu çıkarları, istikrar, halk grupları arasındaki ilişkiler ve kamu düzeniyle ilgili konularda din adamlarının müdahalelerine karşı hoşgörülü değildi.

Suudi Arabistanlı din adamları 2012'de Ezher Şeyhinin sivil devlet hakkında söylediklerini söylediler. Her zaman yöneticinin şeriat adına bile olsa din adamı değil, kral olduğunu söylediler.

İlk Suudi devleti kurulduğunda var olan din adamı ve emir ikiliğinin, tarihi veya mevcut gerçeklik üzerinde hiçbir etkisi yoktur. İki taraf arasındaki iş birliğinin,

17 ve 18'inci yüzyıllarda Necd ve diğer bölgelerdeki kabile yönetimlerinden kaynaklanan kargaşa ortasında ciddi şekilde eksikliği duyulan birleşik bir devlet kurmak için olduğunu söyleyen Dr. Halid Dahil'e katılıyorum.

Din adamları bir kabile reisini veya bir bölgenin yöneticisini Hanbeli mezhebine veya İslam dinine mensup olmadığı için, imama zekat vermediği, yani onu otorite olarak kabul etmediği için en ağır suçlamalarla itham ederdi.

Dolayısıyla mesele, fitne ve kaosu önlemek için dini caydırıcılıktan yardım alınmasından ibarettir. Çünkü İmam Ali'nin dediği gibi insanların bir (siyasi) otoritesi veya emiri olmalı.

Ümmet birliği, yurt birliği ve otorite birliği, İslam'ın başlangıcından beri gerekli üç birim olmuştur. Birinci ve ikinci birimler sadece tek hakim otorite ile sağlanabilir.

Ebubekir bu nedenle mürted denilenlerle savaştı, çünkü Medine yönetimine itaat etmeyi reddettiler. Ömer de şöyle demiştir:

İslam İslam olmaz cemaat olmadıkça, cemaat cemaat olmaz itaat olmadıkça.


Maverdi'nin dediği gibi; devlet veya imamet kurmak akli ve hukukidir. Sonra din her şeyden önce yumuşak bir güçtür, bu durumda dinin baskıcı bir güç olmaktan çıkarı ne olabilir?

Max Weber'in (1864-1920) dediği gibi; siyasi iktidar zorlama meşruiyetine sahip olandır. Oysa İslam dini bir amaç için güç kullanma meşruiyeti olmadığını söylüyor, çünkü dinde zorlama yoktur.


Tüm bu rasyonel, dini, tarihsel ve güncel düşünceler, İslam'a şiddet içeren bir karakter kazandırmak için şimdi ve daha önce görmezden geliniyor veya reddediliyor.

İslam'a şiddet karakteri kazandırmak isteyenler yalnızca ayrılıkçılar ve Sahva mensupları değil, aynı zamanda din adına yönetmek isteyen, onun adına feci cinayetler işleyen, böylelikle insanları herhangi bir şekilde ülkeden göç etmeye zorlayan bazı mollalar veya din adamlarıdır.

Afganistan ve İran'da Mollalar yönetimi, öldürülen ve hapsedilenlere ek olarak milyonlarca insanı evsizliğe sürüklüyor ve kaçmaya sevk ediyorsa, iki ülkede İslam hakkında nasıl bir tanıklık edilebilir?
 

 

İkinci konuya, yani Şeyh Abdullah bin Beyye'nin Afganistan'da uzlaşı ve barışı sağlamaya yönelik girişimine gelecek olursak; Şeyh bin Beyye, ülkenin yeni yöneticilerine dini akademiler, rahmet ve aşinalık adına hitap ediyor.

Yine onlara modern dünyada ve çağda ulaşılan ilerleme mantığı, şeriatın amaçları, hatta Hanefi ve Maliki mezheplerinin geleneksel fıkıh ekollerinin kuralları ile sesleniyor.

Bütün bunlar kendisinden yararlanmak için bilgelik gerektiriyor. Burada amacım Taliban'ın bu dindar, aydın ve samimi çağrıya kulak vermesinin olası olup olmadığını araştırmak değil, bunun yerine Barışı Teşvik Forumu'nun çağrısından başka bir açıdan yararlanmak istiyorum.


Mollaların egemenliği ile bize karşı yeni bir kötülük kapısı açıldı. Kötülüğün kaçınılmaz olduğunu iddia etmiyorum ama hepsi Taliban'ın askeri liderleri olan Mollaların geçici hükümetinin bakanlarının isimlerini duyduğumda şüphelerim daha da arttı.

Ulaşmak istediğim sonuç şu; kurum ve kuruluşların bağışıklığını güçlendirmek, aralarındaki ilişkileri güçlendirmek ya da benim deyimimle karşılıklı kucaklaşma için dini kurumlar ve siyasi otoriteler uyanık olmalı, ayrı ayrı değil de birlikte istişare etmeleri ve bir araya gelmeleri için seferber edilmelidir.

Taliban olgusu, dine ve onun huzuruna, devlete ve istikrarına yönelik potansiyel tehlikelere işaret ediyor. Dini kurumlar sızmalara karşı giderek daha savunmasız hale geliyor.

Siyasi otoriteler, bir asırdan fazla bir süredir din adına yönetimin cazibesine kapılmamış din adamları ve akademisyenlerle birlikte düşünerek ve din politikalarını gözden geçirerek bağışıklık faktörlerini artırmak zorundalar.


Bir kez daha tekrarlıyorum, üç şey yapılmalı; dinde huzuru sağlamak için birlikte çalışmak, milli devlet tecrübesini güçlendirmek ve yenilemek için çalışmak, din, düşünce ve siyasette çevre ve dünya ile normal ilişkiler için fikri ve siyasi mücadeleyi sürdürmek.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU