Lübnan'ın sonu artık sadece halkını endişelendiriyor

Yakın Doğu’daki oluşumların, başkentleri medeniyet tarihinin en büyük fenerleri iken işgal altında “başarısız devlet” kalıntılarına dönüşmesi tehlikesini kontrol altına almak büyüklerin öncelikleri arasında yer almıyor

Saad Hariri’nin Lübnan’da “sahnenin adamı” olup olmayacağı, Lübnan’ın çöküşünün Arap çöküşleri dizisinde bir “kırılma işareti” oluşturup oluşturmayacağı, İngiltere’de G7 Zirvesi’nde bir araya gelenler dahil önemli uluslararası referansların hesaplarını çok etkileyen hususlar gibi görünmüyorlar.

Yedi büyüklerin kendi ölçülerinde kaygıları var.

Büyük ve pek çok kaygılar ve bunlar arasında; Kovid-19 pandemisi ve üçüncü dünya ile Hindistan’daki hızlı mutant varyantları ve – devam etmesi ya da kötüleşmesi halinde- dünya ekonomisine etkileri, tüm teknolojik, ekonomik, jeostratejik ve demografik boyutlarıyla Çin sorunu da yer alıyor. Aynı zamanda, siber saldırılarla ve ırkçılığı destekleyerek Batı demokrasilerinin kaderini karıştıran, Afrika'nın çeşitli bölgelerinde Çin etkisine paralel olarak yayılan Putin'in Rusya'sı da kaygı nedenlerinden biri.

Büyükler bizden daha büyük ve çok daha akıllı ve sert. Bu nedenle, şurada bir terörist, orada bir “yasadışı göçmen” olarak şehirlerinin sokaklarında veya sınır kapılarında çarpık bir görüntü oluşturmadıkça bizim acılarımızı ve varoluşsal kaygılarımızı hiçbir şekilde umursamıyorlar.

Yakın Doğu’daki oluşumların, başkentleri medeniyet tarihinin en büyük fenerleri iken işgal altında “başarısız devlet” kalıntılarına dönüşmesi tehlikesini kontrol altına almak büyüklerin öncelikleri arasında yer almıyor. Daha da kötüsü, büyüklerin özellikle de zararın çoğu bizimle sınırlı kalacak ve onlara yalnızca uzak kıvılcımları ulaşacaksa, hüsranımızı, fanatizmimizi, geri kalmışlığımızı ve siyasetin en temel ilkeleri konusunda dahi bilgisizliğimizi kayda değer bir tehlike olarak algılamamaları.

Çok iyi hatırladığımız gibi, eski ABD Başkanı Barack Obama yönetiminin İranlı Mollaları Washington'un bölgedeki güvenlik ortağı olarak rehabilite etme üzerine oynadığı bahis, Kasım Süleymani ve onun Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen'deki yerel Arapça konuşan milislerinin önünü açmıştı. İşte, Obama’nın eski başkan yardımcısı Başkan Joe Biden, Viyana müzakereleri yoluyla eski başkan Donald Trump döneminde kesintiye uğrayan aynı "rehabilitasyon" stratejisine geri dönüyor.

İran'ın Arap dünyasına yayılmasını geçici olarak askıya alan Trump'a gelince, Ortadoğu politikasının olumsuz yönleri iki hususta cisim buldu:

Birincisi, bu yayılmayla yüzleşmesi parçalı ve doğaçlamaydı, bu nedenle fiili sonuçları sahaya yansımadı ve onu ortadan kaldırmadı. Böylece Irak'ta Haşdi Şabi hakim güç olmaya, Hizbullah ve Husiler Lübnan ve Yemen’in kaderini ellerinde tutmaya, Suriye'de Esed rejimi Rus-İran koruması altında ayakta kalmaya devam etti.

İkincisi, Trump'ın İsrail dosyasına ilişkin politikası, İran'ın yayılma lokomotifinin itici gücü, Arap ve İslam dünyalarında onu destekleyen hazır yanıltıcı bahane olan sözde "direniş davasına" mükemmel bir şekilde hizmet etti. Trump'ın Binyamin Netanyahu'nun -İsrail’de dahi üzerinde uzlaşı olmayan- aşırılıkçı politikalarını benimsemesi İran'a sahte bir "direniş” inanılırlığı armağan etti. Hayal kırıklığı içindeki Arap insanını, iki silahlı, yayılmacı, teolojik ve faşist işgal arasında daha az kötü olarak gördüğünün kucağına sığınmaya zorladı.

Bunlar ABD için geçerli.

Avrupalı ​​güçlere gelince, 7 büyük arasında, bildiğimiz gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'nın sonundaki yenilgisi ve Maşrık (Levant) bölgesinden çekilmesinin akabinde 1920'de Yakın Doğu'da manda yönetimler kuran iki ülke bulunuyor.

Bu iki ülke, yani İngiltere ve Fransa, Sykes-Picot Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu ile bölgedeki oluşumların bölgesel haritasını çizdiler. Her birinin kendi tarihinde siyasi, diplomatik, askeri, kilise, ticari ve petrol raporlarından derledikleri büyük bir tecrübe var.

Ancak, 1956'daki Süveyş Savaşı ve ABD ile Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş şemsiyesi altında uluslararası kutuplaşma durumunu devralmalarından sonra iki ülkenin bölgemize olan ilgisi görece azaldı. Bununla birlikte, İngiliz pragmatizmi Londra'nın Ortadoğu meselelerinde Washington'un danışmanı ve müsteşarı rolü oynamakla yetinmesini sağlasa da, Paris özellikle Levant Hristiyanları ile arasındaki özel romantik ilişkisini sürdürdü. Bu nedenle, cumhurbaşkanı Charles de Gaulle döneminden bu yana, pek çok kez Fransızların Ortadoğulu oyuncularla anlaşma girişimlerine tanık olduk. Bu girişimlerin en sonuncusu, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un son Lübnan krizini çözmek için başlattığı girişimdi.

Buradaki sorun, Cumhurbaşkanı Macron'un İran ile nükleer anlaşma, yani Obama'nın imzaladığı ve Trump'ın iptal ettiği anlaşma konusunda oldukça hevesli olması. Ayrıca Fransa, İran liderliğiyle anlaşmaya varmak, İran'da ticaret ve petrol yatırımları yapmak isteyen Avrupa ülkelerinin başında geliyor. Paris'in Tahran'a yönelik "olumlu" pozisyonu, birden fazla kez, Fransızların Suriye'deki Esed rejimi ve Lübnan'daki Hizbullah’a yönelik "ılımlı" pozisyonları şeklinde yansıma buldu.             

Gerçekten de Macron, Saad Hariri hükümetinin istifasına yol açan Ekim 2019 Devrimi ve Ağustos 2020’deki Beyrut Limanı patlamasından sonra çözüm inisiyatifi ile 2020 yazında Beyrut’a geldiğinde, genel seçimler ve hükümetin kuruluşu konularında Hizbullah’ı memnun etmeye çalışmaya verdiği önem ile inisiyatifini olgunlaşmadan kendi eliyle öldürmüş oldu. Fransa Cumhurbaşkanı, Lübnanlıların bildiği gerçeği, yani kendi cumhurbaşkanı adayını, ardından da uygun gördüğü seçim yasasını dayatan Hizbullah’ın ülkedeki tüm siyaset ve güvenlik kartlarını elinde tuttuğu gerçeğini görmezden geldi. Bir para ve banka adamı olan Macron ayrıca, işgal gerçekliği altındaki mali durumu, paralel ekonomi, sınır kapılarından yapılan yasadışı kaçakçılık, bütçeler, vergiler, hizmetler, Lübnan devletinin yetkisi hatta toprakları dışındaki finansal faaliyetlerin varlığını da görmezden geldi.

Macron, Lübnan’ın durumunu ve etkilendiği bölgesel ortamı çok iyi bilmesine rağmen, arada başarısız bir teknokrat hükümet kurma girişiminin yaşandığı Lübnan'a yaptığı iki ardışık ziyarette doğrudan yaklaşımlardan kaçınmaya çalıştı. Daha sonra yerine getiremeyeceği veya getirmek istemediği açığa çıkan sözler verdi.

Öte yandan Saad Hariri de, ülkeyi yönetmekten alıkonulacağını önceden anlaması gereken bir hükümetin başına geçmek için aday gösterilmeyi veya kendisini aday olarak sunmayı kabul ederek hata yaptı. Bilinmesi için söylüyorum, kendisine bu bağlamda verilen tavsiyeler vardı. Bu pozisyonu kabul ederse, üzerinde hiçbir yetkisi olmayan bir proje için bir kılıftan ibaret kalacağı konusunda uyarılmıştı. Öte yandan anayasa ve Taif Anlaşması’na karşı darbe ile Sünnileri marjinalleştirme komplosunun -maalesef- Beyrut'tan Tahran, Şam ve Bağdat'a bölgesel bir derinliği bulunuyor.

Bugün her şey artık açık ve net. Genel çöküşün ve fiili otoritenin ülkeyi felç etme ve sorumluları görmezden gelme konusundaki ısrarının ortasında, ciddiyet çemberine Hariri'nin hükümeti kurma görevinden geri çekilmesi de dahil oldu.

Neticede itaat edilmeyenin bir fikri de olamaz.

Acı gerçeği ortaya çıkarmak, uluslararası onaya sahip bir işgali kamufle eden kukla bir hükümetin liderliğini kabul etmekten bin kat daha iyidir.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

DAHA FAZLA HABER OKU