Göçmen karşıtlığı ve gelir dağılımı eşitsizliği

Cevdet Acu Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Göçmen karşıtlığı (Taliban'ın Afganistan'daki kontrolünü arttırması sonrasında) son günlerde sosyal medyada Afganistan'dan geldiği öne sürülen sığınmacılara dair görüntü ve videolardaki artışla birlikte, Türkiye kamuoyunda en çok tartışılan konuların başında gelmektedir.

Elbette fiziki veya psikolojik şiddet içermeyen her fikrin ifade edilmesi ve tartışılması son derece doğaldır; en nihayetinde hakikat tartışarak bulunur. Ancak, göçmenlerin insan olmaktan çıkarılıp nefret simgesine dönüştürülmesi toplumun bir arada yaşama kültürüne zarar vermektedir. 

Toplumdaki bir grubun muhtelif nedenlerle "öteki"leştirilmesi veya kriminalize edilmesi sadece toplum içindeki kutuplaşmayı ve huzursuzluğu arttırır.

Bu kutuplaşmayla birlikte ortaya çıkacak sorunlardan dolayı hem göçmenlerin nefret suçu/söylemine uğrama olasılığı artmakta hem de çok hızlı gündem değiştiği için Türkiye'nin asıl gündemi olması gereken konular yeteri kadar tartışılmamaktadır.

Bu bağlamda kurulu düzenin ortaya çıkardığı muhtelif sosyo-ekonomik krizlerden dolayı içinde yaşadığımız korku çağında, ağızdan ağıza dolaşan nefret söylemlerine karşı sağduyu ile hareket edip toplumun "öteki"leştirenlerini savunmak hep birlikte barışçıl bir şekilde yaşayabilmemiz için değerlidir.


İlgili akademik çalışmalar incelendiğinde göçmen karşıtlığının nedenleri arasında sosyal, ekonomik ve kültürel faktörlerin etkili olduğu görülecektir.

Şüphesiz, her bir faktör ayrı bir yazının konusu olacak kadar değerli ve uzundur. Bu nedenler arasında en fazla öne çıkan argümanlardan bir tanesi, göçmenlerin ilgili ülke içinde yerel ve ulusal ekonomiyi negatif anlamda etkilediği ve işsizliğe neden olduğudur.

Bu argümanı savunanlardan bazıları klasik iktisadin amentülerinden birisi sayılan arz-talep teorisiyle durumu izah etmeye çalışır.

Bu klasik teoriye göre, ülkeye gelen göçmen sayısındaki büyük artıştan dolayı emek arzı önemli ölçüde artmakta ve bu durum hem işçi ücretlerinin düşmesine hem de işsizliğin artmasına neden olmaktadır.

Oysa üstte belirtilen arz-talep teorisi her zaman kusursuz bir şekilde işlememektedir. Bir önceki cümlede belirttiğim argümanı iki ayrı örnekle açıklamak isterim. 


İlgili literatürde göçmenlerin gittikleri ülkede ortaya çıkardığı ekonomik etkiyi ilk inceleyen araştırmalardan birisi 1990 yılında David Card tarafından yapılmıştır.

David Card, göçmen ekonomisi alanında çalışma yürüten her uzmanın atıfta bulunduğu değerli bilim insanlarından birisidir.

Card, 1980 yılında Küba'dan Amerika'nın Miami şehrine göç edenlerin işgücüne olan etkisini araştırır. Bu değerli çalışmanın sonucuna göre Kübalı göçmenler Miami'deki işgücünü yüzde 7 arttırmış olmasına rağmen işsizlik ve işgücü üzerinde negatif bir etkiye neden olmamıştır.

Bu çalışmanın çok eski olduğunu veya Türkiye'den binlerce kilometre uzaklıktaki bir coğrafyada gerçekleşen bir hadisenin Türkiye'deki durumla kıyaslanamayacağını düşünenler için daha güncel ikinci bir örnek vereceğim.

Kadir Has Üniversitesi'nden Doç. Dr. Hasan Tekgüç ve Massachusetts Üniversitesi'nden Doruk Cengiz tarafından 2021 yılında uluslararası saygın bir dergide yayınlanan "Suriyeli Göçmenlerin Türkiye'deki Yerel Ekonomilere Etkileri" adlı çalışmaya göre, Suriyelilerin Türkiye'de istihdam veya ücretler üzerinde negatif bir etkisi bulunmamaktadır.

Üstte belirtilen iki değerli çalışmayı göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yapmak gerekirse; insanların ekonomik kaygıyla ifade ettikleri argümanın mutlak doğru olmadığını ve arz-talep teorisinin her daim pratik hayatta işlemediğini söylemek mümkündür.

Peki, o zaman göçmen karşıtlığı sorununu nasıl açıklayabiliriz?

Öncelikle göçmen karşıtlığı sorunun sadece Türkiye'nin nevi şahsına münhasır olmadığını belirtmek isterim. Avrupa'nın birçok ülkesinde de (özellikle Almanya, İtalya, Polonya, Avusturya ve Macaristan) göçmen karşıtı söylemlerin veya göçmen karşıtı partilerin yükselişte olduğunu söyleyebiliriz.

Göçmen karşıtlığının veya göçmenlerin "öteki"leştirilmesinin muhtelif nedenleri bulunmakla birlikte, göçmenlere yönelik önyargıların temelinde iki unsurun çok etkili olduğunu düşünüyorum.

Birincisi empati yap(a)mama sorununun ortaya çıkardığı negatif önyargılar; ikincisi de tamamen popülist söylemlerle hareket edip toplumdaki kutuplaşmanın artmasından fayda sağlamaya çalışan siyaset anlayışıdır.

 
Bu bağlamda, Türkiye'de gerçeklikten çok algılarla hareket eden ve nerdeyse ülkede kötü giden her şeyin sorumluluğunu göçmenlere yükleyen her kişiyi empati yapmaya davet ediyorum.

Kendinize samimiyetle şunu sorun:

'Sırf ekonomik nedenlerden dolayı yaklaşık iki bin kilometre uzaklıktaki bir ülkeye hayatınızı tehlikeye atarak, 45 günlük bir yolculuk yapar mısınız?'

Sanırım kimse bu soruya kolayca evet demeyecektir. Bu bağlamda önyargılarla hareket edip göçmenleri kriminalize etmek yerine, insanlara samimiyetle yaklaşmayı ve sorunun sonuçlarından ziyade nedenlerini anlamaya çalışmakta fayda var.

Samimiyetle yapılacak bir empatinin insanlar arasındaki kutuplaşmayı azaltacağını düşünüyorum.


Muhtelif nedenlerden dolayı (özellikle savaş ve çatışma), üstünde doğru düzgün giyecek bir elbisesi bile olmadan binlerce kilometre yolculuk etmek zorunda bırakılan Afganistanlı göçmenleri toplumumuzda ortaya çıkan sorunların bir nedeni olarak görmek, popülist siyaset anlayışıyla toplumu kutuplaştıran siyasetçilerin bir "başarısıdır".

Oysa, bir insan olarak derdimiz, bizi kutuplaştıran siyaset anlayışını sorgusuz sualsiz kabul ederek, toplumda zaten savunmasız durumda bırakılan göçmenleri nefret suçunun simgesi haline getirmek değil; toplumun içindeki zenginliğin veya gelirin neden bu kadar adaletsiz bir şekilde dağıtıldığıyla ilgili olmalıdır.

Bunun muhatabı zorla yerinden ve yurdundan edilmek zorunda bırakılan göçmenler değil; gelir dağılımı eşitsizliğinin büyümesine neden olan politika yapıcılarıdır.


Evet, Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 15 Haziran 2021 yılında yayınladığı ve bugün herkesin üzerinde tartışması gereken "Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması"ndan bahsediyorum.

TÜİK'in daha bir ay önce açıkladığı araştırma sonuçlarına göre; "en yüksek eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert gelirine sahip yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 1,2 puan artarak yüzde 47,5'e yükselirken, en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay 0,3 puan azalarak yüzde 5,9'a düştü."

Bir başka ifadeyle; halklar birbiriyle çatışma ve birbirini "öteki"leştirme halindeyken, bulundukları her toplumda her zaman kazançlı çıkan bir grup küçük zümre servetine servet katarak hayatına devam etmekte; ekonomik anlamda daha alt sınıfta yer alan büyük bir çoğunluk ise oluşturulan gelirden daha az bir pay alarak yaşamaya devam etmektedir; bunun adına yaşamak denirse tabi.

Böyle bir düzende insanlığa, hayvana, ekolojiye, kadına, çocuğa, eğitime, sağlığa, mültecilere, göçmenlere ve adaletli gelir dağılımına dair faydalı bir politika oluşturulmasının zor olduğunu düşünmeme rağmen, altını çizerek ifade etmekte fayda var; kişinin etnik aidiyetine, yasal statüsüne, cinsel yönelimine, cinsiyetine bakmaksızın; insan olarak her bireyin aynı derecede temel yaşam hakkına sahip olmasını savunmalıyız.

Derdimiz; hayatını tehlikeye atmak zorunda bırakıp 45 günlük yolculukla Türkiye'ye gelen Afgan göçmenlerini veya çoğunlukla yaşamın kıyısında hayatını sürdüren diğer mülteci gruplarını nefret simgesine dönüştürmek değil, 'hep birlikte insanca nasıl bir arada yaşayabiliriz' olmalıdır. 

Son olarak; kimsenin "öteki"leştirilmeden hep birlikte barış içinde bir arada yaşadığı bir bayram dilerim.

Sağlıcakla kalın. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU