Dosya/Soruşturma: Türkiye'de sağlıklı bir eleştiri ortamı ve sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mı? (8)

Mustafa Orman, 'soruşturmanın' bu bölümünde Esmahan Devran İnci, Gökhan Bakar, Tunç Kurt ve Ümit Güçlü ile konuştu

Fotoğraf: Twitter

Juan Gabriel Vasquez, Çarpıtma Sanatı kitabında, "Kurgu okumak bir uyuşturucudur; kurgu okuru bir bağımlıdır. Bütün bağımlılıklarda olduğu gibi, onu açıklamaya yönelik her türlü teşebbüs mutlaka sınırlı kalacak, çünkü er ya da geç akıldışılık duvarına toslayacaktır" der.

Gündelik sürdürülebilir koşullarla yaşamdaki durumlar ve olaylar içerisinde okur konumlanır. Okur, sınırları dışında kendine ait sağladığı bu dünyada, kimi zaman keyifli, kimi zaman üzüntülü, kimi zaman da belirsiz süreçlerin ortasında kendini bulabilir.

"Niçin okuduğu?" sorusunun cevabı bilinmez. Okuma isteğinin, okuma alışkanlığının biricikliği her bir okurun nazarında, farklı bir cevapla karşılanır.

Yalnızlık duygusuyla gerçekleşen bu eylem, aynı zamanda yanılma payını da barındırır. Çünkü artık internet çağındayız. Kitap okumak, kitapların sayfalarında yeni kitaplar keşfetmekle, yeni yazarlar bulmakla ilerlemiyor.

Okur, sosyal medya üzerinden bir kitlenin etkisinde kalarak da bir yazarın eserini müjdelemesiyle de etki altında kalabilir.

Burada, şuna da değinmeden geçmeyeceğim: Okuma eylemi yalnız yapılsa dahi, gerçekten bir okurun kitabı tamamıyla okuyup okumadığından, beğenisini kitabın içeriğine göre mi, sosyal medyadaki kitleye bakarak mı belirlediğinden hiçbir zaman emin olamayacağız gibi görünüyor.

Yine iktidar biçimi burada da kendini gösteriyor. Hangi kitle iktidar aksanlı bir durumla hareket ediyorsa, okur da onların peşinden gitmektedir. 


Günümüzde milyonları aşan kitaplar basılıyor. Her sene yeni yeni yazarlar keşfediyoruz; ister çeviri olsun ister yerli olsun.

Kişisel "okuma tarihi" geniş olanlar, bazı eserleri hem özgünlük hem de konu bakımından birbirinden ayırabiliyor.

Geçmişte yazılan eserlerle karşılaştırıp kitabın üzerine yeni bir şey inşa edilmediğini, benzer üslup ve konular etrafında döndüğünü görebilir.

Ayrıca intihal konusunda da uyanık davranabilir, "okuma tarihini" geniş tutanlar. Ne yazık ki, bu kesim sayıca azdır. Konuştuğunda sesi duyulmuyor ya da sesi bastırılmaya çalışılıyor.

Öte yandan günümüzde, piyasalar, koşullar okurun, okuma pratiğini, zamanını elinden almaktadır. "Gösteri toplumu" diye adlandırılan bu koşulları tersine çevirmek, iyiye yönelik dönüşümlerde bulunması zor olmasa gerek.

Okurlar artık pratikte, yayınlanan eserlere dair söz hakkına sahip bir konumdadır. Ama bu konumunu nasıl kullandığını da tam anlamıyla bilemiyoruz.

Okur, yazarın ideolojisini, sosyal medya üzerindeki tavırlarını da gözeterek kitabı edinip edinmeyeceğine karar veriyor.

Toplumsallıktan tarikat düzenine bürünmüş, kümelenmiş kitleler ışında her şey üretiliyor ve tüketiliyor. Eleştiri kurumu, devreye girse -ki girmiyor genelde- okurun da zihninde bir şeyler yeşerebilir. 

Selahattin Özpalabıyıklar'ın İtalik Benim, yazı, yanıt, söyleşi, anılardan oluşan kitabında Semih Gümüş'ün "Senin editörlüğünden söz edenler hep kılı kırk yaran tutumunu anlatıyor. Genç bir editöre bunun anlamını anlatır mısın…" sorusuna, şu şekilde yanıt verir:

Şu: Bir kitabı yayıma hazırlamak ciddi bir iştir. 'Yarım hekim candan eder, yarım imam dinden eder' derler ya, neredeyse öyle: Yarım editör okuma zevkinden öder. (Örneğin, bir yarım editör deminki cümlede kitap okuma zevkinden edilenin illaki 'seni', 'sizi', 'insani' vb. bir zamir ya da isimle belirtilmesi gerektiğinde ısrar edecektir.) Genç editörler düşünmeye buradan başlayabilir. Başlasınlar da.

Kitap son dönemde yayımlandı, dileyenler edinebilirler. Editörlük, çeviri ve edebiyat deneyimiyle dolu bir kitap.  

Bu bölümde, Esmahan Devran İnci, Gökhan Bakar, Tunç Kurt ve Ümit Güçlü soruları yanıtladı. 

Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur. Dostoyevski'nin İnsancıklar romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.

Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır.

Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir. Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur. Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan Sivastopol romanında, Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in Babalar ve Oğullar romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin İnsancıklar romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.

Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda.

Size soracağım soru şu olacak:

Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce? Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı?

Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?  

Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.  


Esmahan Devran İnci: Biz sadece edebiyatta değil, tüm alanlarda eleştiri kabul etmeyen bir toplumuz
 

esmahandevraninci.JPG
Esmahan Devran İnci


1) Bu konuyu coğrafi ve dönemsel şartlara göre değerlendirmek gerekir. O zamanlar, Dostoyevski ve çağdaşları, ilk eserlerinde dahi edebiyat ortamını yönlendirebilen Belinski gibi önemli eleştirmenlerle metinlerini buluşturabiliyordu.

Bunu, o dönemin Çarlık Rusya'sının sanata bakış açısına bağlayabileceğimiz gibi, yazar ve eser sayısının azlığıyla da açıklayabiliriz.

Günümüzdeyse sağlıklı bir eleştiri ortamından bahsetmek güç. Öncelikle çok fazla kitap yayımlanıyor. Bu kadar çok eserin, zaten az sayıda ve niteliği tartışılır eleştiriyle buluşması fiziksel olarak imkânsız.

Aynı zamanda internet çağında yaşadığımız için, dijital platformlardaki programlar ya da sosyal medya üzerinden yapılan okur yorumları, maalesef bu eksikliğin yerini doldurmuş durumda.

Burada da, yazarın daha çok kendi çabasıyla eserini görünür kılması yahut edebiyat ortamına hâkim gruplardan birine yakınlığı oranında geri dönüş alabilmesi problemi var.

Bu dijitalleşme ve hız çağında kitapların da tüketim metasına dönüşmesi zaten başlı başına bir konu. Gülten Akın, "Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya" diyordu dizelerinde.  

Gerçekten öyle. Elimizde esere değer veren okuru beklemekten başka çare yokken, okurun elindeki kitabı incelikle okuyup not alarak yapıcı bir eleştiriye dönüştürecek vakti de, hevesi ve sebebi de yok.

Çağımızdan kaynaklanan bu sorunları bir kenara koyarsak, geçmişten günümüze, "Metni odağına alıp yazarını bir kenarda bırakabilen, nitelikli ve sürekli bir eleştiri kültürü neden gelişmedi?" diye düşünebiliriz.

Burada da coğrafi şartlarımız, tarihi ve kültürel dinamiklerimiz devreye giriyor. Biz sadece edebiyatta değil, tüm alanlarda eleştiri kabul etmeyen, tartışarak sonuca ulaşma kültürünü yerleştirememiş, ben yaptım olducu bir toplumuz.

Böyle bir ortamda, altyapı gerektiren, hazırlık süreci uzun ve zor bir uğraşıya heves edip elini taşın altına koymak isteyen kişi sayısının azlığından daha doğal ne olabilir ki.  


Sorunuzun ikinci bölümüne gelince, günümüzde bir edebiyat kanonunun varlığından bahsetmek güç. Evet, dönemsel bazı akımlar olmuştur; şiirde Garip ve İkinci Yeni Akımı, öyküde ellilerdeki yaklaşımlar ve sonrasında tüm edebiyat dallarını etkileyen Toplumcu Gerçekçilik gibi.

Fakat seksenlerin sonlarından itibaren, artan bireysellik ve çok seslilikle beraber akımların sona erdiğini düşünüyorum. Gruplaşma ise daima mevcut.  

Ben kendi adıma, ilk kitabım Suyun Şarkısı'nı hiçbir akıma ya da gruba yaslanmadan yazdım. Yayımlanmaya kadar geçen süreçte eşim ve editörüm dışında yazdıklarımı okutup fikir alacağım kimse yoktu. Yalnızca iç sesimle ve okuduklarımdan süzdüklerimle baş başaydım diyebilirim.

Benim için muhtemelen bundan sonrası da böyle işleyecek. Yazdıklarıma bir dış göz gibi bakmakta ustalaşmanın tek yoluysa daha çok okumak.

Kitabım çıktıktan sonraysa, gelecekteki eserlerim için ışık tutacak sadece bir eleştiri yazısı yayımlandı. Pek çok yazar arkadaşım gibi daha çok okur yorumlarından faydalanmaya çalışıyorum.  

Orada da okurdan bir eleştirmen gibi yaklaşmasını bekleyemediğimiz için sosyal medyada paylaşılan birkaç cümleden ne alabilirsek artık...  

Hepimiz, Oğuz Atay gibi, "Ben buradayım ey okuyucum, sen neredesin acaba?" diyerek o kıymetli okuru bekliyoruz sanırım.

 

Gökhan Bakar: Türkiye'de kanonik mevkide olanlar eleştirmenler değil daha çok yazarlar ve şairlerdir
 

gökhanbakar.jpg
Gökhan Bakar


1) Sorunuzun 19'uncu yüzyıl ortasındaki Rus edebiyatına yaptığı vurguyu, ironi olarak alıyorum. Rusya'nın da modernizm öncesi klasik edebiyatı özellikle şiirde Türkiye'deki gibi değil.

Fakat bizde cumhuriyet (resepsiyon süreci), önceki hukuk yapısını ve yaşam tarzını, edebiyatını ve kültürünü yok sayıp tüm bunların dışarıdan iktibasını öngören bir tasarruftur.

Cumhuriyet dönemi edebiyatının da bu yok sayma ve tıpkı hukukumuzdaki ve diğer sosyal alanlardaki gibi resepsiyon ideolojisi üzerine yaslanan kanon(lar) temelinde kurulduğu bilinir.

Bu tasfiye süreci eleştiri temelinde yükselen bir kanonu değil, resmî ideoloji temelinde yazarlar üzerinden kurulan kanon(ları) işaret eder.

Kanonun, kanunla akrabalığı bakımından şöyle örnekleyeyim; Cumhuriyet dönemi önce kanun koyucularını (kanon koyucularını) ve kanunlarını (kanonlarını) belirlemiştir; eleştiri ise çevirerek almanın amaca uygun uygulanması için sisteme geciktirilerek eklenmiş bir aygıttır.

Cumhuriyet sonrasından alırsak Nurullah Ataç ismi kendi döneminde eleştiri alanında kanonik görüntü veren bir isimdir belki fakat bu isim(ler) üzerinden edebiyat kanonumuzun varlık nedeni olan bir eleştiri geçmişinden bahsetmek söz konusu değildir; genel olarak tabi oldukları tasfiye ideolojisinin geçmişi tenkidi üzerine kurulan bir eleştirinin varlığından söz edebiliriz.  

Sonraki dönüşümde, "gecikmiş modernliğimizin" etkileri ve edebiyat birikiminin dahi aktarımındaki dağınıklık gözetilirse eleştiri açısından evleviyetle bahsettiğiniz türde bir edebiyat gelişiminden söz etmek mümkün değil.

Özetle Türkiye'de kanonik mevkide olanlar eleştirmenler değil daha çok yazarlar ve şairlerdir. Şimdi bile eserlerini çeviri eleştirinin önüne geçirebileceğimiz özgün ve yerleşik bir eleştiri dünyamızın olduğundan bahsetmek güç; Ece Ayhan'ın "çeviri cumhuriyet" deyiminden hareketle, çeviri cumhuriyetin güdümünde kalmıştır eleştiri.

Roman, öykü, şiir gibi diğer edebiyat alanlarındaki dönüşümü yakalayamamıştır. Eleştiri alanındaki akademik eserler konusu yaptıkları yazarların kanonik gücüne yaslanıyor ve bu isimlerin eserlerindeki modernist unsurların batıyla mukayesesi gibi başlıklar üzerinden ilerliyor.

Yeni yazarı keşfetme gibi bir meselesi hele hiç yok bu günkü eleştirinin, kanon olanın ya da kendini var edenin meşruluğunu temellendirme ya da sarsma üzerine bir kariyer inşası olarak görüyorum ben eleştiri alanını; isim isim düşünüldüğünde istisnalar var fakat özellikle akademideki genel görüntü bu yönde.

Eleştiri, Türkiye edebiyat ortamı bakımından gecikmiş ve dağınık, Rusya edebiyat ortamı bakımından geçmişiyle güdülenmiş bir görüntü veriyor sanırım günümüz için.

Bu minvalde içtenlikle eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir ortamımız yok diyebilirim. Sorunuzu günümüze çekerek edebiyat ortamında genç yazar bakımından eleştiri yokluğunun talihsiz görüntülerini ise şöyle somutlaştırabilirim:

Sosyal medya çağındayız. Yığınla eser üretiliyor. Yeni yazarlar acıklı görüntüler veriyor, yetenekliler görünür değil ya da görünür olmayı tiksindirici buluyor.

Belirli bir mesafeden bakan herkesin gözlemlediğini örnekleyeyim: kimi var olabilmek için profil resmine kitabının kapağını koyuyor.

Kimi sıkı öykü okuru olduğunu ve yaratısının rastlantı eseri olmadığını ispat edebilmek için okumaya başladığı veya geçmişte okuduğu kitapları sosyal medya hesabında paylaşıyor, "bu çok güzel öykü, bunu okudum, bunu da sepetime ekledim" diye.

Genellemek istemiyorum, bir kısım davranışlar patolojik değil de kanon dışı olmanın keyfiyeti olabilir, böyle de açıklanabilir ama kendi kitabına çekiliş yapıyor raf ömrünü uzatmak için yazarlar, yani büyük bir çaresizlik.

Eseri hakkında, "müthiş, beğendim, aldım, okudum, sipariş ettim" gibi geri bildirimlere ve isminin etiketlendiği hikâyelere muhtaçlar. Bunu hor gördüğüm için söylemiyorum, sömürgenin içinden konuşuyorum.

Yalnızlığın yazarı da güdükleştirmesi iç acıtıcı geliyor. Minnet eylemeyenler 50-100 retweet, bir değini, bir söyleşiye fit. En genel şekilde çeşitli unsurların bir araya gelmesiyle oluşan bir edebiyat kanonundan bahsedilebilecek ise bile, görünür olma ve kanona dahil olma anksiyetesinin yazarın edebiyatla ve okurla arasındaki bağı örselediği ve sarsık bir persona inşasına yol açtığını düşünüyorum.                                                                      

Bahsettiğiniz edebiyat döneminden benim de edebiyatla kurduğum ilk ve en temel psikolojik bağlardan olan Dostoyevski örneği üzerinden gidelim (Tırnak içindeki ifadeleri Kayhan Yükseler'in Bir Yazarın Günlüğü çevirisinden aynen alıntılıyorum):

"Sizde de Gogoller mantar gibi bitiyor" lafını akşamına yutup, "Getirin, çabuk bana o genci getirin!" diye heyecanlanan coşkulu bir Belinski vardı, evet ama, öykülerini bitirir bitirmez sabaha karşı kapısını çalan, uykusunu bölmeyi göze alan, "Uyku da neymiş, gidip uyandıralım, bu onun için uyumaktan çok değerlidir!" diye düşünen Nekrasov ve Grigoroviç gibi arkadaşları da vardı Dostoyevski için.

Şimdiki zamanda bir arkadaşınızın değil o saatte öykü için kapısını çalmak, heyecanlanıp telefonla arasanız, sizi polise şikâyet etmesi ya da en iyi ihtimalle müptezel olduğunuzu düşünmesi işten değil; bu çağda ve coğrafyada o saatte kapıyı bir tek devlet çalabilir; devletimiz kadar coşkulu değiliz birbirimize karşı.

Kendini var etmek ise, artık hastalık düzeyinde. Biri hakkında yaptığınız olumlu bir değerlendirme bile, şakağınıza dayadıkları bir silaha dönüşebiliyor.

Eleştiriyi eleştirmenlerden ziyade yazarların kendi ilişkilerine dönük olarak yapması da gerekiyor: Çok fazlayız, yığınız. Kimse bize el atmak zorunda değil.

Biz genç yazarların kendi aralarında top çevirmesi bir yerde adil bir tepki, yaşlılar da öyle yapmıyor mu, elindeki zarı kazara masanın dışına düşüren bile yok, çoğu profesyonel oyuncu.

Bu bakımdan jenerasyonunuzdan yazarlar sizi eleştirmeye kalktığında korunaklı çatı kavramlara ya da yeterince anlaşılamamış ve Orhan Koçak'ını bekleyen Turgut Uyar'mış gibi komik tavırlara ya da kayıtsızlıklara düşerseniz kim - yazdığınız şeyle neden ilgilensin?

İç kontrolle ilişkili kötü görüntüler böyle uzar gider. Son olarak, kupkuru bir edebiyat aşkı değil, iyi okur olan samimi birkaç dost lazım yazara.

Sahipsiz Şeyler, yazdığım ilk öykü kitabı. Çağdaşım şair ve yazarlarla çok iletişim içerisinde değilim ama imkânlar ölçüsünde pek çok ismi okumaya çalışıyorum.

Bir kısmını sosyal medyadaki persona performansını gördükten ve kendimce eğlendikten sonra okumayı bırakıyorum, bu da benim eksikliğim ve kötülüğüm.

Diğer yandan yöneldiğim metinler ve kavramlar dışında bir kanonla ya da normla anılma kaygım olmadı kitabı yazarken.

Örnek olarak öykü dosyasını oluştururken Bahtin'den etkilendiğime yönelik genel bir yanıt verirsem bu söylem, sanırım sorunuz bağlamında gülünç olacak belki ama yazdıklarımı Sovyetler Birliği dönemiyle ilişkili hâle getirecektir ve ister istemez dış kaynaklı bir kanona oynamış olacağım.

İşte kendi metinlerime bu yönüyle getireceğim eleştiri, edebiyatımızdaki eleştiri metinlerini ihmal etmiş olmam ve tek taraflı bağlamazlığım gibi görünecektir.

Bana bunun aynısını yazdığım metinlerin yaptığı da oluyor, acemiliktendir belki. Örneğin X bir yazarın kurguda yer verdiğim toplumsal bir sorun hakkındaki siyasal ironisine kitapta yaptığım gönderme, yazar hakkındaki eleştiri metinlerini de okuyabilseydim daha mı kusursuz olurdu ya da daha mı sıradanlaşırdı bilemiyorum.

Çünkü yukarıda yarı ciddi belirttiğim türdeki tasarruf ve planlar kurgunun bir noktadan sonra tek taraflı bağlamazlıkla yazarın iradesini geçersiz kılmasıyla sonuçlanabiliyor, öykünün temelinin atıldığı imajinatif alana dönüp öykü lehine niyetinizi törpülemek zorunda kalabiliyorsunuz, niyetimi aştığımda ya da aşındırdığımda mutlu oluyorum ben.

Bu çekincelerle şimdilik okurluk deneyimim nispetinde özgün ama daha önceki birikimi gözeten, estetik ve bugünü temsil eden metinler yazmaya çaba harcıyorum.  

"Kitabınızla ilgili tepkiler nasıl?" sorusu sık yöneltildiği için buradan cevaplayayım: WhatsApp'tan iyi dönüşler alıyorum.   


Tunç Kurt: Yazar bunca acının sözcüsü olmak zorundadır
 

tunçkurt.jpg
Tunç Kurt​​​​​


1) Edebiyatımızda eleştiri yazan, buna emek harcayan Semih Gümüş, Metin Celal, A. Ömer Türkeş, M. Sadık Aslankara gibi önemli isimler var elbette; ama eleştiriyi belli isimlerin göreviymiş gibi düşünmek gibi bir algı da var bizde.

Bence sorun burada başlıyor. Nasıl ki öykücü, şair, romancı gibi sıfatlarımız varsa bambaşka bir yerde duran, başka işi gücü yokmuşçasına tüm bu eserleri oyup inceleyen, eserlerin zayıf ve güçlü yönlerini anlatan bir makam olarak karşımıza "eleştirmen" çıkıyor.

Gerçekten böyle mi olmalı? Bence eleştiriyi yanlış konumluyoruz. Bir öykücü olarak gördüğüm en büyük eksiklerden biri eleştirinin olmaması, bakınız eleştiri ortamının olmaması demiyorum.

Aksine artık bir yazı yayınlamak o kadar zor değil. Basılı dergilerin yanı sıra çevrim içi pek çok platform var. Yazmaya başladığım dönemde yani 2000'lerin başında-kaldı ki 50 yıl öncesinden bahsetmiyorum, hepi topu 10-15 yıl öncesi-bu kadar yayın mecrası yoktu.

Şu an için problemin merkezi eleştiri ortamı değil eleştiri türünün olmaması. Başa dönecek olursam eleştirinin sadece birkaç kişiye verilmiş kutsal bir görev olmadığını söyleyebilirim.

Bence her öykücü-öykücü olduğum için söylüyorum, şairler ve romancılar için de geçerli olduğunu düşünüyorum-aynı zamanda eleştirmen de olmalıdır.

Yazar ben kitabımı yazar ve kenara çekilirim, artık söz sırası okurda ya da eleştirmende dememeli. Öykü camiasında hemen herkes birbirini tanıyor. Kimisi ile yakın arkadaşız, kimisi ile sosyal medya sayesinde bir şekilde haberdarız.

Dergilerde, kitap eklerinde, internet sitelerinde kitap yazılarını sıklıkla görüyoruz. Bu yazıların çoğunlukla kitap tanıtımının ötesine geçmeyen yazılar olduğunu söyleyebilirim.

İçinde olumsuz hiçbir ifadeye yer vermeyen bu yazıların okura ve yazara ne gibi bir katkısı olabilir? Ben eleştirinin öznel olması gerektiğine inanıyorum.

Bence her eleştiri temelinde özneldir zaten. Beğeni ya da beğenmeme ifadelerinin makul sebeplere dayandırılması bile bana göre oldukça kıymetlidir.

Tam da burada ihtiyacımız olan eleştiri bu olmalı diye düşünüyorum. Herkesin birbirini tanıdığı bu ortamda neden her öykücü arkadaşının ya da tanıdığı bir yazarın kitabını eleştirmiyor buna anlam vermekte güçlük çekiyorum.

Bilirsiniz ne zaman öykücülükten söz edilse söz 50 kuşağına gelir. Peki, 50 kuşağında eleştiri yok muydu? Bugün hala 50 kuşağını konuşuyorsak bunun sebeplerinden birinin de eleştirinin olmasıdır.

Buluşmalar, tartışmalar ve hatta kavgalara varan polemikler ile gerçek bir edebiyat ortamı oluşturmalarından kaynaklanıyor.

İnsan gerçekten hayret ediyor, Seçilmiş Hikâyeler Dergisi(1947)inden bu yana edebiyatımızda öykü dergiciliği var. 50 kuşağının kendini duyurabileceği 50-60 yılları arasında sadece 11 dergi vardı.

Şimdi gelip de eleştiri ortamı yok demek doğru değildir. Ortam var ama çoğunluk eleştiri yazmıyor ya da yazmak istemiyor. Özellikle de öykücülerde eleştiri oldukça zayıf.

Şiirde durum daha iyi görünüyor. Yazılan eleştirileri görüyorum, sonu tartışmaya varan polemikler yaşanıyor. Bunlar yıkıcı olduğu kadar yapıcıdır da. Olması gereken de bu bence.

Biz öykücüler biraz nahif kalıyoruz. Gerçekten de öyle. Tanıdığım tüm öykücüler gerçekten de iyi insanlar, aralarında çok sevdiğim arkadaşlarım da var.

İyi ama dost acı söyler düsturuna ne oldu? Bence her öykücü kendine yakın hissettiği öykücülerin kitaplarını eleştirebilmeli ve mutlaka bu eleştirilerinde olumsuz yargılar olmalı.

İyi yönleri elbette parlatılmalı ama dostumuz acı sözümüzü de duymalı. Kendi adıma elimden geleni yaptığımı söyleyebilirim. Çok sık olmasa da eleştiri yazmaya çalışıyorum.

Pek çok eleştiri yazdım ama aralarından bazılarına işaret etmek isterim. Orçun Ünal, M. Özgür Mutlu, Türker Ayyıldız, Mehmet Fırat Pürselim, Halil Yörükoğlu gibi sevdiğim, tanıdığım isimlere de eleştiriler yazdım.

Orçun'la hemen hemen aynı yollardan geçmişizdir, Özgür beni evinde ağırlamıştır, hemen her yaz görüşürüz. Türker ve Fırat'la Kadıköy'de oturup sohbet etmişizdir. Halil evime gelir giderdi.

Bu sevdiğim insanlara yazdığım eleştirilerimde olabildiğince olumsuz ifadelere yer vermişimdir ve hiçbiri bunlara alınmadı, hak verdikleri ya da vermedikleri durumları konuştuk ve yeni bir tartışma ortamı yaşandı ama aramızdaki arkadaşlık da bozulmadı.

Bence tam olarak buna ihtiyacımız var. Hatta en yakınlarımızdan başlamak gerek eleştiriye. Belki de ileride 2000 kuşağından böyle bahsederler, Kim bilir?


Öykülerime dönüp baktığımda her kitapta farklı bir yazar görüyorum. Bunu sevgili Kadir Yüksel benim üslup arayışında oluğumu söyleyerek eleştirmişti.

Haklılık payı var ama bir yandan da sürekli bir değişimin içinde olduğumu da hissediyorum. Bu değişim sadece kendimle ilgili değil, içimizde bulunduğumuz siyasi atmosferden, dünyadaki gelişmelere kadar pek çok sebepten kaynaklanıyor.

Biliyorum aynı kişi değilim, beklentilerim de değişiyor. Mesela ilk öykülerimde daha içe kapanık öyküler yazıyordum. Sonrasında biçime daha çok kafa yordum.

Modern, postmodern yazım tekniklerini öykülerimde kullanma denemelerim oldu. Şimdi ise toplumsal konuları ele alan öyküler yazmaya çalışıyorum.

Dediğim gibi sadece ben değişmedim, içinde bulunduğum dünya ve ülke de değişti. Bugün yaşanan haksızlıkları yarınlara nasıl taşıyacağız? Sesi kesilmiş basınla mı?

Burada yazarın devreye girmesi gerektiğine inanıyorum. O sürekli "yazar çağına tanıklık etmeli" sözü tam da burada kıymetli hale geliyor.

Yazar bunca acının sözcüsü olmak zorundadır. Günümüzde "sadece" bireyin iç dünyasını anlatan öyküler görmek açıkçası bana tuhaf geliyor.

Oysa aynı ülkede yaşıyoruz, aynı devletin tahakkümü altındayız, aynı hak ihlallerine maruz kalıyoruz. Aynı cinayetlere tanık oluyoruz.

Aynı şeylerden nefret ediyoruz. O halde neden bunları anlatmıyoruz? Belli bir öykü anlayışım var mı, herhangi bir kanona yakın mıyım henüz bilmiyorum ama öyle sanıyorum ki değişen tek şey ben değilim ve dünya, ülke değiştikçe ben de değişeceğim.

Belki o zaman ben de "sadece" içe dönük öyküler yazmaya başlayacağım.

 

Ümit Güçlü: Cumhuriyet İdeolojisi bir edebiyat kanonu yarattı aslında
 

ümitgüçlü.jpg
​​​​​​​Ümit Güçlü​​​​​


1) Cumhuriyet İdeolojisi bir edebiyat kanonu yarattı aslında. Halide Edipler, Reşat Nuriler, Yakup Kadriler zaman zaman genç cumhuriyet ile problem yaşasalar da bir şekilde kanonu oluşturdular.

Kanona dahil olmanın da bir bedeli var kuşkusuz. Kanonu oluşturanlar değiştiğinde sizi de "haritadan silme" operasyonları olabilir.

Hatırlayın Nazım Hikmet uzun süre yasaklanmıştır Tükiyede, zamanında kanon dışıdır yani. Ama bugün kanon dışı bir isim değildir. Türkiyede de dünyada da işleyiş hep böyledir.

Kanonun şekillenmesinde eleştirmenler değil dönemin siyasetçileri etkilidirler. Başka bir örnek de zamanında hapishane hapishane dolaştırılan Necip Fazıl. Şimdi nerede Necip Fazıl, Yeni Türkiye'nin kurucu aklında. 

Rus edebiyat tarihindeki atfınıza dair şunu söyleyebilirim. Nasıl Belinski'nin eleştirel metinleri ile önem verdiği isimler varsa bir de ismini anmadığı isimler listesi yapsak oradan da bir kanon çıkar. Kropotkin, Todorov gibi isimlere gitsek farklı listeler çıkabilir.

Benim ilgimi daha çok çeken yazarlar, sürgüne gönderilen, hapishanelerde dolaştırılan, susturulamayan, diş geçirilemeyen "tipler." Kanon dışı isimler yani. Listelere hiçbir şekilde girmeyenler. Onların arayışlarını ve metinlerini daha sahici ve esaslı buluyorum. 

Kendimi bir kanona yaslayacaksam tek kanon tercihim Türk Şiiri dediğim zemin olabilir. Dolayısı ile şiirin evrensel zemini ve en nihayetinde konuştuğum, yazdığım dil olan Türkçe. Onun dışındaki kanonların hepsinin dışında kalmayı isterim desem hafif bir ifade olur, bunu büyük bir iştahla arzularım.

Yazdığım kitaplar bağlamında şöyle bir tespit de yapabilirim. Şiir teorisi ile ilgili yazdığım ve 2019'da yayımlanan kitap halihazırda yayım yapan bütün edebiyat dergileri tarafından görmezden gelindi ve bana hiçbir şekilde söz hakkı tanınmadı. Onur duyuyorum bununla. 

 

Soru 2:  Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.

Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür. Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor.

K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı. "İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:

Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…

Yine bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.

Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız. Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum;

Sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar- editör ilişkisi var mıdır? 


Esmahan Devran İnci: Bazı yayınevlerindeyse kitapların editör yüzü görmeden basıldığını duyuyoruz

2) Henüz ilk kitabım yayımlanmışken, Türkiye'deki yazar-editör ilişkisini, tecrübelerime göre değil gözlemlerime göre değerlendireceğim. Basılan kitap sayısı çok fazla olduğu için, bu kadar çok metnin sağlıklı bir şekilde editör süzgecinden geçmesi mantıken imkânsız.

Hazırladığım ilk dosyamı, o ilk heyecanla kurumsal kabul edilen yayınevlerinden birine elden teslim etmiştim. Editörle sohbet etme imkânı bulunca bekleyen altı yüz tane yeni dosyadan, iş yüklerinin ağırlığından bahsetmişti.

Bu tip yayınevlerine talebin çok fazla olduğunu, az sayıdaki editörün yayınevinin sürekli yazarlarının kitaplarıyla yeni başvurular ve yayın programı arasında sıkışıp kaldığını az çok hepimiz biliyoruz.

Böyle bir iş yükü altında, dosyası kabul edilen şanslı azınlıktaysanız bile o dosyaya hakkıyla zaman ayrılması mümkün mü? Elbette değil.

Daha küçük bazı yayınevlerindeyse kitapların editör yüzü görmeden basıldığını duyuyoruz. Butik yayınevlerinin, özellikle de ilk kitaplar için daha verimli bir editör-yazar ilişkisi sunduğu söylenebilir.

Fakat editörlerin iş yükü açısından sanırım değişen bir şey yok, hatta diğer yayınevlerine kıyasla daha özverili çalışıyor bile olabilirler. Peki, vaziyet böyleyken ve ülke şartları da ortadayken kaç kişi dışarıdan editör hizmeti alabilir?

Alsa bile bu doğru mudur? Bu şekilde çalışan editör kitaba ne ölçüde müdahale eder? Bunlar da aklımda dönen sorular. Yazar-editör ilişkisi açısından kendimden bahsedecek olursam, ben şanslıydım açıkçası.

İlk kitabım Suyun Şarkısı'nda editörüm Arzu Eylem'di. Daha önce de bahsettiğim gibi dosyamı eşim dışında hiç kimseye okutmamışken nihayet bulduğum dış gözü velinimetim kabul ettim ve çok verimli bir çalışma süreci geçirdik.

Yayınevimizin editörlerinden Sibel Öz tarafından yapılan son okumayla da kitabım nihai hâlini alıp okuruyla buluştu.


Gökhan Bakar: Her alanda olduğu gibi bu alanda da mesleğini iktidar kurmak amacıyla kullanan kimseler hiç yok değil

2) Editörlük, maddi ve manevi şartları düşünüldüğünde gerçekten zor zanaat. Sorunuzda belirttiğiniz yazıların ve editörlüğe içeriden bakışın bu ilişkide öncelikle nazara alınması gerektiğini düşünüyorum.

Editör, inisiyatifini sınırlayan yayınevi politikalarıyla ve yığınla üretim arasında durduğu için değer görmekten çok nefretin muhatabı oluyor.

Bu çok taraflı anlaşılamama durumu, Türkiye'de yazar-editör arasındaki ilişkiyi iletişimsiz ve gergin ya da çok içli-dışlı bir noktaya taşıyor.

Her alanda olduğu gibi bu alanda da mesleğini iktidar kurmak amacıyla kullanan kimseler hiç yok değil; "büyük" yazarın kulu, "yeni" yazarın aşırı meşgul ya da şom ağızlı peygamberi olmak kötü bir kariyer görüntüsü.

"Dosyanızı gönderin, yayına biz alalım" diye tutamayacağı sözün altına girip, yazarla beş-altı ay boyunca hiç iletişim kurmamanın pek izahı yok.

Bunu butik yayınevi sahiplerinin de yaptığı oluyor. Yoksa sessizlikleri, yazar üzerinde iktidar kurma ve güçlü hissetme biçimleri mi? İğrenç elbette.

Kitabımla ilgili ise başarılı bir editörlük süreci oldu. Murat Çelik'in yetkinliği, metne bakışı beni hem düşündürdü hem cesaretlendirdi.

Editörün yazar olmasının da yayına çıkmadan esere çok önemli bir ön eleştiri kattığını söyleyebilirim. Öykülerinizi bitirir bitirmez sabaha karşı kapınızı çalan, uykunuzu bölmeyi göze alan, "Uyku da neymiş, gidip uyandıralım, bu onun için uyumaktan çok değerlidir!" diye düşünen arkadaşlarımız da var olsun; bu ruhun imkânını ve samimiyetini yakalayabilmek bütün ilişkilerin sağlıklı ilerlemesinin geciktirici koşulu.

Lakin hızın bozucu etkilerinden herkesler ben de dâhil nasibini alan çağımız yazarı şöyle bir tersleme ile karşılık bulabilir:

Dostoyevski oldun da kapını mı kırmadık, oldun da seni kurşuna mı dizmedik?


Tunç Kurt:  Öyküyle kurduğum duygusal bağ, metnin önüne geçiyor ya da beni bir şekilde kandırıyor

2) Editör gözünü, onun öyküye bakışını önemsiyorum. Kendimde sıklıkla yaşadığım bir sorunu tek çözebilecek kişidir editör. Bu sorunun öyküyle olan duygusal bağım olduğunu söyleyebilirim.

Genelde aceleci değilimdir, iki kitap arası şimdiye kadar en az 5 yıl sürdü, bu yüzden mümkün olduğunca yazdığım öyküleri elerim ve dosyaya en güvendiğim öyküleri koyarım.

Asıl sorun burada başlıyor. Bu eleme işleminden sonra eleğin üstünde kalanlar gerçekten de iyi öyküler mi? İşte bu sorunun cevabını çoğu kez veremiyorum.

Bazen en beğendiğim öyküler yerine daha az beğendiğim ya da emin olamadığım öykülerin beğenildiği görüyorum. Demek ki yazarın-en azından benim için öyle-kendi öykülerine bakışı her zaman sağlıklı olmuyor.

Yani öyküyle kurduğum duygusal bağ, metnin önüne geçiyor ya da beni bir şekilde kandırıyor. İşte bu durumda ikinci bir gözün-ki bu göz editör olursa daha iyi olur-bakışına ihtiyaç duyuyorum.

Türkçe öğretmeni olduğum için yazım noktalama konusunda pek sorun yaşamıyorum. Bu yüzden yazdığım öykülerde pek fazla tashihe gerek olmuyor haliyle. Bu sayede editörün işini kolaylaştırıyor diyebilirim.

Editörün tek işi bu değil elbette ama bazen bir kitap okuduğumda o kadar çok yazım hatasıyla karşılaşıyorum ki bırakın editörü, herhangi bir son okuma yapan birinin olmadığını anlıyorum.

Öyle ki kitabın yazarı bile bunu umursamamış gibi geliyor bana, daha kötüsü belki de farkında bile değil. Böyle durumlarda doğrudan suçladığım kişi editör oluyor.

Tek işi bu değil dedim ama bence en önemli işlerinden biri bu olmalı editörün. Yazım yanlışlarının yanı sıra söz dizimi ve anlatım bozukluklarının tespit edilmesi, ifade bozuklukları, mantık hataları gibi pek çok şeyi gören ilk kişi olmalı bana kalırsa.

Elbette sadece çalıştığım editörlerin çalışma prensiplerini yakından biliyorum. Ben çalıştığım editörler konusunda şanslıyım. Uyumlu ve hızlı bir çalışma süreci yaşadım her seferinde.

Hayal Yayınları'ndan Özgen Kılıçarslan, Nota Bene Yayınları'ndan Sibel Öz ve Manos Yayınları'ndan C. Hakkı Zariç ile çalıştım. Her birinin bana ve kitaplarıma pek çok anlamda katkısı olmuştur.

Öykü sıralamasında, kitabın konseptine uymayan ya da dosyadan çıkarılacak öykülerin belirlenmesinde, kitap ismi seçiminde ve hatta sözcük önerilerinde bile bulunmuşlardır. Bu yüzden kendi adıma olumsuz bir durum yaşamadım diyebilirim.

Okurken karşılaştığım ve bir okur olarak beni metinden uzaklaştıran, dile özen gösteren yazar/okur olarak beni okuma zevkinden alıkoyan bir metin gördüğümde o kitabın iyi bir editör elinden geçmediğini ya da en azından özenilmediğini anlayabiliyorum.

Maalesef öykü kitaplarında-belki de en çok okuduğum tür olduğu için-bu durumla sıklıkla karşılaşıyorum. Bu yayınevinin büyük ya da küçük olmasıyla da ilgili bir durum değil. Haliyle bir okur olarak editörü suçlamak durumda kalıyorum.
 

​​​​​​​Ümit Güçlü: İyi editörler kötü metinleri ipten alabiliyorlar

2) Bir kurumu (editörlük kurumu) toptan sağlıklı ya da hasta ilan etmeyelim. Her kurumun eksileri ve artıları yansıtan göstergeleri bulunabilir. Türkiye'deki teknik direktörler rezalet seviyede ama iyi futbolcular da görüyoruz sık sık.               

İyi editörler var kesinlikle. Ben editör yazar ilişkisinin her iki tarafında bulunmuş, halen bulunan birisi olarak olumlu düşünüyorum her zaman.

İyi editörler kötü metinleri ipten alabiliyorlar ama kötü editörler iyi bir metne engel olamıyorlar gibi bir düşüncedeyim.      

Çiğdem Uğurlu'nun tespitine katılmıyorum. İyi editörler çok çok fazla olsalar da kötü kitapları engelleyemeyeceklerdi. Yayıncılık denilen endüstrinin kritik kararlarını onlar vermiyorlar çünkü.

Kısıtlı maaşlarla, çok fazla iş yükü ile ve gereksiz yere oluşmuş bir yazar kibriyle meşgul oluyorlar çoğu zaman. Bu sektörün en çok saygıyı hak eden kurumlarından biri bence editörlük.                                                                                

Sağlıklı yürüyen ilişkilerin olduğunu ortaya çıkan iyi kitaplardan görebiliyoruz. Editörler ve yazarların gerilimli bir ilişkisi de var. Editörlük bir iktidar mekanizmasına döndüğü anda, "yapıt" yazarın tercihlerinden başka noktalara kayabilir.

Her iki tarafın da anlayışlı olması ve uzlaşı yollarını nezaketle bulması önemli bir nokta.                                                    

Düşünün roman yazmışsınız ve en içinize sinen bölümü editörünüz tarafından "çöp" ilan ediliyor. Ben editörlük yaptığım kitaplarda her zaman yazar ağırlıklı bir iletişim biçimini benimseme yolunu seçiyorum.

Seçenekler ve öneriler yazara sunulmalı ve tercihlerine saygı duyulmalı bence.                                                                  

Yazar olarak bu ilişkide bulunduğumda da editörlerin önerilerini dikkate alıp tekrar tekrar düşünmenin doğru olduğu fikrindeyim. İyi yazar da bazen önerileriyle editörleri ipten alabilir.  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU