İnsan türü nerden nereye doğru gidiyor?

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

1. İki büyük mücadelenin sonucu

İnsanoğlu geçmişten günümüze iki büyük mücadele içinde olagelmiştir: Bunlar, insanın insanla mücadelesi ve insanın doğayla mücadeledir.

Bu iki mücadelenin tarihsel süreçte üç önemli nedeni vardır: 

  1. Kıtlığın yol açtığı açlığı yenmek; 
  2. Salgınların yol açtığı kitlesel ölümleri önlemek ve 
  3. Savaşların yol açtığı kıyımların üstesinden gelmek… 

Çünkü, insanoğlu kıtlıktan, hastalıklardan ve savaşlardan çok çekti. Bugün geldiğimiz noktada bunları aşmış görünüyor olsak bile hala Kovid-19'da olduğu gibi salgınlar insanlığı zaman zaman tehdit etmeye devam ediyor.

Fakat bir gerçeği de dile getirmek gerekir; günümüzde artık açlıktan, hastalıktan ve savaşlardan dolayı ölenlerin sayısı geçmişte bu nedenlerle ölenlerin sayısından daha az. 

Sözgelimi eskiden açlıktan kitleler şeklinde ölümler olurken, şimdilerde yemekten (yani obeziteden) ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerin sayısından fazla olmaya başladı.

Yazar N. Harari, "Sapiens" adlı (2017,18) yapıtında; 2014 yılı itibari ile aşırı kilodan mustarip insan sayısının 2,1 milyar iken, yetersiz beslenen kişi sayısının 820 milyon kişide kaldığını, belirtir. 


1.1. İnsanoğlunun baş belaları, açlık ve hastalık artık eskisi gibi değil

Tabi dünyamızın birçok bölgesinde hala açlık ve yoksulluk var, ama bu daha ziyade siyasi sebeplerle yaşanan açlıktır.

Çağın getirdiği teknolojideki gelişmeleri ve tarımsal üretimi göz önüne alırsak; bu durumda doğal kıtlıktan ziyade siyasi kıtlığın olduğunu söyleyebiliriz. 

Salgın hastalıklar da öyle. İnsanlar eski çağlarda olduğu gibi artık vebadan, çiçekten, İspanyol gribinden ya da tifodan kitleler halinde kırılmıyorlar.

Bilinç düzeyi yeterli olmayan insanoğlu yıllar yılı, bu ölümlerden kızgın tanrıları, şeytanları sorumlu tuttu. Bunlara yol açan bakterilerle virüslerin varlığından hiç şüphelenmedi. 

Bugün artık bu tarz ölümlerin yol açtığı insan sayısı toplam ölümlerin yüzde1,5'nu geçmiyor. Gelişmiş ülkelerde bu rakam daha da (özellikle çocuk ölümlerinde 1,1'in altına) düşüyor. (Yage; 22)


İnsanoğlu bu mucizeye, antibiyotikler, tıpta ulaştığı yeni teknolojiler ve gelişmiş medikal altyapılar sayesinde ulaştı.

Artık SARS (2002-2003), kuş gribi (2005) domuz gribi (2009-2010) ve Ebola salgınları önlenemez olmaktan çıktı ve insanoğlunu eskisi kadar korkutmuyor. korona ile ilgili kimi büyük ölüm teoriler de doğrulanmadı.

İnsanın bağışıklık sistemini çökerttiği için diğer hastalıklara açık hale getirerek öldüren HIV'de artık eskisi kadar ürkütücü değil.


Günümüzde tıp çok gelişti. Bazı araştırma laboratuvarlarında damarlarımızda dolaşıp her türlü virüsü tespit ederek yok etmeye çalışan "nano robotlar" geliştirilmiş durumda.

Ne ki virüsleri teşhis edip yok eden teknolojinin kötü ellere geçtiği taktirde öldürücü bir silaha dönüşmesinden korkuluyor.

(Hatırlayalım; Kovid-19 salgını başladığında bunun yapay bir biyolojik silah olduğunu ileri süren birçok makale yayınlanmıştı; ancak ispatlanamadı. Buna rağmen, gelinen noktada dünyanın bu potansiyeli her zaman içinde taşıdığını unutmamakta fayda var.)


1. 2. Büyük kıyıcı: Savaş(lar) meselesi

Eskiden kol ve kılıçla yapılan savaşlar sonra ordularla cephe savaşlarına dönüştü. Üstünlük aynı zamanda sayı üstünlüğü ile de yakından ilgiliydi. İkinci dünya savaşı ile tank top uçaklar devreye girdi, kıyımlar devam etti.

Şimdilerde insansız hava araçları, güdümlü füzeler, savaşkan robotlar devri orduları küçülterek profesyonelleştirdi. 

Savaşlar maalesef sürüyor, ama ölüm oranları eskiye oranla düştü. Eskiden tarım imparatorlukları döneminde (din kullanılarak- ki hala anakronik biçimde kullananlar var) daha çok toprak için savaşılırdı.

Kapitalist dönemde ise daha çok hammadde ve pazar için (etnik kimlikler üzerinden) savaşlar yapılıyor. Toprağın değerli olduğu zamanlar gittikçe geride kalıyor, zamanla buna hammadde de eklenecek.

Günümüzde ise toprak ve hammaddeden ziyade bilgi önem kazanmaya başladı. Bilgiye hâkim olan sadece zenginliği değil gücü de elinde tutuyor. 


Çünkü bilgi temel iktisadi zenginlik kaynağı. O yüzden dünyanın gelişmiş bölgelerinde toprak ve hammadde savaşları yok artık.

Bu nevi savaşlar daha çok eski usul hammadde ekonomisiyle yaşayan Ortadoğu ve Orta Afrika gibi belli bölgelerle sınırlı.

Gelişmiş ülkelerde ise, gizli servisler ve onları destekleyen şirketler veya devletler tarafından bilgi ve teknoloji savaşları yürütülüyor.  


Eski nesiller barışı savaşın geçici yokluğu olarak değerlendirirken yeni kuşaklar savaşın mantıksızlığı üzerinde duruyorlar.

Eskiden keşfedilen bir silah, bir sebep yaratılarak günün sonunda mutlaka (Çehov'un söylediği üzere, ilk sahnede görülen tüfeğin son sahnede mutlaka patlaması gibi) patlamaya çalışılırdı.

Eğer patlamasa, o taktirde, bir savaş yaratılarak mutlaka patlatılırdı. Oysa Soğuk Savaş döneminde sahneye çıkan pek çok yeni silah (nükleer olanlar da dahil; belki de dehşet dengesinden ya da insanoğlunun akıllanmış olmasından dolayı) patlamadı.

Yani Çehov'un kanunu çiğnendi, iyi ki de çiğnendi. Fakat bu, çağımızın, yeni belalarına, asimetrik savaşlara, korku yaratarak, kitlelerin hayal gücünü ele geçirip isteklerini kabul ettirmeye çalışan terörizme açık olmadığımız anlamına gelmiyor.


2. Sonucun sonucu!

2.1. Tatmin olmayan hırs

Sonuç itibarıyla geldiğimiz noktada soru şu: İnsanoğlu kıtlığın, salgınların ve savaşların üstesinden geldiğine göre şimdi neyle uğraşacak?

Sanırım gezegeni bir bütün olarak kendi şerrinden korumak olacak 21'inci yüzyıl en büyük gündemi. Yansıra kapılmış olduğu üstünlük ve pençesine düştüğü hırs onu başka bir yere itiyor:

"Madem kıtlığı ve ondan gelen ölümü yendim, o zaman nasıl ölümsüz olabilirim?" sorusunun cevabının peşinden koşturtuyor şimdi. 

İnsanoğlu, kanaat etmek yerine her zaman daha fazlasını arzulamıştır. O yüzden madem açlık ve kıtlığın üstesinden geldik, artık yaşlanmanın hatta ölümün üstesinden de gelebiliriz diyor, doymak bilmez bir iştahla.

Demek istiyor ki, insanı küçük düşürücü sefaletten kurtardığıma göre onu fazlasıyla isteklerine kavuşturmayı ve mutlu etmeyi amaçlayabilirim.

Bu noktada en büyük amaç, sonsuzluk arayışı…


2.1. Açgözlülüğün götüreceği yer

Daha da beteri, "mademki insanları hayatta kalma mücadelelerinde yukarılara taşıdık, o zaman daha yukarıya gözümüzü dikebiliriz" demesidir. İşte sonsuzluk koşusu burada başlıyor.

Ne yazık ki, başarı hırsı, açgözlülüğü beraberinde getiriyor.  Stefan Zweig'ın "Amok Koşucusu" gibi. Elde ettiğiyle yetinmek yerine, kendisini tüketecek bir koşuya kendini kaptırmış gibi.

Yeni sonsuzluk arayışı hedefi, ölümsüzlük ve tanrısallık! Bu da giderek onu, potansiyel olarak, yarattığı teknolojinin kölesi haline getirme tehlikesini taşıyor. 

Diğer bir deyişle, kendine ve doğaya karşı başlattığı mücadele kendini ve doğayı tüketiyor. Bu gidiş, gidiş değil. O halde çözüm ne? 

Çözüm bir "U dönüşü" olabilir. Evet, bu noktada bir "U dönüşüne" ihtiyaç vardır. Yani insanın geri dönüp kendi türüyle ve doğayla barışması…

İnsana ve doğaya dönmek, kendisiyle ve doğayla yeniden barışmak için ise atması gereken adımlar var.

Kendisi ile savaş silahları, silahlar savaşları, savaşlar ölümleri getirmişti. Sadece son yüzyıldaki iki savaşta 70 milyon insan öldü bir o kadarı da sakat kaldı. 

Doğalıyla girdiği mücadele ise önce alet adavatı ortaya çıkardı. O da sanayiyi, sanayi de çevresel felakete yol açtı, doğayı giderek yaşanmaz hale getirdi. Böyle giderse gemi batacak herke de beraberinde… 

"U dönüşü", yani kendisi ile barış, demokrasi, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğünün erdemlerini gündemleştirdi, ama insanoğlu aklıyla bulduğu bu çözüme hırsları nedeni ile sadık kal(a)mıyor onu zaman zaman ihlal ediyor... Bu bir tehlike. 

Doğayla barış ise, çevre bilincini gündeme getirdi, çevre bilinci "dünyayı koruyamazsak diğer her şeyin önemsiz hale geleceği" bilincini ortaya koydu.

Böyle olduğu halde maalesef bazı ülke ve kurumlar bu ilkeyi çıkarları uğruna ihlal etmekten geri durmuyorlar. Bu noktada tavırları insanlığı ile topyekûn felakete doğru sürüklemektedirler. 

Tek çözü "U dönüşü" ile yaptığı barışa sadık kalmak ve gereklerini yerine getirmektir. Başka da çaresi yoktur, bu böyle biline... 

Fakat bu noktada da başka tehlikeli bir arayış başlıyor: ölümsüzlük arayışı… 


3. Ölümsüzlük mümkün mü?

3.1. Ölümle dans

İnsanoğlu soruyor: Madem doğduk neden ölüyoruz, maden öleceğiz o halde neden doğduk?

Bu sorulara hala tatminkâr bir cevap verilmiş değildir. Çünkü, ölüm yaşama dahil değil. Nasıl olduğunu bilmediğimiz bir sürece, yeni bir evreye geçiş anlamına geliyor.

Sırrını çözemediği gibi, insanoğlu tarih boyunca en çok ölüm karşısında çaresiz kalmıştır. Değiştirmeye, yenmeye çalışsa da henüz değiştiremediği tek gerçek de ölüm olgusudur.

Ölümün gölgesi insanın üstüne düşünce paniklemiş, yanına yakınına düşünce acıyla gark olmuştur.

Schopenhauer'in dediği gibi, mutluluk gibi insanın acıları da kucaklaması, onlarla birlikte kendini tüketmeden varlığını sürdürmesi gerekir oysa. 


Şimdi geldiğimiz noktada teknolojik gelişmeler ölümün üstesinden gelmek için çaba içine girmiş görünüyor. Bahse konu gelişmelerin nasıl olacağına bir göz atalım: Önce ölümsüzlük meselesine bakalım.

Geleneksel olarak insan eceli geldiği için ölür, değil mi? Oysa günümüzde tıp artık teknik bir aksaklığın buna neden olduğunu söylüyor.

Yeterince kan gitmediği için kalbimiz durur, ya da yoldaki bir hapşırmadan akciğerlerimize mikroplar yerleşir veya kanserli bir hücre bağışıklık sistemimizi çökertir ve ölürüz.

Peki, eğer teknik aksaklıktan dolayı ölüm meydana geliyorsa o zaman bu aksamalar ortadan kaldırılamaz mı?


Google, 2012'de Kurzweill isminde bir bilim adamı öncülüğünde "ölümü çözmeyi" hedefleyen bir şirket kurmuş bile.

Kimi uzmanlar 2200 yılında, kimileri 2100 yılında insanların ölümü yeneceğine inanıyor.

Google'ın yöneticileri Kurzweill ve Aurbrey de Grey ise çok değil 2050 yılında herkesin on yılda bir bedenini yenileyerek yaşamını uzatabileceğini; ölen dokularını yenileyip el, göz ve beyinlerini iyileştirecek klinikler kuracağını müjdeliyor.

Bu olabilir mi?

Bir düşünelim: 20'nci yüzyıl ortalarında ortalama yaşam 40-50 yıl idi; 21'inci yüzyıl başında bu rakamlar ikiye katlandı. Bir müddet sonra tıptaki gelişmeler sayesinde bu daha da yukarı çıkacaktır.

Yani yarım asır sonra doğacak insanlar ömürlerini 150 yıl ve üstüne taşıyabilirler. Tabi daha sonra belki bunun iki katına ve dahasına... 


3.2. Yüz yıl evlilik olur mu?

Kırklarında evlense bile, bir evlilik 100 yıl, 150 yıl sürebilir mi? Siyasiler 100 yıl işbaşında kaldıklarında çağı yakalayabilir mi?

Nerde, nasıl yaşarlar, neyle nasıl geçinip, neyle uğraşırlar bu durumda? Bunlar henüz büyük kalabalıklar için ulaşılabilir ve inanılabilir görünmese de gelecekte cevap bulması gereken soru(n)lardır.

Peki, bizi bütün bunlara götüren şey nedir?


İnsanın en temel duygusu korkudur. Bu korkunun en başında gelen ise ölüm korkusudur. Sanatsal yaratıcılığımız, politik bağlılıklarımız ya da dindarlığımızın büyük bir kısmı esasen ölüm korkusuyla beslenir ve ondan kaynaklanır.

İnsanoğlu ancak ve ancak ölümü yenerek bu korkudan kurtulabilir. Şimdilik yenecek gibi olmazsa bile, bu yolda yürümek hem cazip hem de kapitalistler için büyük ve karlı bir pazar alanı.

Üstelik de gittikçe artan ölçülerde cazip olmaya devam edecek bir pazar. 

İnsanoğlu gerçekten ölümden kurtulabileceğine inanırsa yaşama arzusu, ideolojilerin ve dinlerin  yükünden kurtularak karşısına çıkanı önüne katarak bir çığ gibi büyüyecektir.. 

O taktirde, bu güne kadar yaşadığımız çatışmalar ve sorunlar bizi bekleyen savaşların ancak birer habercisi olabilirler.

Sonsuza kadar genç kalma mücadelesinin (ya da savaşının) yanında küçük kalan savaşlar. 


4. Mutluluğa giden yol

4.1.Mutluluk diye bir şey var mı?

İnsanoğlunun ikinci büyük arayışı mutluluğa giden yolu bulmaktır. Öbür dünyaya karşı duyulan şüphe insanoğlunu sadece ölümsüzlüğü aramaya sevk etmemiş, mutluluğu aramaya da yönlendirmiştir.

Tarih boyunca yaşamın anlamı mutlu olmak şeklinde formüle edilmiştir. Peki, ama bu mutluluk nasıl yakalanabilir? Mutluluk bireysel mi, yoksa toplumsal mı? 

Antik Yunan düşünürü Epikür, mutluluğa bireysel olarak ulaşılabileceğini salık verirken, İngiliz düşünür Jeremy Bentham en yüce değerin "çoğunluk mutluluğu" olduğunu söyler.

Mutlu olmak için özgür olmak da gerekir. Bu durumda, herkes özgür olmayıncaya kadar kimse tek başına özgür değildir.

İster biri, ister diğeri olsun mutluluğa ulaşmak için siyasiler barışı sağlamalı, girişimciler refahı arttırmalı, bilimciler ise insanlık daha mutlu olsun diye doğayı daha derinden ve ona zarar vermeden araştırmalıdır.


4.2. Devletlerin mutluluk anlayışı!..

Ne ki devletler sağlığa, ekonomiye, eğitime yatırımı bireylerin mutluluğundan ziyade uluslarının gücü için yapıyorlar.

Birey sağlıklı olsun, çok çalışsın, çok vergi versin, savaşlarda ülkesini, onun son teknolojik silahlarını kullanmayı bilerek korusun diye yapıyorlar.

Bu bir yandan sürüp giderken öte yandan insanların devlet için değil, devletlerin insan için olduğu fikri 20'nci yüzyılın ortalarından itibaren hızla yayıldı.

Devletin devasa gücünü sınırlayıp vatandaşın mutluluğa giden yolun özgürlük sınırlarını genişletmek gerekiyordu. Bu da GSMH'yı, GSYİM'la (yani gayri safi yurt içi mutlulukla) değiştirmeyi gerektirir.

Oysa devletler ve siyasetçiler sözde insanların mutluluğuna vurgu yapsa da özde devletin daha güçlü olması için çalışırlar.  

Hayatın tek amacının mutlu olmak olduğunu ileri süren Epikür, mutlu olmak için ölçülü olmayı da önerir. Ölçülü yemeyi içmeyi, cinsel dürtülere gem vurmayı salık verir.

Bunun yerine daha uzun süre insanları mutlu edecek kalıcı dostlukları önerir. Çünkü mutluluğu yakalamak tek başına olacak bir şey olmadığı gibi, o kadar da kolay değil. 


4.3. Taş devrindeki insana göre daha mı mutluyuz?

Bunca gelişmeye rağmen, bugün bizim 30 bin yıl önce mağarada el izi bulunan mağara adamından daha mutlu olduğumuzu kim iddia edebilir?

Eğer durum buysa o zaman bu 30 bin yıldır insanoğlunun bu kadar koşturması ve gelişme sağlaması, hercü merci ne işe yaradı?

Harari'nin belirlemelerine göre, bugün Peru, Guatemala, Arnavutluk gibi gelişmemiş ülkelerde her yıl 100 bin kişiden biri intihar ediyor.  

İsviçre, Fransa, Japonya gibi gelişmiş ülkelerde ise bu rakam 100 binde 25'e yükselmektedir. (Harari, Spience, 2017,45).


Taş devri insanı yaşamını (her şey dâhil) sürdürebilmek için günde 4000 kaloriye ihtiyaç duyarken, günümüzde bir Amerikalı (kullandığı elektrikli aletler dâhil) günde 228 bin kalori tüketiyor.

Peki, bu Amerikalı o taş devri adamından daha mı mutlu? Hiç sanmıyorum. 

Şunu söyleyebiliriz, mutluluğun bir psikolojik bir de biyolojik ayağı var. Gelişmeler arttıkça psikolojik olarak bizi mutlu etmeyi hayal ettiğimiz şey de balon gibi şişiyor. İçi boş bir balon düşünün.

O yüzden her zaman refah ve teknoloji artışı mutluluk demek olmuyor.


4.5. Biyokimya ve hedeften ziyade yola odaklanmak

Biyolojik olarak mutluluğumuz sosyo politik,  sosyo ekonomik kanallardan ziyade "biyokimyamızla" belirleniyor: Haz ve acı.

Yaptığımız, düşündüğümüz ve söylediğimiz her şeyi haz ve acı belirliyor. Biyokimyasal sistemimiz üreme ve hayatta kalmaya kodlanmış.  

Dolayısıyla sağ kalma güdümüzü ve üremeye yardımcı olan davranışlarımızı haz veren duygularla ödüllendiririz. Ama bu da bir süre sonra söner.

O zaman yeniden arzu ederiz. Bu hiç bitmeden, böyle sürüp gider. O halde nereye kadar gidecek bu?              


Belki kilitlendiğimiz hedeflerden ziyade yolun kendisine konsantre olmalıyız. (Ör. Mars'a gitmek için yapılan yolculuk onun üzerinde bir an durmaktan daha keyifli olabilir.)  

Bir anlık hedeften ziyade uzunca yol daha iyi olabilir bizim için. Çünkü sürekli mutluluk diye bir şey yoktur. Bunun olması için belki de biyokimyamızı değiştirmek gerekecek.  

Bugün bir çeşit hile sayılan girişimlerle (ilaçlarla) bu yapılmaya çalışılıyor. Ya da Buda'nın dediği gibi bu geçici hazların verdiği mutluluklara aldanmayacak biçimde nefsi terbiye etmeye çalışacağız.

Ama kapitalizm çoktan bir haz pazarı kurmuş bile.  Görünen o ki insanoğlunun yeniden tasarlanarak bitmeyen hazların keyfini sürmesi, 21. Yüzyılın ikinci yarısının büyük projesi olacaktır. 


5. Hayvandan tanrıya

5.1. Neo liberalizmin dayattığı felaket

İnsanoğlunun üçüncü hedefi olan tanrısallığa ulaşma işine gelince… Bu mertebeye yükselmek üç şekilde olabilir! Biyo mühendislik, siborg mühendisliği ve organik olmayan varlıkların mühendisliği.

Doğal seçim, 4 milyar yıldır amiplere, sürüngenlere, oradan memelilere ve kesici aletler yapmanın ötesine geçmeyen Homoerectus'a, oradan da uzay gemisi ve bilgisayarlar yapan Homo Sapiens'e dönüşmesine yol açan değişimler olageliyor.

Hal böyleyken bizim türümüzün son tür olduğunu ve geldiğimiz durağın son durak olduğunu düşünmemiz için ortada hiçbir sebep yok.

Siborg mühendisliği, organik bedeni organik olmayan eller, kalpler, yapay zekâlarla değiştirmeye başladı bile. Siborg bir Doktor Stockholm'deki evini hiç terk etmeden Tokyo'daki ya da Şikago'daki acil bir ameliyata girebilecek. 


Yapay zeka yabancı gezegenlerde koloni kurmakta hiç zorlanmayacak. İnorganik mühendislik sayesinde zihnimiz yeniden yapılandırıldığında türümüz ortadan kalkacak, insan tarihi nihayet sona erecek ve bizim gibi insanların kavramadığı yepyeni bir süreç başlayacak.

21'inci yüzyılın üçüncü büyük projesi insanoğluna öyle bir yok etme ve yaratma gücü verecek ki sonunda insanoğlu başka bir türe dönüşecek.

Böylece insan türü "tanrı mertebesine" ulaşmada büyük yol kat etmiş olacak. 


5.2. İnsan(lık) bitiyor mu?

İnsanoğlu tanrıların sahip olduğu süper güçler peşinde. İnsanlar sağlık, mutluluk ve gücün peşinde koşarken mevcut özelliklerini bir bir değiştirecekler ta ki bir gün artık insan olmadıkları güne dek.    

Liberalizm bireye neden önem veriyordu. Birey bir insan olarak değerli bir varlık olduğu için mi? Hayır. Liberalizm bireye askeri ve ekonomik değerinden dolayı değer veriyordu.

Askeri olarak ona yeni pazar alanları oluştururken onları ordu olarak da kullanıyordu.   Ekonomik olarak da birey alış-veriş yapmak suretiyle arz ve talep yarattığı için değerliydi.

Alışveriş yaparken vergi verdiği için. Hatta daha fazla kazanıp daha fazla vergi verdiği gerekçesiyle zenginler daha makbul vatandaş sayılıyor.

Nitekim çok üretip çok tükettiği için de zenginlik kutsanmıştır bu düzende. Bütün bu sebeplerle insan liberalizm için değerlidir.


Şimdi hem askeri hem de ekonomik olarak insana duyulan ihtiyaç giderek azalıyor. İnsan gene değerli görülecek mi? Hiç sanmıyoruz.

İnsanlar ekonomik ve askeri değerlerini yitirdikçe ekonomik ve siyasi sistem insanlara bu kadar değer vermeyi bırakacak.

Çünkü artık cephe savaşları yok. Asker yerine makineler, insansız hava araçları, güdümlü füzeler kullanılmaya başlandı. Bunun için, ordular yerine silahları etkili kullanan bir miktar profesyonel yetecek.

Güç için savaşan ordulara ihtiyaç kalmayınca orduya alınacak insanlara da ihtiyaç kalmayacak.


5.3. İhtiyaç kalmayınca insan değersizleşecek mi?

İhtiyaç sistem için en değerli şey sayılır. Oysa biz insanın kendisinin kendi başına bir değer olduğunu söylerdik, Kant gibi.

İnsan değerli bir varlıktır. İnsan amaçtır, asla araç olarak kullanılmaz. Hâlbuki şimdi insanın değeri ona duyulan ihtiyaçla ölçülüyor, Kafka'nın yazdığı gibi.

Ordularda savaşacak insanlara ihtiyaç kalmayınca insana da ihtiyaç olmayacak. Kafka'nın "Değişim" romanındaki Samsa bunun çarpıcı örneği.

Bu nedenle önceleri değer verirken artık (doğal olarak) aynı değeri vermeyecek. 


Ekonomide de benzer gelişmeler yaşanıyor. Artık söz gelimi otomobiller, otomatlarca sürülecek. Şoförlere ihtiyaç olmayacak.

Önemli olan müşteriyi A yerinden B yerine güven içinde taşımaksa bu algoritmalarla güçlendirilmiş yapay zekâ tarafından kullanılan otomotlarca yapılacak.

Doktorun işini robot, avukatın dosyalarını bilgisayar okuyacak, savcılar için katilleri makineler arayıp bulacak. Böylece birçok meslek gereksiz hale gelecek, birçok insan işsiz kalacak.

Ekonomide eskisi gibi insana ihtiyaç kalmayınca sistem insana eski değeri vermekten vazgeçecek.


Belki tüketici olarak kitlelere duyulan ihtiyaç henüz bitmedi. O nedenle sistem kitlesel olarak insanlara kısmen değer vermeye devam ederken, birey önemsizleşecek.

Fukuyama Sovyetlerin dağılmasıyla liberalizmin ebedi zaferini ilan etmişti. Ama bırakın ebedi olmayı, bu zafer pek uzun sürmeyecek gibi.

Üstüne oturduğu ayakları çökünce kendisi de çökecek doğal olarak. Peki, yerine ne gelecek? İşte bu noktada Marx'tan beri büyük eksikliği yaşanan yeni bir büyük anlatıya, yeni bir modele, bir "kosmogenia"ya ihtiyaç var.                             

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU