Lübnan: Vitrin hükümetler ülkesi

Bu makaleyi yazmaya başlamadan önce, Lübnanlılar çok sabırla ve çok az güvenle, arzulanan hükümetin kurulmasına yol açacak bir atılımın duyurulmasını bekliyorlardı

Fotoğraf: AA

Dürüst olmak gerekirse, hükümeti kurma çabalarının bugün mü, yarın mı, yoksa yarından sonraki gün mü sonuçlanacağını, başarı ya da başarısızlıkla mı taçlandırılacağını bilmediğimi söylemeliyim. 

Ama hükümet gün yüzü görse dahi, ülkeyi o yönetmeyecek, ayrıca öncekilerden daha iyi durumda olmayacağından da oldukça eminim.

Cumhurbaşkanı Mişel Avn döneminin başından beri, mesele, kotadan ve bakanlıkların paylaşılmasından, bir dini grubun ya da bloğun şu veya bu bakanlıkla temsil edilmesinden daha büyüktü.

Evet, mesele, Lübnan'ın kimliği, bölgesel ve uluslararası denklemler ve çatışmalardaki konumuna yönelik bir mücadeleydi ve hala da öyle. Bunun birkaç nedeni var ve en önemlileri şu şekilde özetlenebilir;

Birincisi, kimlik konusudur. Lübnan'ın 1920'de bugünkü sınırlarıyla kurulmasından bu yana, Müslüman bileşenlerin çoğunluğu tarafından desteklenen bir "Arapçılık" ile Hristiyan bileşenlerin çoğunluğunun arzuladığı bir "Lübnanlılık Kimliği" arasında Lübnan’ın kimliğinin belirlenmesi ihtiyacı hep var oldu. O aşamada, çatışma şu ya da bu şekilde ciddiydi, ancak ister Müslüman mezhepsel unsurlar isterse Hristiyan unsurlar arasında olsun, dışlama ve yok sayma noktasına varacak kadar şiddetli değildi.

Aksine Fransız mandası, Paris'in yeni Büyük Lübnan’ın sınırlarını belirlemede kilit bir rol oynamasından sonra, partili güçler ve mezhepçiliğin ötesine geçen seçkin ailelerin çıkarları tarafından kontrol edilen yeni "siyasi bir arada yaşama" oyunu yasalarını dayatabildi. Bu birlikte yaşama oyunu, 1943'te bağımsızlıktan sonra "anayasal blok" ile "ulusal blok" arasındaki rekabetin ışığında devam etti.

Fakat 1948'deki “Filistin Nekbesi” (Büyük Felaket), Soğuk Savaş ve 1952 ile 1967 arasında (Nakba ve Soğuk Savaş'tan etkilenen) Arap devrimci ve darbeci ivme, ardından 1967’de ortaya çıkan silahlı mücadele olgusu, Soğuk Savaş’ın sonu ve tek kutuplu Amerikan çağının başlangıcıyla varoluşsal zorluklara tanık olmaya başladı.

İkincisi, Lübnan ve Yakın Doğu'nun dini ve mezhepsel haritasıdır.

1979'da İran'daki Humeyni devrimi Arap dünyasında dalgalar yarattı ve bunların yansıması bu güne kadar devam ediyor. Şiddetle esmeyi sürdürüyor. Humeyni devriminin yansımaları en az 1948'de İsrail Devleti'nin kuruluşunun yansımaları kadar güçlüydü. Nekbe nasıl ki Arap kimliğini Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra girdiği kış uykusundan uyandırdıysa, Humeynicilik de önce İslam tarihinde, ikinci olarak da İran'ın bölgesel hırs tarihinde acı veren rahatsızlıkları kışkırttı.

Devrimi ihraç etme radikalizmi, bu iki faktörü aynı anda birleştirdi. İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi de İran'ın bölgesel hırslarını hiçbir zaman gizlemedi, hatta Irak, Lübnan, Bahreyn ve diğer ülkelerdeki bazı aktif din adamları aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştı.

Ancak Humeyni stratejisi esasında mezhep faktörünün sömürülmesi üzerine inşa edildi. Bu faktörü Batı'ya ve İsrail'e karşı "İslam", "devrim" ve "kurtuluş" sloganları altında bölgeye nüfuz etmeye uygun şablonlar şeklinde geliştirdi.

Devrimi ihraç etme kampanyası, “Irak-İran savaşı” sonucunda geçici olarak dondurulsa da, Irak'ın 1990'da Kuveyt'i işgali, Bağdat'ın Arap bölgesi için bir savunma hattı olarak konumunu zayıflattı.

Ardından Humeyni rejimi, silahlı örgütleri aracılığıyla Arap ülkelerindeki tüm ihlallerine rağmen Batılı ve Arap düzeyde rehabilite edildi. İsrail'in yanı sıra önde gelen Batılı ülkeler, ayrıca Irak'ın henüz emekleme döneminde yarım kalan nükleer projesine sabır göstermezken, İran'ın nükleer projesine uzun süre göz yumdular.

Öyle ki İran ile mevcut Viyana müzakereleriyle yeniden aktifleştirilmesi beklenen bir anlaşma dahi imzaladılar.

Lübnan, varoluş kavramının tesisinden bu yana, tarihçilerin ve analistlerin tanımlamada ihtilafa düştüğü bir çeşitlilik olgusu oldu.

Aslında, tüm doğu Akdeniz kıyısı boyunca uzanan coğrafi konumu, onu ticaret kervanları yolları, kabile göçleri ve askeri seferler için açık bir alan haline getirdi.

Bu nedenle, kıyıya bakan dağlar asgari düzeyde aşiretçi ve kabileci tutuculuğu sürdürüp, (dini ve mezhepsel) gruplar için sığınak oluştururken, kıyı bölgelerinde popülasyonların  demografisi sürekli değişiyordu. Bu da, Banyas, Trablus, Sayda ve Akka gibi kıyı kentlerinde (veya çevrelerinde) onları savunmak için kaleler ve surlar inşa edilmesini gerektiriyordu.

Kervan yollarının ve duraklarının geçtiği bu kıyıların çoğunda Sünni Müslüman çoğunluk yaşıyor. Dini, mezhepsel ve etnik azınlıkların çoğu ise dağlarda yoğunlaşıyor. Lübnan dağlarında büyük Sünni beldeleri olsa da, Sünnilerin büyük çoğunluğu kıyılarda ve civar bölgelerde yaşıyor.

1920'den önce, Lübnan'ın en büyük şehirleri olan Beyrut, Trablus ve Sayda dahil olmak üzere Sünni sahil şeridi, “Lübnan Mutasarrıflığı”nın dışında kalıyordu. Ancak Sünniler, bu şehirlerin 1920'de Büyük Lübnan’a ilhak edilmesinden sonra sayısal ve siyasal açıdan etkili bir oyuncu haline geldiler.

Ne var ki bu yeni oluşuma dahil olurken kimliklerinin Körfez'den okyanusa uzanan Arap boyutundan vazgeçmediler. Bu, Humeyni döneminden önce Şiiler için de büyük ölçüde geçerliydi.

Asıl amacı Sünnileri ve Dürzi müttefiklerini marjinalleştirmek olan bir Maruni-İran ittifakı sayesinde cumhurbaşkanlığına gelen Maruni Cumhurbaşkanı Avn, 1975-1990 savaşından sonra Lübnan'ı yeniden inşa eden Taif Anlaşması’nı başından beri reddediyordu.

Bu anlaşmanın, Hristiyanlar için ve onların çıkarları doğrultusunda kurulmuş bir oluşum içinde Maruni cemaatinden alınan yetki ve hakları Sünnilere verdiğini düşünüyor.

Bu nedenle, içeriğini boşaltarak ve “Yüksek Savunma Konseyi” tarafından temsil edilen sivil ve askeri danışmanları aracılığıyla ülkeyi yöneterek, anlaşmanın içeriğini fiilen yok etmeye çalışıyor.

Bilindiği üzere bu, esasen Hizbullah-Avn ittifakı tarafından dayatılan, Beyrut Limanı’ndaki patlamanın ardından istifaya zorlanan ve yetkileri işleri yürütmekle sınırlı olan bir hükümetin varlığında gerçekleştirilmeye çalışılıyor.

Nitekim  Avn, geçen yılın yazında meydana gelen patlamadan bu yana - Hizbullah'ın onayı ile- ilk olarak Mustafa Edib, ardından (2019 sonbaharında Avn-Hizbullah kuşatmasından bitkin düştükten sonra istifa eden) Saad Hariri, bugün de Necib Mikati’ye verdiği hükümeti kurma görevinin başarıya ulaşmasını engelliyor.

Özetle, Mikati hükümeti kurmada "başarılı" olsa bile, bu hükümet "fiili bir otorite"nin bir vitrininden ibaret olacaktır. Yakın zamanda Hizbullah Genel Sekreteri, devletten izin almadan veya uluslararası yaptırımlara aldırmadan İran'dan yakıt ithal edildiğini duyurarak bu otoritenin varlığını teyit etti.

Dolayısıyla paralel kurumları, kendi silahları, sınırları dışında faaliyet gösteren orduları, ideolojisi gibi dışarıdan ithal edilen bütçesi olan bir devletin gölgesi altında var olacak bir hükümetin hiçbir faydası olmayacaktır ve tabii ki, ülkeyi de o yönetmeyecektir.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU